Sabır: Bekleme sanatı

Kemal Sayar, sabrın İslam kültüründeki yerini kapsamlı makalesinde inceliyor.

Kemal Sayar / Mücerret

Sabır: Bekleme sanatı

Hayatlarımızı zaman yönetir; onun içine doğar, onunla yaşar, onda ölürüz.  Ne ki  hayatta her zaman istediğimizi alamayız. Sabır işte bunu öğrenmektir. Beklemeyi bilmelisin. Beklemeyi bilirsen, güzellikler seni bulacaktır. Oysa çağımızda keyif almadan geçirdiğimiz her anı kayıp sayıyor, çabuk tatmin ve keyfi vazgeçilmez buluyoruz.  ‘Musibet, Allah’a şikâyet edildiğinde ibadete, başkasına yanıp yakıla anlatılıp bir sızlanmaya dönüştüğünde isyana vesile olur’ diye söyler arifler. Zuhurata tabi olmayı nice zamandır unuttuk; zamanı hemen eğip bükmek, onu çabuklaştırmak, ani tatminimize payanda kılmak arzusundayız. Sabır; insana kendi kudretinin işareti silinmiş sınır taşlarını hatırlatan, şeyleri olduğu gibi serbest bırakmanın, kapıların zorlanmaması gereken yerlerde durmanın, eşikte oturup beklemeyi bilmenin, ruhu sükuna erdiren  teslimiyetin, umutla ve inançla bekleyişin adıdır. Sabır edilgenlik veya vazgeçiş değil, ‘bekleme sanatı’dır. Ne zaman harekete geçeceğinin idraki. Zamanı telaşla kovalamak yerine, ani tatmine direnerek, onun bize sunabileceği yeni imkanları gözlemek sanatı. Rilke’nin Genç Bir Şaire Öğütler’de söylediği gibi : “Kalbinde çözülmeden kalan her şey için sabırlı ol. Cevapları şimdi arama. Şu anda cevaplar sana verilmez, çünkü sen henüz onlarla yaşayamazsın. Bu her şeyi o an yaşama meselesidir. Şu anda soruyu yaşaman gerekiyor. Belki daha ileride farkına bile varmadan, günün birinde kendini cevabını yaşarken bulacaksın.”

Sabır ve uygarlık

İnsan uygarlığı sabra büyük bir önem atfetmiştir. Dürtülerin kısıtlanması, arzunun gerçeklik doğrultusunda ertelenmesi, insanlar arasındaki farklara tahammül ve nihayet, duygularla eylem arasına düşüncenin yerleştirilmesi, bütün bunlar, uygarlığın gelişmesi ve devamı için elzem nitelikler olarak görülmüştür. Semavi dinler sabrı yüceltmiş, Hz. Eyüp’ü zorluklara bütün haysiyetiyle direnen ve sonunda mükafatını gören bir sabır timsali olarak simgeleştirmişlerdir. Kur’an, ‘Allah sabredenlerle beraberdir’ buyruğuyla, sabra müstesna bir değer biçmiştir. Kadim öğretilerin aksine günümüz dünyası hızın kutsandığı, hızlı olanın yavaş olanı yuttuğu bir dünya olmaya doğru pürtelaş yol alıyor.  Ani tatmin doğuştan hakkımız zannediyoruz. Halbuki çabasız ödül, insanı sadece şımartır. Bekleyebilen, alın teri döken, didinen kişinin mükafatı gayretini sevmesidir. Sabır, öfkenin de ilacıdır. Yiğitlik, beden kuvveti ve pehlivanlık kudreti değildir. Aksine güçlü yiğit ve dayanıklı bahadır, öfkelendiğinde dik başlı nefsinin arzusunu zapt eden ve kızgınlık deryası çalkalandığında yalpalayan gemisini sabır ve dinginlik limanına demirleyen kimsedir’. der Kınalızade. Hayatı nasıl yaşadığımız, hayat hakkında ne söylediğimiz geleceğin bugüne nasıl akacağını da belirler. Kader duygusu, hayatımızı tayin eden olayların idaresinde bizim elimizden daha büyük bir elin varlığını kabullenmektir. Kaderle birlikte imkan ve kusurlarımızı fark eder, yolda bizi bekleyen ve kaçınamayacağımız bir şeyler olduğunu hissederiz. Karakterimizde saklı, çözülmemiş ve dile getirilmemiş yanlarımızın daha iyi taraflarımıza gün gelip baskın çıkabileceği ihtimalini tanırız.  Geleceğe birbirinden köklü bir biçimde farklı bakan iki insan, hangi eylemde bulunurlarsa bulunsunlar, farklı bir gelecekle karşılaşır. Geleceği biz çağırırız.  Dünyayı biçimlendirme tarzımız bizi biçimlendirir ve biz nasıl biçimlendiysek, sırasıyla, dünyayı da öyle biçimlendiririz. Dünyayla yüzleşme biçimimiz dünyadaki yüzümüzü de değiştirir. Herkes kendi kaderini yaşar, kimi zaman harikulade bir ömür, kimileyin de tam bir hayal kırıklığı olur yaşadığımız, kimileyin eve dönüşün kutlamalarına katılırız kimileyin de sürgün ediliriz yurdumuzdan. Kader bizimdir, hayat bizimdir, bize sunduğu vaat ona cesurca katılıp katılmayacağımızda saklıdır. Bu vahşi ormanda, yolumuzu yitirmek pahasına, yürümeye talip miyiz? Yolda kendi uçurumlarımızla karşılaşmaktan, kendimize rastlamaktan korkuyor muyuz? Hayal kırıklığını, varlığın o her şeyden ağır yükünü üstlenmeye talip miyiz? İncinmeyi göze alabiliyor muyuz?

Dolu dolu yaşamak

Hayal kırıklığı her yerde, zira tahammül eşiğimiz çok düşük. Kolayca inciniyor ve incitiyoruz. Duygusal zeitgeist, yolunda gitmeyen bir şeyi çöpe atarak onun yerine yenisini koymayı öneriyor bize. İnsan ilişkileri dahi bu kullan-at mantığından nasipleniyor, bir ilişki dikkat ve merhametle yeşerebilecek iken, yeterince sabır gösterilmediğinde, kurumaya terk ediliyor. Emek vereceğine yenisini denersin, olur biter. Zamanı içimizde genişletip büyütmeyi unuttuk. Bir meslekte ustalaşmak sabır ister, iyi anne baba olabilmek ancak sabırla mümkündür. Hızlandırılmış zaman bize yoğunluk hissi veremiyor. Hayat adeta yanı başımızdan geçip gidiyor. Gerçekten yaşamadığımız hissine mağlup oluyoruz. Deneyimler anlamdan boşalıyor, kaderin sillesini yediğimizde, şaşkınlıkla hayatlarımızı neden dolu dolu yaşamadığımızı kendimize soruyoruz. Yaşarken kıymetini bilmediğimiz bir hayat, döşeğimizde ölürken bize bir ümitsizlik hissi olarak geri dönüyor. Her anın yoğun bir biçimde yaşanması ve zamanın genişlemesi ancak her dakikanın kıymetini bilebilmekle, bir nefes ayıklığıyla mümkün. Bunun için de bütün dikkatimizi vererek şimdi ve burada olmayı başarabilmemiz gerekiyor. Odaklanılmış bir yoğunlukta kaybolup gidebilmek. Yaşamaya cesaret etmek. Sabır, dirençli ve cesur insanların süsüdür.

