Sağduyuya çağrı!

Ali Bulaç

Belediye seçimlerinin yaklaşmasıyla, özellikle Doğu ve Güneydoğu'daki il ve ilçe belediye seçimleri etrafında çıkan kavga, aslında toplum olarak medeni siyasi rekabetten ne kadar uzak olduğumuzu bir kere daha göstermiş oldu.

Taraflar, birbirlerine öylesine acımasız davranıyorlar ki bu toz duman içinde kimin haklı kimin haksız olduğunu söylemek çok zor. Kimse kimseyi dinlemiyor, kılıçlar çekilmiş, baltalar gömülü olduğu yerden çıkarılmış sanki. Trajik olanı şu ki, siyasetçilerin bu noktaya getirdiği kavganın acı faturasını halk ödeyecektir.

DTP'nin "Burası bizim kalelerimiz, kimse buraya gelmesin, yoksa yeri göğü birbirine katarız" yollu tutumunun savunulur hiçbir yanı yok. AKP'nin "Ben burayı isterim, sizin Meclis'teki siyasi kimliğinizin bir önemi yok, değil mi ki PKK'ya açıkça karşı çıkmıyorsunuz, o halde teröristsiniz; biz her şeyin tekini savunuyoruz, buna karşı çıkan bu ülkeden çekip gitsin" tavrı da bir o kadar yakışıksız, tehlikeli ve kutuplaşmaya açık.

Toplumlar zaman zaman anomaliye düşer. 19. yy.'ın ikinci ve 20. yy.'ın ilk yarısında Batı merkezli beşeriyet bir anomali yaşadı. Sınıf savaşları, isyanlar, iki dünya savaşı, katliamlar, soykırımlar, Hiroşima, dikta rejimleri ve kitlesel kıyımlar. Beşeriyet cinnet geçirmişti sanki. O anomalinin sağduyuyu öldürdüğü atmosferde Osmanlı yıkıldı. Osmanlı kesinlikle yıkılmayabilirdi, insan unsuru, siyasetçi ve yönetici kalitesi çok önemli. Öyle bir nesil gelir ki, yüzlerce yıllık dostlukları, kardeşlikleri bir anda berhava edebilir. Böyle zamanlarda basiretler bağlanır. Birikimsiz, kifayetsiz, muhteris yöneticiler; dediğim dedik, egolarını şişirip duran bir avuç çıkarcının eline düşmüş siyasetçiler ülkelerini felakete götürürler.

Bazen olgun bir ruhla siyasi fedakârlıklar yapmak kısa vadeli kayıp görünse de orta ve uzun vadede fedakârlığı yapana da ülkeye de büyük kazançlar sağlar. Mesela Lübnan Hizbullah'ı bazen Hıristiyanlara oy verirler. Bunu da şöyle izah ederler: "Lübnan'da Hıristiyanlarla iç içe yaşadığımız bazı bölgeler var. Orada biz çoğunluğu teşkil ediyoruz. Seçimi Hıristiyanların sayısal çoğunluk sağlayarak kazanmaları mümkün değil. Ama biz karar alıyoruz, seçimlerde Hıristiyan bir adaya oy veriyoruz, bazen aday bile çıkarmıyoruz. Amacımız gücü yoksa da Hıristiyanların temsilini sağlamak, böylece yönetim ve siyaset sürecine katılıyorlar, kendilerini dışlanmış veya baskı altında hissetmiyorlar. Her yeri demokratik yollarla da olsa istila etmenin uzun vadede aleyhimizde olduğunu biliyoruz." Bence bu büyük bir siyasi olgunluktur, Batılı demokrasilerde bile örneği yoktur. Birlikte yaşamak engin, kucaklayıcı perspektifi gerektirir.

Ben elbette AKP'lilere Hizbullah gibi yapın demiyorum, Türkiye'nin her tarafında demokratik mücadeleye katılmanız en tabii hakkınız, ama siyasetin dilini, üslubunu, tarzını böylesine sertleştirip, reste karşı rest ve giderek basit bir belediye seçimini "ya sev ya terk et" noktasına getirmek ne kadar makul, ne kadar ülkenin siyasi istikrarına ve sosyal barışına hizmet eder? Bu, sivil siyasetin dili değil; buyuran, tehdit eden, dışlayan, ezmek isteyen devletin dilidir.

Bir başka nokta şu: Bir parti Türkiye'deki bütün belediyeleri kazanmak zorunda mı? "Belediyeler, hükümet, devlet de benim olsun" tehlikeli bir ihtirastır, siyasetçiyi nereye götürür? Ben AKP'liler yerinde olsaydım, ilk günden böyle bir restleşmeye girmem, tam aksine Çankaya ve İzmir'i CHP'ye, Diyarbakır ve Güneydoğu'da birkaç şehri DTP'ye, Osmaniye, hatta Adana'yı MHP'ye bırakırdım. Çinliler, "Bir şehri kuşatırsanız, mutlaka bir çıkış kapısı bırakın, yoksa şehirdekiler ya intihar eder ya da öyle bir hamle yaparlar ki, zaferinizi hezimete çevirirler." der. CHP, MHP ve DTP'nin de bir sürü yazarı çizeri, entelektüeli, işadamı, müteahhidi, işsizi var. Madem daha uzun süre belediyeler bir "sebeplenme kapısı"dır, bırakın bu partilere mensup insanlar da bir iki yerde sebeplensin. "Rabbena, hep bana!" yanlış. Eminim AKP'lilerin çoğu benim gibi düşünüyordur.

ZAMAN