Perspektif / Galip Dalay
Rusya’nın Ukrayna Savaşı: Avrasyacı Tahayyülün Sonu
Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi iki ülke arası sınır ya da egemenlik gerilimini daha ilk gün aştı. Hatta kıta içi bir savaştan küresel sistem değişimine uzanan bir gerilim süreci yaşanıyor. Putin’in açtığı Pandora’nın kutusu nelere gebe şimdiden öngörmek zor. Ama kesin olan uluslararası sistemin 24 Şubat öncesine dönemeyeceği.
Rusya 2. Soğuk Savaşı mı başlattı yoksa hiç görmediğimiz yeni bir sistem mi kuruluyor? Geleneksel büyük güçler rekabeti olan biteni açıklamaya yeter mi yoksa rakip kampların aynı küresel havuza mahkumiyeti başka bir paradigma mı öneriyor? Batı’da yükselen Rus karşıtlığı yeni bir ırkçılığın mı işareti? Rusya’yla sert jeopolitik rekabet Batı’da hangi söylem ve siyasete zemin hazırlıyor?
Oxford Üniversitesi Tarih bölümünde doktora çalışmalarını yürüten Galip Dalay bir yanda da Chatham House ve SWP’de araştırmacı olarak çalışıyor. Uluslararası sistemde yaşanan dönüşümü yakından tahlil eden ve Perspektif’in düzenli yazarlarından olan Dalay ile Ukrayna üzerine günceli aşan bir ufuk turu yaptık.
Putin ilk defa bir ülkeyi işgal etmiyor. Putin ilk defa askeri güç kullanmıyor. İlk defa BM’nin “sınırların dokunulmazlığı” ilkesini de ihlal etmiyor. 2008’de de yaptı bunu. Gürcistan’a saldırdı, Kırım’ı ilhak etti. Suriye’yi neredeyse tümüyle kontrol ediyor. Belarus’ta olaylara müdahale etti. Bugüne kadar yaşanandan farklı olan ne şimdi? Putin’de mi bir farklılık var uluslararası aktörlerde mi? Cini şişeden ne çıkarttı?
Birincisi, Putin’in bugüne kadar müdahale ettiği coğrafyalar -Ortadoğu, Suriye, Libya, Afrika- hem Putin hem Batı için ikincil yerlerdi. Buralara Putin de Batı da bir güç projeksiyonu, nüfus projeksiyonu merceğinden bakıyor ama Ukrayna’ya Putin de böyle bakmıyor, Batı da böyle bakmıyor. Putin, Ukrayna’ya bir ulusal güvenlik perspektifi ile bakıyor. Tabii ulusal güvenlik söylemi Putin’in tahakküm siyasetini perdeleyen bir işlev görüyor. Birincisinden devşirdiği meşruiyet üzerinden ikincisini makul veya görünmez kılmaya çalışıyor. Buna karşın, Ukrayna, Avrupalılar için ise Avrupa güvenliği demek. Dolayısıyla burada bir lens farklılığı var. Suriye’ye jeopolitik bir güç projeksiyonu ile bakarken Ukrayna’ya ulusal güvenlik perspektifi ile bakıyor. Batı da Suriye’ye jeopolitik bir rekabet gözünden bakarken Ukrayna’ya Avrupa güvenliği çerçevesinden bakıyor. Lensteki farklılık, aktörlerin bu meseleye yaklaşımlarındaki esnekliklerini tayin ediyor. Burası her iki aktörün de fazla esnek olamadığı, çünkü hayati derecede önemli gördükleri bir başlık.
İkincisi, Putin neden bunu yapıyor? Şüphesiz kafasının içine giremeyiz ama özellikle Rus uzmanlarla konuşunca birkaç faktörün çok ön plana çıktığını görüyoruz. Birincisi zaten Putin’in hem konuşmasında hem yazdığı makalede ortaya koyduğu gibi onun için meselenin bir kimlik boyutu var. Ukrayna’yı tarihsel olarak Rusya’nın parçası olarak görüyor. Ukrayna denilen devleti tarihsel anomali olarak değerlendiriyor. Lenin’in büyük hatası büyük günahı olarak görüyor.