Bekleme sanatı

Sabır bir bekleme sanatı, zamanı nakışlandırma pratiği. İç ve dış gerçekliği verili bir anda olduğu gibi kabullenebilmek. Dilinde pişmanlığın kekre tadı olmaksızın her şeyin daha iyiye gidebileceğine dair ümidini korumak. Telaşa kapılmaksızın daha güzel zamanları bekleyebilmek. Olgunluğun bir alameti, bir karakter gücü, bir erdem. Ham yetenek tek başına sizi nadiren hedefe taşır, oysa sabırla işlenen bir yetenek olgunlaşır ve meyveye durur. Bir çocuk ancak sabırla büyütülebilir. Sevgi ötekini dinlemeyi, onun hayatını anlamak için emek vermeyi ve dolayısıyla sabrı gereksinir. Evlilik sabır ister: Ayrı geçmişlerin kuyusundan çıkan iki insanın birbirini anlaması, birbirine imtizaç etmesi ancak sabırla mümkündür.

İnsan zamanın dokusunda yaşayan, öleceğini bilen ve kendi ölümünün idrakinde olan yegâne varlık. Kısacık hayatlarımız sonsuz bir enginlik tarafından yutuluyor ve biz ölümlü olduğumuz bilgisinin gölgesinde yaşıyoruz. ‘Aynı adımla hem ölüme hem de geleceğe yürüyoruz’ demişti Minkovski.  Hayatımızı anlamlandırmaya, bu anlamla beraber onu yaşanılabilir ve katlanılabilir kılmaya gayret ediyoruz. Hayatımızın zaman boyutunu çok az tefekkür ediyoruz ama hepimiz zamanın çocuklarıyız. Mitlerde daima hakikatten bir behre vardır; Antik Yunan, diğer soyut kavramları olduğu gibi zamanı da bir Tanrı, bir titan olarak ifade ediyordu; çocuklarını yiyen Kronos. Baudelaire’in dizeleriyle “-Ey acı! ey acı! ‘Varlığı’ yer ‘Zaman’/ Yitirdiğimiz kanla büyür, serpilir/ Bağrımızı kemiren o sinsi düşman”. Hayatımızı hikâye ederken geçmişi, bugünü, geleceği birleştirerek bir hikâye kuruyoruz. Acının, bizi tüketmesinin, ruhumuzu ufalamasının asli nedeni de bu; onun süren bir şey oluşu. “Acılarının dineceği umudu, ıstırabına katlanma metaneti verir hastaya.” demişti Marcel Proust. Sabrın tükenmesi bu anlamda, bekleyişi feshetmek. İçimizin zamanı olmaksızın ne bekleyiş ne de umut vardır. Melankolik kişi yavaşlamış bir zamanda yaşar, zaman aralıkları uzamıştır, bilge kişinin dediği gibi ‘hüzün çok uzun bir nefestir’. Bekleyiş, ümidin göğündeki yıldızı söndüğünde kendi karanlık sularında yalpa vura vura ışıksız ve şarkısız köhnemeye durmuştur artık.

Asra andolsun

Terry Eagleton’ın ifadesiyle “iyimser olmayan ümit” kavramı kitabi dinlerdeki sabır ve tevekkül tavsiyelerinden farklı olmayan bir şekilde, dîvana kalan davaları veya işlerin hesabını dîvana bırakmadan burada gören, tarihin akışına müdahale eden bir “iyi Tanrı” fikrini öncüler. Biz sona ersek bile Tanrı/ tarih devam eder, işleri adil bir sonuca bağlar. Ümitsizlik geleceğin kaybedildiği hissidir, kişinin kendisini mevcut ve iyi bir gelecekte tasarlayabilmesi yeteneğidir umut etmek. Gelecek muhayyilesi, mağduriyetini gidermek için adalete kavuşmayı, varlığına, özgürlüğüne yönelen tehditleri savuşturma yolları aramayı, hesap sormayı, tüm bunlar için de umudu gereksinir. Eagleton “Bir muhafazakarın ille iyimser olması gerekmese de, kanımca bir iyimserin muhafazakar olması hayli muhtemeldir. İyimserler muhafazakardır çünkü iyi bir geleceğe duydukları inanç, şimdinin, özünde iyi olduğuna duydukları güvenden kaynağını alır” diyor. Tanrı hep iyiyi yarattığına göre, olanda hayır vardır ve olacakta hayır olacaktır. Sabrın temelinde yatan ethos, mevcut duruma intibak sağlamak değil, El- Mü’min olan bir yaratıcıya duyulan bu inançtır işte.

Sabrı besleyen bir başka memba da, dünya üzerinde her şeyin tabii bir zamanı olduğu idrakine dayanıyor. Güneş, yıldızlar ve ay, bahar çiçeği, doğacak çocuk her şey vaktini bekler. Bu beklenen zaman, bir kader yani ölçüdür. “Acele şeytandandır ve teenni Rahmân’dandır” sözü zamanın bu serin kanlı akışına teslimiyeti anlatır. Çoğumuzun zannettiği gibi miskinlik, atalet, yokluk karşısındaki hissizlik ve lakayt kalmak, sabrı işaret etmiyor. Asr suresindeki salih amellerde bulunmak, hakkı tavsiye etmek gibi dinamik erdemlerden sonra, sabretmek buyruğu da eş nitelikli olarak, ancak engel ve zorluk önünde vakar ve sükûneti muhafaza etmek anlamında ele alınabilir. Mehmet Akif ne büyük basiretle tefsir eder  sûre-i Asr’ı, “Halikın namütenahi adı var en başı Hakk/ Ne büyük şey kul için Hakk’ı tutup kaldırmak/Hani ashâb-ı kirâm ayrılalım derlerken/ Mutlaka sûre-i ve’l-Asr’ı okurmuş bu neden ?/ Çünkü meknun o büyük sûrede esrârı felâh/ Başta iman-ı hakikî geliyor sonra salâh/ Sonra Hak, sonra sebat, işte kuzum insanlık/ Dördü birleşti mi yoktur sana hüsran artık”. Takatimizin erişmediği şeyin vaktini beklemeliyiz. Bu bir mayalanma sürecidir ve asla pasif değildir, bir oluşumu ve bir dönüşümü takip etmeyi şart koşar. Bu manada, sabır insanın kendini, beklediğine yaraşacak şekilde yetiştirmek için kendine tanıdığı vakittir. İzleriz, öğreniriz ve istikametimizi doğrulturuz o esnada. Acıdan ziyade, hayret ve heyecan gereksinen bir süreçtir. Eugenio Borgna’nın ifadeleriyle, ‘Dalgınlığa ve anlamsızlığa batmayan ve her anın, her anın değerinin ve değer kaynağının kavranışıyla derlenip toparlanan bir zaman’. Derlenip toparlanan sadece zaman değil, aynı zamanda insandır bu süreçte. Umutsuzlukta çözülmeyen ancak anlam ufkunu gün be gün yeniden oluşturan zaman/insan.

