Sâdeliğin kabalıkla imtihanı(1)

Süleyman Seyfi Öğün

Târihsel sosyolojinin kurucubabası İbn-i Hâldun, yerleşik ve göçebe dünyaların özelliklerini enine boyuna tartıştıyor ve bu iki örüntü arasındaki geçişleri târihsel dönüşümlerin ana belirleyicisi olarak resmediyordu. Kendisinden yüzyıllar sonra yazan sosyologlarda –meselâ Ferdinand Tönnies gibi- dâima onun etkisi hissedilecektir. Whitehead'in Eflâtun için söylediğini pekalâ, ama trajik bir farkla, İbn-i Haldun için tekrarlayabiliriz: Klâsik sosyoloji kuramının ağırlıklı bir kısmı İbn-i Hâldun'a- gizli saklı- düşülen dipnotlardan ibârettir.

İbn-i Haldun'un bakışı, bir bakıma dinsel ya da yarı-dinsel olarak pekçok şekilde ortaya konulmuş olan antik çöküş kavrayışının teorisini yapar. Bu kavrayışı modern terim ya da kavramlara yatırarak söyleyecek olursam şöyle özetlemek mümkündür: Suyun başını tutan yerleşikler, artık-değerden en fazla payı alanlardır. Göçebeler ise artık değerden pay alamayan; hayat asgarîlerinde yaşamaya doğru itilen nüfusları anlatır. Dolayısıyla ilki, artık-değer zenginliğinin sarhoşluğu ile ölçülerini kaybedecek; yozlaşacaktır. Diğeri ise, hayat asgarîlerinde sıkı bir ahlâkî disiplinle varolan, dayanıklı, kavrulmuş, pişmiş bir güçtür. Açtır ve doymak için yerleşiklerin menziline girer ve elbette fazla zorlanmadan onu düşürür. Ama bir süre sonra, o da yerleşik hâle gelecek ve yozlaşmadan payını alır. Eski göçer, yeni yerleşiklerin yerini, kendisi de aynı mukadderatın içinde olan marjinal bir göçer grup alacaktır.

Osmanoğulları'nın hikâyesini de, en azından ilk faslı îtibârıyla bu çerçeveye oturtmak zor olmasa gerekir. 'Çürümüş Bizans'ın yerini alan bu tâze ve dinamik Türkmen gücü, 14-17. Yüzyıllar arasında, mâlî, siyâsal ve idârî düzeylerdeki bütün kurumsal gerekleriyle birlikte, yerleşik hayata geçti. Bir bakıma yerleşik hayatta Doğu Roma'nın boşluğunu doldurdu. Bir yerleşik güç olarak Osmanlı, sözü edilen yüzyıllar îtibârıyla hayâtını sürekli olarak yeni birikimlere açtı. Bu birikimleri harmanladı ve inceltti. İstanbul bu inceliklerin merkeziydi. Bugün, izlerine bakan, yerli yabancı milyonlarca moderni kendisine hayran bırakan ve âdeta bir masal âlemine sürükleyen bir birikim ve incelmedir bu. Osmanlı elbette kadim dünyadaki artık-değer arterlerine hâkimdi. Verimli topraklara hükmediyor ve zengin bir dünyadan besleniyordu. Ama ilginç olan husus, Osmanlı'nın bu zenginliği tasarruf etmekte izlediği yoldur.