Rusların dile getirdiği ve zaten kamusal olan diğer bir boyut ise; NATO’nun, Rusya’nın nüfuz alanı olarak gördüğü ‘post-Sovyet coğrafyasına genişletilmesi’ politikası. Bu biraz daha jeopolitik bir boyut. Üçüncüsü ise Rusyalı uzmanların dile getirdiği yaş faktörü. Vladimir Putin yaşlandıkça, aceleciliği artıyor. “Bu işi bir an evvel halletmeliyim. Ben halledemezsem daha sonrakiler bunu yapamaz duygusu” hâkim oluyor. Yaşlandıkça bu işi bitirmeye ve çözmeye yönelik zamanın daraldığına dair duygusu depreşiyor gibi gözüküyor. Uzun süre iktidarda kalanların, iktidarın her şeyine tahakküm eden liderlerin bir süre sonra bu ‘peygamber siyasetçi’ psikolojisine girdiklerini düşünüyorum. Bir misyon sahibi olduklarını ve bu misyonu da kendinden başka kimsenin gerçekleştiremeyeceğine dair inanç taşıyorlar. Bir nevi bir seçilmişlik hissiyatı. Mevcut durumu, bu üçünün kesişimi tetikledi.
Zamanlamaya dair spekülasyon yapacağız muhtemelen, birkaç faktörün önemli olduğunu düşünüyorum. Bir tanesi, Batı’nın uzun yıllardır sergilemiş olduğu iç bütünlüğünün bozulmuş olduğuna dair algı. Yani Batı, Batılı ülkeler veya aktörler aynı resimde buluşamıyorlar düşüncesi. İkincisi de Batı’nın jeopolitik kapışmalara girme konusundaki kararlılığının da eskisi kadar yerinde olmadığına dair inanç.
NÜFUZ DEĞİL TAHAKKÜM SİYASETİ
Batı’nın gösterdiği sert tepkiye bakınca Putin burada hesap hatası mı yaptı o zaman?
Öyle görünüyor… Amerika’nın Afganistan’dan çekilme tarzına baktı büyük ihtimalle. ABD’nin son derece prestij kaybederek çekilmesi, bu dağınıklığın bir göstergesi olarak okunmuş olabilir. Benzeri şekilde AUKUS anlaşması ile Fransa ile İngiltere ve ABD’nin bu ölçekte karşı karşıya gelmesini Batı içerisindeki rahatsızlığın ve fragmentasyonun yansıması olarak okumuş olabilir. Muhtemelen Brexit sonrasında Anglosakson dünya ile kıta Avrupası arasındaki makasın ciddi manada açıldığını düşündü. Kendisine sempatiyle bakan aşırı sağcı partilerin dirilikleriyle otoriter aktörlerin varlığından cesaret almış olabilir. Uluslararası sistem okumasının fazlasıyla askeri olması, diğer güç unsurlarına yeteri kadar değer vermemesi de onu hata yapmaya sevk etmiş olabilir. Nihayetinde Rusya büyük oranda bir askeri ve jeopolitik güç. Ekonomi veya teknoloji alanında çok önemli bir oyuncu değil.
Bütün bunlar buradaki hesap hatasını tetikledi gibi gözüküyor. Ama tekrar vurgulamakta fayda var. Elimizde Putin’in zihin haritası veya kafasının içini gösteren bir ayna olmadığı için ancak yorum yapabiliyoruz. Sizin sorduğunuz bu sorular muhtemelen gelecek tarihçilerini epey meşgul edecektir. Çünkü yaşanan ‘irrasyonalitenin senfonisi’ gibi duruyor. Bu kararı var eden sürecin ne kadarı hırs, ne kadarı kimlik, ne kadarı jeopolitik, ne kadarı psikoloji, ne kadarı tarihsel miras bırakma arzusu veya ne kadarı çılgınlık ve illüzyon olduğunun cevaplarını ancak Putin kişisel hatıratını yazarsa öğrenebiliriz.
Şu soru da tabii ki çok önemli. Bu karar nasıl bir resim ortaya çıkardı? Putin hangi motivasyon ile hareket ediyor? Ukrayna’nın işgali Putin’in jeopolitik tahayyülü için bize ne diyor?