Önce ve sonra

Önce ve sonra aynı yere birlikte varır” demiş Lao Tzu. Şeyler, aynı büyük kadere doğru akıyor. Halk arasında, ‘Sarı sabır’ diye adlandırılan bir bitki vardır. Ortalama ömrü 20-25 yıl olan bu çiçeksiz bodur bitki, yaşamının sonunda birden metrelerce boy atar ve tüm yaşam enerjisini sadece bir kez açtırabildiği sarı çiçeklerine sarf eder. Bu çiçeklenme, bitkinin ölüm sarhoşluğu dönemidir aynı zamanda. Biz insanlar, sabrı bu şekilde deneyimlemeyiz. Hem insanlık tarihi hem de insanın kişisel tarihi bir dizi tökezlemeler, solup yaprak dökme ve tekrar çiçeklenmeler ile yol alır. Halden hale çevriliriz, hem dayanır hem yeşeririz. Nurettin Topçu, Varolmak’ta “Tırmanacağın yer, hem senden çok uzak , hem de sendedir. Oraya gitmek için çile çekmek, yaş akıtmak da yetmiyor. Bekle ki büyük kapı kendiliğinden açılsın. Ama toprağa konan ölü gibi sabretme sakın; toprağa süzülen su gibi sabret ” diyor. İnsanda taşan ruh, en çok suya benziyor. Su, evrendeki her canlı şeyin tetikleyici unsuru. Toprak, suyu emmeden önceki toprak olarak kalamaz artık, suyun boyun eğdiği nerede görülmüş? İnsanın su gibi sabretmeyi öğrenmesi gerek. Sabır, bu manada, ‘hakikate açılan yol’dur.

Sabır ve tevekkül

Sabır sadece tahammül anlamında bir bekleyiş değil, ne vakit ve ne şekilde harekete geçeceğini tasarlamak, kendini gayeye hazırlamaktır. Gayenin ve umudun mayaladığı bir zamandır. ‘Şimdiki zamana sonsuz olarak geri akan bir gelecek’tir. Sezai Karakoç, Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi adlı kitabında bu aksiyoner sabrı, tevekkül düşüncesinden şu şekilde ayırır: “Doğu düşüncesinde, kımıltısızlığın, nirvananın, hiçlik ve boşluğun en büyük değer olarak görülmesi gibi aşırı yorumlar, zaman içinde, kimi zamanlarda ve kimi topluluklarda, bizim, Tanrıya güvenme ilkemiz olan “tevekkül” düşüncemizin içine sızmayı bildi. Bu sızış, en büyük hareket ve canlılık kaynağı olan tevekkülü, tersine, meskenet ve durma felsefesi haline getirdi. Bu yetmezmiş gibi baştan sona bir yanlış olarak da bu yorum, kaderin değişmezliğiyle açıklanmaya çalışıldı… Levh-i mahfuz, kaderin değişmezliği konuları, hep bu yanlış yorumlardan nasibini aldı. Adeta, yanlış, tümüyle, gerçeğin simetriği bir sistem oldu… Tevekkül, kaderle dolaylı, fakat Allah’a inanmayla doğrudan bağlantılı bir ilkedir. Onu kaderle doğrudan bağlantılamak, yanlışlıkların kaynağıdır. İnsanın kaderinin detayını önceden bilmediği halde biliyormuş gibi davranıp, hiç çalışmamanın kendi kaderi olduğunu söylemesi ve buna dayanıp oturup beklemesi, iyi niyetlilik düşüncesiyle bağdaşlaştırılamaz.” Sabır aksiyoner bir gerilimdir, onu bir zembereği kurmak gibi düşünürsek, o hamlenin eli tetikteki cereyanını hissedebiliriz. İçinde potansiyel kuvvetin yeri geldiğinde kendini izhar etmesi, faş etmesi de var. Doğru sözü, doğru eylemi doğru zamanda yapmayı beklemek de sabrın bir unsuru. Tevekkül ise, niyetimiz gibi, eylemimizin akıbetinin de hayr olacağına dair Allah’a duyduğumuz itimadın adıdır.

Çok tatlı bir Habeş hikâyesi vardır; Habeşistan’da, zamanın birinde birbirlerini çok seven bir adam ve bir kadın yaşıyor, evlenmek isteseler de adamın daha önceki evliliğinden olan evladı yeni bir anneyi hiç istemiyor. Ne yapalım diye köyün bilge kişine danışıyorlar. “Ne yaptıysam, ne kadar yanaştıysam, aman dilediysem, ne kadar kendimi ona sevdirmeye çalıştıysam yaklaşamadım ve kendimi sevdiremedim, delikanlı beni istemiyor’’ diyor, kadın. Bilge kişi, “Git bir kaplanın bıyıklarından üç tel kopar getir bana. O zaman senin müşkülatın hallolacak” diyor. Kadın “Bu kolay iş mi, nasıl yapayım?” diye düşünüyor. Önce kaplana ne mesafede yaklaşırsa problem yaşamayacağını öğreniyor, sonra yavaş yavaş ona yiyecek götürmeye başlıyor, kendisini sevdiriyor, bir süre sonra kaplan onun kötü niyetli olmadığını, kendisini beslemeye geldiğini anlıyor. Yakınlaşıyorlar nihayetinde. O kadar uzun zaman geçiyor ki bu süreçte. Nihayet bir gün kaplan uyurken üç tel almaya muvaffak oluyor kadın. Fakat o zaman içinde bir şeyi öğreniyor; her şey yavaş yavaş ve sabırla olur. Bu süre içinde oğlu olacak o delikanlıyla zaten yakınlaşmış oluyor. Zaman ona beklemeyi öğretiyor. O beklemeyi bildiği ve hamlelerini yavaş yavaş yaptığı zaman, aynı kaplana yaklaşır gibi, çocuğa yaklaşarak aralarındaki buzları çözebileceğini görüyor. Hikâyenin bize anlattığı şey, iyi olan her şeyin zahmet ve emekle var olabileceğidir. Zahmetsiz pişmiş aşın lezzeti olmaz. Sabır işte o zahmete ve çileye, sarp yokuşu tırmanmaya veya dar kapıdan geçmeye talip olmaktır.