İki muhtemel îtirâzı dikkâte alarak biraz soluklanalım. İtirâzlardan ilki, kimi târihçi ve sosyologların bunu, zenginliğin meşrulaştırımı süreçlerinde ortaya çıkan bir zorunluluk diye geçiştirmesiyl alâkalıdır. Öyle bile olsa, Osmanlı birikiminin izleri ayrıca ve dikkâtle ele alınmayı hak ediyor. İkincisi ise genellikle Osmanlı'nın bu birikimini bir sefâhat târihi olarak okumakla tezâhür eder. Oysa 14-18. Yüzyıllar arasında yaşanan klasik kültürel dönem, 18-20. Yüzyıl başları arasında yaşanmış olan çöküş süreçlerinde ortaya çıkan manzaralarla aynılaştırılamaz. Merhum Üstâd Turgut Cansever'in ısrarla üzerinde durduğu, Itrî'nin mûsıkide, Sinan'ın mimâride simgelediği târihsel dönem ilkidir. Niyetimiz bir Altın Çağ tasviri yapmak değildir. Ama bu dönemin, Osmanlı'nın; mimârisi, mûsıkisi, edebiyatı ile kendi kendisini en yüksek seviyede olgunlaştırdığı bir dönem olduğunu söylemek abartı olmasa gerekir. Yerleşikliğinin, yâni meskûn târihinin içinde Osmanlı kendi terkibini tamamlamıştır. 18. ve daha sonraki yüzyıllarda bu terkip elbette ki dağılacaktır. Bir Osmanlı Baroku, Rokokosu türeyecektir. Kadim ince zevk çizgileri zaman içinde kırılacaktır. Tabîi ki İstanbul'un özgünlüğü, İlber Ortaylı'nın da işâret ettiği gibi bu kırılmaları bile kendisine yakıştırmayı bilmiştir. Ama bu, sonuçta bir yakıştırmadır ve her yakıştırmada olduğu üzere etkisi geçicidir.

Osmanlı'nın çöküşü elbette İbn-i Haldûn'un şemasına tam anlamıyla uymaz. Târih, bu büyük ve erken sosyologun bildiği târih olmaktan çıkmıştı. Osmanlı, üzerinde hükmettiği Balkanlar ve Bereketli Hilâl'in özgül târihlerinin çevrimlerinin etkisiyle değil, değişen târihin öznesi olan çok farklı güçleri tarafından düşürüldü. Ama daha önemli olan; Osmanlı'nın çöküşü aynı zamanda yaygın bir târihsel hıncı açığa çıkarmasıdır. Bu hınç, Osmanlı'nın periferisinde(taşrasında) birikmiş; çöküş süreçlerinde en keskin intikamcı düzeylere ulaşmış; kendisini kâh dinsel,kâh etnik çerçevelerde ortaya koyarak -elbette yeni güçlerin isteği doğrultusunda- imparatorluğun çözülmesini sağlamıştır. İşin ilginç yanı Tanzimât sonrası, elbette ki Osmanlıcılık hâriç, cümle muhalif oluşumlarda, klâsik Osmanlı terkibinin şu ya da bu derecede reddedilmesiyle alâkalıdır. Bu reddediş, kültürel düzeyde Osmanlı'nın bazı özlerden vazgeçişini, ağdalılığını, sun'iliğini, sapmalarını vurgular. Meselâ Yeni Osmanlılar'ın gözünde Tanzimâtçılar böyledir. İslâmcılar, Osmanlı tecrübesini İslâm'dan; Türkçüler ise Türklük'ten sapmakla eleştirir. Osmanlı birikimi âdeta bir boy hedefi hâline gelir. Özcülük ya da safçılık (purism), Tanzimât'tan Cumhuriyet'e, modern Türk düşüncesinde giderek katılaşan, keskinleşen ve düşmanlığa dönüşen bir bakıştır. Hoş, 'Katı olan her şey buharlaşır' diyen Marx'ı doğrularcasına, Osmanlı karşıtlığı bugün tefessüh etmiştir. 1980'li yılların sonuna kadar kültürel mirâsın reddi siyâsetleri bugün devam etmiyor. Modernleşme târihimiz, hunharlığa, yer yer vandallığa varan kültür kırımlarına rağmen Şerif Mardin'in doğru tespitiyle ortaya koyduğu üzere, reddettiği Osmanlı'yı aşabilecek hemen hiçbir kültürel başarıyı yakalayabilmiş değildir. 1990'ların başında yurt dışında açılan Kanûnî Sultan Süleyman Sergisi'nin âdeta bunun resmi kabulü olduğunu düşünüyorum.

Esas önemli olan, Osmanlı birikimini öğüten modern karşıtlığın, bir tür Osmanlı sahipleniciliğinde nasıl devam ettiğini anlamaktır. Kanaatimce izi sürülmesi gereken en güncel ve hassas mesele de budur. Bu mesele; birbirine yakın gibi duran, ama aslında muazzam bir gerilimi ifâde eden iki terimin -'kabalık' ve 'sadelik'- zihinlerde bir kördüğüm hâline gelmiş olmasından kaynaklanıyor. Önümüzdeki yazıda bunu açmaya çalışacağım....

YENİ ŞAFAK