Birkaç nokta önemli. Bir tanesi, biz daha önce Rusya’nın post-Sovyet coğrafyasına dair bir nüfuz projeksiyonu yaptığını söylüyorduk, bence bunu revize etmemiz lazım. Yani orada Rusya’nın Ukrayna üzerinden göstermiş olduğu ve Putin’in post-Sovyet coğrafyasına dair kullandığı dil bunun nüfuz siyaseti olmayacağını gösterdi, burada tahakküm siyaseti var. Yani Putin tahakküm alanı, nüfuz alanı ve çıkar alanı diye üç alana ayırıyor dış politikadaki bölgeleri ya da coğrafyaları. Şu an için Ukrayna üzerinden gördüğümüz ve muhtemelen Putin’in post-Sovyet coğrafyasının geri kalan kısmında da yapmak istediği şey tahakküm siyaseti. Suriye ve Libya’da yaptığı bir nüfuz siyaseti ama Ukrayna’da bir ülkeyi silahsızlandırıp boyunduruk altına almak istiyor. Bu tahakküm siyasetidir.
İkincisi, Putin, Soğuk Savaş bittikten sonra ortaya çıkan post-Sovyet jeopolitiğini revize etmek istiyor. Daha doğrusu, Soğuk Savaş sonrası formuyla post-Sovyet jeopolitiğini bitirip ona yeni bir anlam ve kimlik vermek istiyor. Sovyetler yıkıldıktan sonra ortaya birçok yeni devlet çıktı. Putin’in konuşmasından anladığımız Putin bu ülkelerin bağımsız olmasını da anomali olarak görüyor. Bir Rus uzman diyor ki; “Bağımsızlık için bu ülkeler hiçbir şey yapmadılar. Bu ülkeler Sovyetler yıkılınca bir anda bağımsız oldular. Bunların birçoğu bağımsızlığı henüz hak etmiyorlardı, çünkü devleti yönetecek kapasiteleri dahi yoktu.” Peki bu değerlendirmeden ne anlamalıyız? Post-modern bir mandacılık siyasetinin deklarasyonu olarak mı okumalıyız?
RUSYA HEM REVİZYONİST HEM DE STATÜKOCUYDU
Post-Sovyet jeopolitiğine dair ciddi bir revizyonizm görüyoruz. Zaten Putin’in krizi tam da burada başlıyor. Rusya jeopolitik açıdan revizyonist, sistemik olarak da statükocu bir aktör. Rusya kendi mücavir coğrafyasında revizyonist bir güç. Orta Asya’da, Karadeniz’de veya Güney Kafkasya’da böyle hareket ediyor. Fakat mesele uluslararası sistemin reformuna gelince, orada revizyonist bir Rusya değil statükocu bir Rusya görüyoruz.
Neden? Çünkü bugün dünyaya hâkim olan sistem hala büyük oranda 1945 sonrasının sistemi. Soğuk Savaş’ın bitişi yeni bir düzen doğurmadı. Bu dönem iki kutuplu dünyanın kazanan tarafının modelini küreselleşirdi. Yani Amerikan tarafının, kapitalist tarafın kazanmasının bir sonucu olarak o kapitalist modernitenin ve sistemin globalleşmesini deneyimledik. Fakat küresel ölçekte yeni bir sistem doğmadı. Hasılı bugün içinde yaşadığımız düzenin ana çerçevesi 1945 sonrasında çatıldı. Rusya da İkinci Dünya Savaşı’nın galiplerinden olduğundan, ortaya çıkan düzen onun çıkar ve arzularını dikkate alarak kurgulandı. Bunun en somut örneğini BM’nin dizaynı ve Rusya’nın BM Güvenlik Konseyinin veto hakkına sahip daimî üye olmasından görüyoruz. Mesela Rusya herhangi bir BM reformuyla bu imtiyazını kaybetmeyi hiç istemez. Orada statükoyu korumakta kararlı, her ne kadar o statüko artık dünyanın gerçeklerinden kopuk bir hal almış olsa da.
Buna karşın, Soğuk Savaş sonrası dönemin ortaya çıkardığı post-Sovyet jeopolitiği hususunda ise revizyonist bir Rusya görüyoruz. Rusya’nın bu jeopolitik iştahı onu sistemik olarak kaybetmeye mahkûm edecek gibi gözüküyor. Hem ekmeğim tam hem karnım tok olmuyor. Daha farklı ifade edecek olursam, bu jeopolitik revizyonizmin kaçınılmaz olarak sistemik bir revizyona da yol açacağı kanaatindeyim. Özellikle de bu kriz daha da derinleşip uzun erimli bir boyut kazanacak olursa eğer. Ortaya çıkan resim öyle olacağını gösteriyor. Bu denklemde ortaya çıkacak yeni sistemde Rusya’nın daha önceki kadar kârlı çıkmasını olası görmüyorum. Çünkü, bugünkü koşullar İkinci Dünya Savaşı sonrasının koşullarından çok farklı. Bugün Hindistan BMGK’da yok. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin en önemli konsensüslerinden biri Almanya ve Japonya’nın silahsızlandırılması idi. Bugün ikisi de silahlanacakları bir döneme girdi. Hindistan, daha ciddi bir aktör olarak bugün sistemde var. Bölgesel aktörler uluslararası sistemde daha fazla pay talep ediyorlar. Hasılı dünya artık beş jandarmayla kontrol edilebilir bir dünya olmaktan çıkıyor. Uluslararası sistemin de kendisini bu yeni gerçekliğe uyarlaması gerekiyor.