Ahmet Haşim, Müslüman Saati isimli makalesinde “geçmiş zamanlar, hayatı etrafımızda lâkayd bırakan dostlardı” diyor. Bu ifadeye bayılıyorum, ‘lâkayd’ yani serbest bırakan. Dakiklik değil buradaki, zamana arkadaşlık. Her şeyi saniyesinde yapmıyorsunuz fakat belli bir zaman diliminin içinde yapıyorsunuz. Seher vakti var, fecr vakti, asr vakti var. Zamanı on iki yerinden ve sonra tekrar tekrar küçük parçalara bölmeden, yekpâre algılama hali. Sabreden insan hemen elde edeceği küçük mükafatların değil, daha uzun vadeli büyük mükafatların peşinde olan insandır.

Ani tatmin çağı

Modern medeniyet, ani tatmini adeta kutsallaştırıyor. Biz hızlanan iletişim araçlarıyla, hızlanan ulaşımla, her yerde hazır ve nazır olabilme teknolojileriyle beraber hızlı bir tatmini de istiyoruz. Bir tuşa basmakla hayatımızın değişmesini, hazzı hemen şimdi ve burada istiyoruz. Haz bir buyruk artık, ertelemeye gelmez! Şunun şurasında kısacık bir ömrümüz var, değil mi? Ani tatminin doğuştan hakkımız olduğunu düşünmeye meyyaliz. Bencillik, insanın sadece kendini düşünmesi ve  diğerkâmlıktan vaz geçmesi, kendi ihtiyaçlarını başka insanların önüne almasıyla at başı giden bir şey bu aslında. Geleneksel kültürlerde erdem olarak kabul ettiğimiz sabır, modern dünyada bir hastalık gibi adeta, bir eblehlik, bir enayilik gibi algılanabiliyor. Niye öne geçmek dururken sıranı bekleyesin? Neden daha hızlı gitmek dururken yürüyerek gidesin, neden e-posta dururken mektup yazasın, neden çoğaltmak dururken azla yetinesin? Bütün bunlar birbiriyle çok alakalı şeyler. Hayatın hızlandırılmasının, insanın nefsani tarafını da çoğaltan bir mahiyeti var. Hızlandıkça aslında kendi ölümümüzden kaçıyoruz. Unutmak istediğimiz için hızlanıyoruz. Metafizik anlamda, sabırlı insan kendi ölümü üzerine de düşünebilen insandır. Zamanı daha uzun bir şimdi olarak yaşayan insandır. Saint Augustin’in bir sözü var, “İnsan üç zamana yaşar; şimdiki zamanın geçmişinde, şimdiki zamanın şimdisinde ve şimdiki zamanın geleceğinde”. Şimdiki zamanın geçmişi bugün farklı olabilir, yarın çok depresif, çok mutsuz, çok keyifsizsem, şimdiki zamanın geçmişi çok daha farklı olabilir. Kendimizi kötü hissettiğimiz zaman geçmişi daha kötü hatırlıyoruz, kendimizi daha iyi hissettiğimiz zaman ise geçmişi daha iyi hatırlıyoruz. Hayatın uzun bir şimdi olduğunu, hepimizin anın evlatları olduğumuzu unutmazsak sabır duygusunu içimize daha çok yerleştirebiliriz. Çünkü, “Allah sabredenlerle beraberdir.” Bunu Allah’ın sabrederken kulunda tecellisinin parlaması olarak değerlendirmeliyiz.

Acelecilik, anda oyalanamayan dikkat ve muhayyile, kuluçka süresini bekleyemediğinden can’ı çürüten bir nakısa.  Teenni, derin düşünce, huzurda olmak Rahman’dan, acelecilik ise şeytandandır, çünkü iblis çok fevri davranmıştır. Antik felsefe hikmet gereği olarak sabrı öğretirdi, din ise bu kıssadaki şekilde sabrı pratik olarak öğretir; çünkü sabrı yalnızca insanlardan öğrenebiliriz. Şimdilerde yaygınlaşan bir tür var kitaplar arasında, ‘Yüz büyük felsefe fikri’ mesela. Üç sayfada size bir fikri özetliyor. Aynı şekilde özet romanlar okuyarak, o romanın sayfalarında kaybolmadan, karakterlerle özdeşleşmeden ana fikrinin ne olduğunu öğrenmiş oluyorsunuz. Woody Allen’ın meşhur bir esprisi vardır, mealen “Bu hızlı okuma kurslarına ben de gittim. Savaş ve Barışı iki saatte okuduk. Olay Rusya’da geçiyor” diyordu. Çocuklar bile bilgisayar oyunlarında onları geliştirecek merhaleleri oynayarak geçmek yerine, bir an önce sonuca ulaşmak için ilave silah ve puan satın alıyor. Oyunu tasarlayanlar da hızlı ve kolay yoldan başarma ihtiyacını sömürüyorlar. Ama çocukların dürtüsellik artışında, sabırsızlığında maalesef bu video oyunlarının, video teknolojilerinin ve görsel ekranların yaygınlaşmasının çok büyük bir payı var. Üç saniyede bir görüntü değişiyor oyunlarda. Çünkü bu hızın altında kalınırsa, genç sıkılıyor. Hızlı, aksiyona dayalı oyunlar bunlar, ne kadar çok adam, ne kadar çok düşman karakter öldürürseniz puan alıyorsunuz, dolayısıyla saniye bile kaybetmemek gerekiyor. Genci istim üzerinde tutabilmek için ekranda da imgeler sürekli değişiyor. Sonuçta günümüz toplumunda, bir çocuğun zihni o oyunların hızına ayarlandığı zaman dikkat eksikliği patlaması oluyor. Çocuklar artık sıralarında rahat oturamamaya başlıyor, bir kitabı alıp saatlerce göz gezdiremiyorlar. Oyunların bizi hızlandırdığı gibi ani mesajlaşma teknolojileri de sabrımızı törpülüyor. Bir mektup yazmak için sabır lazımdır, onun cevabını beklemek daha büyük sabır ister. Günümüzde ani mesajlaşma ve hızlı e-posta trafiği, sabır duygusunu öldürüyor. Eğer bütün cevaplar şimdi ve burada ve gelecek de sadece bir kaç dakika uzakta ise, neden sabırlı olasınız ki?

Çocuklarımızı sabır duygusuyla büyütemiyoruz, onları da hızlandırarak büyütmek, bir an önce yetişkinlerin safına katmak istiyoruz. Günümüz anne babalarına baktığımızda “çocuğum şunu da öğrensin bunu da, şunda da behresi olsun, bundan da eksik kalmasın” diye büyük bir telaş görüyoruz. Telaşla oradan oraya koşuşturulan çocuklar, çocukluklarını yaşamaya, oyun oynamaya ve hayal kurmaya zaman bulamıyorlar. Hayal kuran çocuk, tıpkı bir bitkinin su ve güneş alıp büyümesi gibi olgunlaşarak  büyüyen çocuktur. Hayal kurmasına izin verilmeyen çocuk, ruhsal gelişimi eksik bırakılan, olgunlaşmayı tamamlayamayan çocuktur. Büyümek için çocuğun en çok hayale ve oyuna ihtiyacı var. Sabırsız olduğumuzda, çocuklardan en temel şeyi bu şekilde esirgemiş oluyoruz. Hayal kurma özgürlüğünü, tek başına bir odada sıkılabilme, oyun kurabilme özgürlüğünü de onların elinden almış oluyoruz. Biz de yavaşlığa katlanamıyoruz, hâlbuki iyi anne babalık dediğimiz şeyin bir kısmı, sıkılsanız dahi çocuğunuzla beraber olabilmek, onun sıkıntısını içinizde yumuşatıp ona eğlence olarak gönderebilmekle mukayyet. Bu idealden hepimiz çok uzağız. Her konuda çok hızlanmak istiyoruz ama zihin hızlansa da duygular o kadar hızlanmıyor, duygular yerinde kalıyor. Çocukları bir takım televizyon ve video imgeleriyle çok hızlı büyüttüğümüzde, ruhları çocuk kalıyor fakat zihin başka türlü işliyor. Zihin ve duygu arasındaki yarık büyüyor.

Başka zaman algıları

Tanpınar’ın çok sevdiğim bir sözü var, “Şark oturup beklemenin yeridir” diyerek, pasifizmi, atâleti, bekleyişi aksiyona dönüştürmemeyi eleştiriyor. Ama toplumların zaman tasavvurları faklı, aynı toplumun modernlik öncesi ile sonrasındaki zaman tasavvuru da birbirinden farklı. Modernlik yalnızca kasılmayı ve kaygıyı bilir, zamanı değil. Jay Griffith, Tik Tak Zamana Kaçamak Bir Bakış adlı kitabında “Hindistan’ın Andaman ormanlarında insanlar, koku takvimi kullanır; yılın dönemlerini, çiçeklerin ve ağaçların kokularına göre tarif ederler… Zamanın, doğadan o denli kopuk, dünyanın ritminden de o denli daha kesin olduğu Batı’daki zaman modelinden farklı olarak, birçok kültür için zaman, yalnız doğal dünyada ve doğanın işleyişinde beden bulur. Kuzey Amerika Kızılderilileri’nin dillerinde “dünya” sözcüğü, yıl anlamına da gelir; birinin dönüşü, diğerinin de dönüşüdür. Dakota Kızılderilileri, “Yıl, dünya etrafında bir dönüştür” der, ya da kutsal kulübe etrafında; çünkü kulübe de dünyayı temsil eden bir imgedir. Yakutlar da “dünya geçti” derler, ki bunu, “bir yıl bitti” diye tercüme edebiliriz. Brezilya’daki Mato Grosso do Sul’da yaşayan Guarani-Kaiovva Kızılderilileri, “Kaç yaşındasın?” anlamında, “Guavira, yaşamında kaç kez çiçeklendi?” diye sorarlar… Burundi’de zaman tarif edilir (yani saymak yerine bir özellik atfederek ifade edilir); karanlık bir geceye sen-kimsin-gecesi denir” sözleriyle tarif ediyor bu tabii zamanın yansımalarını. Çok hızlandırılmış bir zamanda yaşıyoruz şu anda. Olaylar da çok hızlı, her şeyden gereğinden çok haberdar oluyoruz. Malumatın bilgiyi, bilgi fazlasının bilgeliği ezdiği çağlar. Samanlıkta iğne aramak gibi hayata aktarılabilir bilgiyi aramak. Olayların birbirinin arkasından sökün ettiği ve bütün bunları içimize aldığımız, bir olayı hazmetmeden diğerine geçtiğimiz, içimizde bir sürü zaman nüvesinin kaldığı bir zaman diliminde yaşıyoruz. Bu da insanın dikkatini çok dağıtıyor. “İnce bir buzun üzerinde kayarken, bizi güvende tutan şey hızımızdır.” diyordu Emerson. Hız, bir şeyde derinleşebilmemizi zorlaştırıyor, tefekkür ve murakabe o yüzden çok önemli. Hiç yapamasa bile insanın her gün yarım saati bir odada yalnız kalarak tefekkür etmeye, muhasebe etmeye ayırması lazım. “Bugün ben ne yaptım, hangi davranışımla kimi kırdım, kimi üzdüm, hangi sözüm nereye vardı, neyi daha iyi yapabilirdim, bugün beni ne mutlu etti ne mutsuz etti?” diye. Başımızı yastığa koyduğumuz anı beklememeliyiz bunun için, hayat ertelenmeye gelmez. Özel bir zaman ayırarak bunları tefekkür etmek bizi hem içsel olarak olgunlaştırır, hem de sabır yönünde eğitir.

Sabır tasavvurları

Toplumların farklı zamanlardaki sabır tasavvurları da değişiyor. Cemil Meriç, tarihte yükselişte olan toplumların kader inancı ile düşüşteki toplumların kader inancının birbirine tam zıt davranış kalıplarını tarif ettiğini söylüyordu. Gerçekten de toplumlar siyasi, ekonomik, ilmi ve sosyal dinamikler açısından düşüşe geçtiklerinde tahammül temelli pasif sabır anlayışı zamanın inanç ve felsefesine girer; bu bizim tarihimizde olduğu kadar (Emevi dönemi, Moğol istilası, 18. yy sonrası), sinizmin, sineye çekmenin, hesabı ertelemenin ekolleri domine ettiği Antik Yunan’da da, Ortaçağ Skolastiğinde de böyleydi. Yükselişte olan toplumlar ise kaderin eli olurlar, böylelikle sabır algıları da aksiyonerdir. Sanayileşme, soyut zamana göre kendisini ayarlayan toplumları olay zamana göre biçimlenen toplumların önüne çıkardı. Sabah tam sekizde işbaşı yapan toplumlar, dakikliği paraya tahvil ettiler. Ne de olsa, vakit nakittir! Saat zamanının icadı iş verimliliği için olmazsa olmazdı. Zamanın hızlı, verimli, sayılabilir ve tahmin edilebilir bir hale büründürülmesi onun insanın tecrübesinden ve doğanın ritimlerinden koparmış, bizi yapay bir zaman ortamına mahkum etmiştir. Artık çerçevesini bilgisayarların  çizdiği bilgizamanda (computime) yaşıyor gibiyiz.  Robert Levine Zamanın Coğrafyası’nda genel olarak sanayileşmiş toplumların zamanı farklı bir şekilde piyasada dolaşıma sokulabilir bir kaynak olarak gördüklerini belirterek, zaman kültürleri temel olarak ikiye ayırmıştır. “Bunların ilki olay-zamanına göre, ikincisiyse saatin soyut zamanına göre işler. İlk durumda insanlar bir olayın süresini dikkate alırlar. Bir görüşme ancak daha önceki bir aktivite (örneğin bir sohbet ya da yemek) tamamlandığında gerçekleşebilir. Tersine, saatin soyut zamanını dikkate alan insanlar bir randevuya gitmek için halihazırda yaptıkları şeyi yarıda keserler. Sanayileşme, başka nedenlerin yanı sıra, insanlar zamana dakik bir şekilde uymaya ikna edilebildiği için başarılı oldu. Saatler, iş dizilerini verimli biçimde senkronize etmeyi mümkün kıldı.” Levine’ın ayrımındaki olay- zamanının, Ahmet Hâşim’in “Ziyada başlayıp ziyada biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir gün…” diye tanımladığı Müslüman saati ile benzerliği gözden kaçırılacak gibi değil.

Hız çarkı

Hepimizin işi başından aşkın, hepimiz kendimizi ziyadesiyle meşgul ediyoruz. Bir çarkın dişlisine kapılmışız, baş döndüren soluksuz bırakan bir tempoda dönüyoruz. “Hız tutarsızlığın maskesidir… Felsefe bir yavaşlatma işlemi önermelidir. Hızlanma buyruğu karşısında düşünceye ait bir zaman inşa etmelidir. Felsefenin bir hususiyeti bence bu; felsefenin düşünüşü ahestedir, çünkü bugün isyan, hızı değil ahesteliği gerektirir. Felsefenin arzusunu ayakta tutmak için muhtaç olduğumuz sabit noktayı (bu nokta ne olursa olsun, adı ne olursa olsun) ancak bu yavaş ve dolayısıyla asi düşünüş kurabilir. ” diyor Sonsuz Düşünce adlı kitabında Alain Badiou. Günümüzün statükosu, küçük burjuva değerlerini can siperâne savunabilmek için durağanlığı değil, durmadan koşmayı buyuruyor. Lewis Carroll’un ünlü ‘Alis Harikalar Diyarında’ kitabı, hızla ilgili şu alıntıdan da görüleceği üzere temelde bir felsefi eserdir : “Kraliçe sürekli ‘Daha hızlı! Daha hızlı!’ diye bağırıyordu. Oysa Alice daha hızlı koşamayacağını hissediyordu ama bunu söyleyebilmek için nefesi yetmiyordu. Bu arada tuhaf olan, etraftaki ağaçlar ve diğer varlıklar asla konumlarını değiştirmiyorlardı. Ne kadar hızlı hareket ederlerse etsinler hiçbir şeyi geride bırakamıyorlarmış gibiydi. ‘Acaba her şey bizimle birlikte mi hareket ediyor’ diye aklından geçirdi kafası iyice karışmış olan Alice… ‘Burada’ dedi kızıl kraliçe ‘Aynı yerde kalabilmek için koşabildiğin kadar hızlı koşmalısın. Başka bir yere varmak istiyorsan iki kat hızlı koşmalısın.“ Bu çılgınca koşuya ayak uydurabilenler, diğerlerinin de geride kalmalarına izin vermiyor, onları da kendileriyle birlikte bir anafora katıp sürüklüyorlar. Herkes, herkesle rekabette. Hayatı bitimsiz bir koşu, bir yarış olarak kurguladığınızda yeterince hızlı davranamayanları kaybedenler kulübüne dahil etmiş oluruz. Onlar miskindir, depresiftir, tutunamayandır. Atılabilir, itlaf edilebilir varlıklardır. Pek ama neden herkes birbiriyle rekabet ve yarış içinde olmalı ki? Neden herkes birinci olmayı, ipi önde göğüslemeyi düşlesin? Kol kola yürüyemez miyiz?

Çok meşgul olmak, modern dünyada insanın kendinden kaçma, ölümden ve hayattan saklanma  stratejilerinden bir tanesi. Kendi ölümlülüğümüzle yüzleşmekten kaçıyoruz. Modern insanın en temel vasıflarından bir tanesi ölüme doğrudan bakamayışı. Cetlerimiz ölüm duygusuyla beraber yaşayan insanlardı, mezarlıklarımız, hazirelerimiz, şehrin ortasındaydı. Çok garip bir şey değildi ölümden bahsetmek, ölümle haşır neşir olmak. Daha yakın zamana kadar, kefen bezini hazırlayan bir iki nesil önceki insanların arasında büyüyorduk bizler. Kefen bezini bir tarafa hazır eden insan ölüm duygusuyla barışıktır. Şimdi o hız sarhoşluğu içinde kendi kırılganlımızla ve incinebilirliğimizle karşılaşacağımız her mahalden kaçmaya gayret ediyoruz. “Sabırsızlık öfkeyle aynı mahallede oturur” denir. Sabırsızlık biraz da buradan, kendimizden kaçma isteğimizden, kendimizi sürekli bir afyonla uyuşturma isteğimizden neşet ediyor. Peki ne yapacağız? Bu dijital çağda yapmamız gereken şeylerden bir tanesi kendimizi zaman zaman fişten çekmeyi başarmak. Nasıl ki bedenlerimize perhiz uyguluyorsak, dijital bir perhiz de uygulayabiliriz. Ara sıra online alemde hep hâzır ve nâzır hale getirmekten uzaklaştığımız, kendi içimize dönüp hesaplaştığımız dönemlere geçebiliriz. Bir tür elektronik itikaf yapabiliriz. Ramazan ayının son on günü dünyaya kapanarak, mâsivâdan uzak, Allah’la baş başa hasbıhal etmek için tesis edilmiş itikaf diye bir ibadetimiz var. Maalesef modern sonrası insan, itikafa bile girse orada da selfi çekebilecek bir tür.

Tahammülün faydaları

Bazı zamanlar olur, sabır beklemekten ziyade dayanmayı vazife olarak yükler bize. Ümidin kandili sönmüştür, buhran zamanlarıdır. O zaman işte, derdin ve sızının içimizde bir vakit oturmasına, ağlamasına izin vermek gerekir. “Büyük insanın iki kalbi vardır, biri kanar öbürü dayanır” demişti Halil Cibran. Ümidi kesmenin başka hiçbir yerde bulunmayacak o huzuruna vardığımızda, Didem Madak’ın şiirindeki gibi dua etmenin vakti gelmiştir “Olanlar oldu Tanrım/ Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!” Tahammül etmek, başlangıçta zehir gibi acı gelecektir, ancak benliğine yerleşince, acıyı bal eylemek deyişinin bir hakikate işaret ettiği fark edilir. Sürekli ümit etmek, sürekli gayret ve çaba sarf etmek, çırpınmak ve bitap düşmek bir açıdan da huzursuz, azapta bir ruhun, bir obsesyonun tezahürüdür. Kesilmiş ümit, insanın çırpındıkça dolandığı bir ağdan azâd edilmesi gibidir. Perçinlendiği mekanizmadan uzaklaşarak, başka bir manzara kazanır insan, “Bugün tabiat ne kadar güzel. Kuşkusuz her gün böyle bu. Ama güzelliği görmek her zaman mümkün değil. Bakmasını bilmek gerek. Acılara, hastalığa ve yorgunluğa rağmen bakılabilir. O zaman güzelliğin içinde bütün bunlara da iyi gelen bir düşünce olduğu görülür. O “düşünce”yi bir kere ellerine geçirmiş olanlar başlarına gelen bütün sevinçlerin ve acıların külfetine daha kolay katlanabilirler: Mutluluk da tahammül ister. Onu da iyi anlamalı.”diyordu Cahit Zarifoğlu. Unamuno’nun da ifade ettiği gibi, mucize bir kez görüldükten sonra hep mucize görülür.

Çalıkuşu’nda “…ümitsiz hastalıkların, mukadder felaketlerin son bir ilacı vardır: Tahammül ve tevekkül. Elemlerde bir gizli şefkat var gibidir. Şikâyet etmeyenlere, kendilerini güler yüzle karşılayanlara karşı daha az zalim olurlar.” diye yazan Reşat Nuri’ye katılırcasına “Dünyaya almak için değil, yalnız vermek ve feda etmek için geldiğini düşün. Her şeyden vazgeçen her şeye malik olur.” diye yankılıyor onu Peyami Safa. Oysa bir başka eseri, Yalnızız’da başka bir tür sabrı, isyanın tekniğini tarif ediyor “Çaresizlik ve tehlike anları vardır ki o zaman çırpınmaya ve haykırmaya gelmez. Batar insan ve boğulur. Marifet o anları geçirmektir. Sonrası gittikçe kolaylaşır. Kadere teslim olmak lazımdır o anlarda. Menfî, miskin , âciz bir tevekkül değildir bu. Anlıyor musun? İsyanın tekniğidir. Yani sabırdır. Müspet, enerjik, hedefli, iyimser bir sabır. Dikkat et sözüme. Bu dünyada ölümden başka hemen her şeyin bir çaresi vardır. Mesele diye karşımıza çıkan zorlukların çoğunu kendi ruhumuzun içinde halledebiliriz.” Ancak kesin bir vâkıa var ki, sabrın her türünde, kişi vakarını, metanetini korumalı, feryâd figân şikâyetten berî olmalıdır. Tezkiret’ül Evliya’sında Attâr’ın, Muhammed bin Semmâk’a isnad ettiği sözde söylendiği şekilde : “Musibet birdir, ama kişi sızlandı mı iki olur.” Hazreti Ömer’in bir adama söylediği, Hikem-i Atâiyye’de nakledilen şu sözler değiştirilemeyen şeyler karşısındaki duruşumuzda bize istikamet verecektir, “Eğer sabredersen hakkındaki kader hükmü gelir ve geçer. Fakat mükâfata hak kazanırsın. Şikâyet edersen ilâhi emir yine yerini bulur. Şu kadar ki, me’zûr (Haktan perdeli) olursun.

Üretken ıstırap

“Sabr edelim gönül ne gelir elden/ Sabırlı kulunu sevmez mi sultan/ Yusuf’u kurtardı kuyudan gölden/ Biri sabır, biri şükür, bir dua” demiş Pir Sultan Abdal’ımız da. Hep diyoruz ki “Bu niye benim başıma geldi?” Niye şöyle sormuyoruz, “Bu benim başıma niye gelmesin ki?” Benim özelliğim, diğer insanlardan farklılığım ne? Bir sürü dert sahibi insandan daha üstün bir varlık değilim ki. Bu soruyu sormamız çok önemli. Üretken ıstırap diye bir tanım var; hayatımıza dokunduğu anda bizi büyüten, içimizi genişleten, ondan öğrendiğimiz bir ıstırap. Hz. Eyüp’ün ıstırabı gibi. Eğer siz sabırla beklerseniz, sabırla mukavemet ederseniz, ıstırabından size bir öğretici olmasına izin verirseniz – ondan ne öğrenebilirim? Bu ıstırap bana geldi, bana ne anlatıyor?- oraya kulak verebilirseniz, hayrın ve şerrin kaynağının aynı ilahi güç olduğunu teslim edebilir ve orayı dinleyebilirseniz, o zaman ıstıraptan bir şey öğrenir ve onu üretken bir ıstırap kılabilirsiniz. Onu dönüştürerek kendiniz için bir büyümeye, bir gelişmeye, inkişafa dönüştürebilirsiniz. Hastalığı kendine şifa olan, hastalıkla bazı yüksek şeyleri keşfeden bir takım insanlar vardır, bir tanesi Allah gani gani rahmet eylesin Ayşe Şasa hanımefendi idi. O kendi ruhsal alt üst oluşunda hayatın bambaşka bir penceresini bulup keşfetti ve o pencereden bulduklarıyla da pek çok insana faydası dokundu.

Ulaşamadığına tevekkül, ulaştığına rıza, kaybettiğine sabır gösteren kişi takvâ ehlidir.” diyordu İmam-ı Gazzâli. Sabır, her durumda farklı bir kisveye bürünerek, başka bir dersin müderrisi olarak bize öğretir. Musibetler, farklı bir bekleme, dayanma, dönüşme pratiği gerektirdiği gibi, ille de bunlardan birisini seçmemiz gerekmeyen durumlar da vardır. İnsan elinden çıkma bir kötülüğe maruz kaldığımız zaman buna alışmak zorunda değiliz. Nisa Sûresi’nin, 97. ayeti, hicret etmekten imtina edenlere olduğu gibi tüm mustazaflara bir yol gösterendir:

“Melekler, nefislerine zulmedenlerin canlarını alırken ne haldeydiniz derler. Onlar da, yeryüzünde derler, aciz kişilerdik biz. Melekler, Allah’ın yeri geniş değil miydi derler, siz de hicret edeydiniz…”

Sabır edilgenlik değildir

Kocası kendisine karşı fiziksel şiddet uygulayan bir kadını düşünelim, buna sabır göstermesi, alışması bütün bunlara tahammül göstermesi anlamına gelmez. Hadis-i Şerif “Bir kötülük gören onu önce eliyle, gücü yetmezse diliyle düzeltsin, ona da güç yetiremezse kalbiyle buğz etsin” diye buyuruyor, kötülüğe karşı aksiyoner olmakla mükellefiz. Evvelemirde de en yakınımızdaki kötülüklere karşı. Bunlara karşı pasif kalmak, kötülüğü büyütüp besler, ona cüret kazandırır. İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak ile yükümlüyüz. Bir kötülük gördüğümüzde onun devam etmesine rıza göstermememiz lazım. Ona kalben onay vermememiz, itiraz etmemiz gerekir. Zaten bunu yapabildiğimiz için bu ülkede çok şükür hür, müstakil, özgür vatandaşlar olarak yaşamaya devam ediyoruz. “Allah’a dayandım!’ diye sen çıkma yataktan./ Mânâ-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdan!/ Ecdâdını zannetme asırlarca uyurdu;/ Nerden bulacakdın o zaman eldeki yurdu?” diye feryad ediyordu Mehmet Akif Safahat’ında.  Değiştiremeyeceğimiz şeyleri kabullenmek bir nebze önerilebilir ama bu kabullenişte bile yine de bir çabasızlık olmamalı. İnsan eliyle gelen bir şey, değiştirilebilir niteliktedir. Şiddete, zulme maruz kalmak değiştirilebilir bir şeydir ve insanın bunun için gayret göstermesi gerekir. Bir başkasına kötülük yapılırken sessiz kalırsam, o kötülük benim sessizliğimle tamamlanmış olur, kötülüğün altına imzayı biz atarız. Ayetlerde de hakkı ve sabrı tavsiye etmek beraber zikrediliyor. Mevlana da Mesnevi’nin bir yerinde diyor ki “A kişi “Vel asr” suresinin sonunu dikkatlice oku da bak. Allah o surede sabrı hakla beraber andı, sabrı hakka eş etti. Allah, yüz binlerce kimya yarattı ama insan, sabır gibi bir kimya görmedi.” Sabır, ‘kibrit-i ahmer’dir, onunla bir sürü olumsuz, değersiz şeyi olumluya çevirebiliriz. Eskiler “Sabırla koruk helva, dut yaprağı atlas olur.” demişler.

Sabır kendi ritmimize ve başkasının ritmine saygı göstermektir. Çocuklarımızı, dostlarımızı, öğretmensek öğrencilerimizi, yöneticiysek çalışanlarımızı kendi ritmimize uymaya zorlamamaktır, ona kendi tabiatınca işlev kazandırmaktır. Ay acele etmez, bulutlar acele etmez, kâinatta hiçbir şey acele etmez. Her şey sırası geldiğinde, zamanı geldiğinde, vakti eriştiğinde hareketini, çevrimini tamamlar. Her şeyin vakti kendi ölçüsüyledir, civcivi, yumurtaları kırarak değil kuluçkaya yatırarak elde ederiz. İnsan aceleci bir varlık, doğal çevrimlerle hareket etmek istemiyor, kendini hızlandırmak istiyor. 7/24 yaşıyoruz artık, neon ışıkları gecemizi de aydınlatıyor. Dolayısıyla seher vaktine yakılan türküleri de anlayamaz hale geldik. Kendimizi biraz zamanın doğal çevrimlerine bırakabilmemiz lazım. Batı’da bununla ilgili yeni arayışlar başladı. İnsanlar cep telefonlarını, bırakıp bir dağ köyüne gidiyorlar, orada detoks seansları yapıyorlar. Her şeyden detoks; dijital dünyadan, dedikodudan, yıpratıcı insan ilişkilerinden. Gece çıkıp çimlerin üzerinde uzanarak yıldızları seyretmek, yayla köylerimizde halen daha yapılabilecek bir şey. Zaman zaman hepimizin kendimize yavaşlama imkanları sunmamız lazım, bu sabırsızlık ikliminden kaçmak için. Sabır talimi. Çocuklarımızı büyütürken onların hızına, onların doğal çevrimlerine dikkat ederek, saygı göstererek büyütelim. Onların can sıkıntısı içinde olmalarına da rıza gösterelim. Canı sıkılan çocuk iyidir, hayal kurmayı, hayal ile kendini avutmayı öğrenir, hayal de ruhsal dünyamızın gelişmesi için çok önemli bir şey.

Bu da geçer ya Hû!

Sadra şifa anahtar bir cümlemiz var: “Bu da geçer ya hu!” . Onu dediğimiz zaman, hayatın o ana asılı kalmadığını söylemiş oluyoruz. Onu tekkede asılı bir levha olmaktan çıkarıp hayatı kuşatan, yaşayan bir ruh haline getirmek lazım. Fethi Gemuhluoğlu, “ Gelecek iyi olur, mazi bitmiştir. Gelecek bize ait bir endişe ve bekleyiş değildir. Hale razıyım. “Dem bu dem” deriz. Allah deriz. Peygamber-i Ekber deriz. Meded ü inâyet Ya Şah-ı Velayet deriz” diyordu. Sabır bir zikirdir.

Mesleğim gereği insanları hayatlarının değişik dönemlerinde görüyorum; uzun seneler boyunca bir genç hanım danışanımı takip etmiştim, bir sürü ıstırabın koynunda bir çıkış yolu bulamıyordu. Sonra kendi kendine işlerini hal yoluna koymaya çalışacağını söyleyerek ayrıldı. Bir zaman önce onu sokakta gördüm.  Sanki eski bir dostumu görmüş gibi sevindim ve  “Nasılsın, iyi misin, neler oldu?” diye sordum hemen. Adeta sonunu göremeden ayrıldığım bir filmin devamını merak eder gibi.  Aradan kaç sene geçmiş, her şeyi halletmiş, kendi gayretiyle pek çok sorununun üstesinden gelmiş, o çözülmez zannedilen problemler hallolmuş. Zaman ilaç olmuş gerçekten. ‘’Istırabın sonu yok sanma, bu âlem de geçer’’. Bazen çiftler görürsünüz, birbirleriyle gırtlak gırtlağa gelirler, o kadar birbirlerinden nefret ederler. Sonra bir gün bir başka zaman birbirlerindeki iyi tarafları keşfetmişlerdir, o iyi tarafları bir mücevher kuyumcusu gibi işlemişlerdir, büyütmüşlerdir, el ele tutuşarak birbirlerinden çok memnun bir halde gelirler. İnsan eliyle gelen yanlışlıklar her zaman düzeltilmeye açıktır. Kahramanın tekallübatı diyor Samiha Ayverdi buna, felek bizi yaraladığı kadar iyileştirir de. Zamanın bereketi lafını unutuyoruz. Bereket de bizim medeniyetimizin anahtar kelimelerinden bir tanesi; bir şeyin doğru zaman ve zeminde çoğalabilmesi, hayrının sirayeti. Zamanı acele ettirmemiz, kendi doğasının dışına zorlamamız onun bereketini kaçırıyor.

Günler yürür, önce ve sonra akıp aynı yerde birleşir. Her şey geçer. Kaygı da, bekleyiş de sonsuza dek sürmez, zamanın dalgası kıyıları döver, izler silinip kaybolur. “Ve gönül Tanrısına der ki / -Pervam yok verdiğin elemden/Her mihnet kabulüm, yeter ki/ Gün eksilmesin penceremden” diyordu Tarancı. Zuhurâta tabi olalım, felek bizi döndürür, halden hale çevirir. Her döndüğümüz yerde bizim için bir başka hazine vardır, kaybettiğimize yazıklanmayalım, bizi bekleyen heyecan verici yeni hazineye hayret edelim. Nasıl söylemiş Yunus, “Miskin Yunus sana kuldur/ İster ağlat, ister güldür/ İster şad et, ister öldür/ Narın da hoş, nurun da hoş’‘.

İslam Düşüncesi Haberleri

Kemalistlerin cehaleti uçsuz bucaksız saçmalama özgürlüğü sunuyor!
İ’tizâl ile itidal arasında Allah nerededir?
Mutlak kötüye karşı el-Kassam’ın özgürleştirici ribatı ve cihadı
Yaratılış gayesinden uzaklaşan insan huzurlu olamaz!
Öncelikli hedef neden tağuti otoritedir? Ve asabiye gündemleri geri itilmelidir!