OTOKRASİ VE DEMOKRASİ JEOPOLİTİZE OLUYOR
Bu sürecin tetiklediği uluslararası sistemdeki değişim ve dönüşüm nasıl olacak? Bazı okumalar İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya ve Japonya’nın silahlanmasını bu sürecin getirdiği sistemik bir değişiklik olarak açıklıyor. Herkesin Rusya karşısında toplanmasıyla SSCB zamanındaki Soğuk Savaş’a mı dönüyor muyuz gibi algı var. Bu eski Soğuk Savaş değil, başka bir şey. Her şeyden önce Soğuk Savaş’ta komünist bir blok vardı, arkasında ideolojik bir dünya tasavvuru vardı. Şu anda bu yok. Tümüyle güç parametreleri üzerinden kutuplaşmalar var. Rusya, Soğuk Savaş’taki gibi karşıt kutbu oluşturacak güce sahip değil. Yeni oluşacak olan sistem böyle giderse neye benzeyecek?
Doğru bir soru, Rusya’yı tanımlarken şunu her daim aklımızda tutmamız lazım. Rusya, ABD’den daha fazla nükleer başlığa sahip olan ama İspanya kadar ekonomisi olan bir ülke. Daha farklı ifade edersek, ekonomisi Batı ekonomisinin yüzde 4’üne tekabül ediyor. Batı derken ABD, İngiltere ve AB’nin toplamını kast ediyorum. Rusya jeopolitik bir aktör; geniş bir orduya, silah sanayisine, enerji yataklarına ve nükleer teknolojiye sahip bir ülke. Ama diğer alanlarda kayda değer bir başarısı yok. Yüksek teknolojili bir aktör değil, eğitimde bir aktör değil. Uluslararası finansta değil. Gelişmiş ve çeşitlendirilmiş bir ekonomiye sahip değil.
Bu nedenle Rusya bugün Batı için jeopolitik bir tehdidi temsil ediyor. Çin ise sistemik bir tehdit.
Çin ile Batı arasındaki gerilim alanları daha da artacak önümüzdeki dönemlerde. Bu gerilimlerin içeriği ise daha da derinleşecek. Neden? Rusya’da olduğu gibi Çin ile Batı arasında da ciddi jeopolitik başlıklar var. Güney Çin Denizi o başlıklardan biri. Tayvan onlardan biri. Ama Rusya bağlamında tartışmadığımız diğer alanlar da var. Çin konusunda 5G’yi tartışıyoruz. Yüksek teknoloji, stratejik yatırımları konuşuyoruz. Ekonomi ve ekonomik düzenin geleceğini daha çok konuşuyoruz. Yeni model kapitalizmi… Çin sistemik bir tehdit. Rusya ise jeopolitik bir tehdit. Önümüzdeki dönemde Batı ile 2 ülke arasındaki rekabette de Batı muhtemelen ikili bir tehdit algısı ile hareket edecek. Bu zaten aynı zamanda Batı’nın yeni jeopolitik kimliğinin “ortak ötekisi”ni de temsil ediyor.
Soğuk Savaş’ın ortak ötekisi neydi? SSCB ve komünizm. Soğuk Savaş bitince devlet dışı aktörlere kaydı. Özellikle de radikal gruplar ve İslami gruplar bu tahayyülde ciddi manada bir yere sahip oldu. 11 Eylül zaten bu devlet dışı radikal örgütler, terör örgütleriyle İslam kimliğini, Batılı jeopolitik kimliğinin çok daha güçlü bir ortak ötekisine dönüştürdü. Bu sadece Batı’nın jeopolitik kimliğinin ortak ötekisi değildi, aynı zamanda birçok Batı ülkesindeki kimlikçi partilerin de ötekisine dönüştü. Özellikle Avrupa’daki aşırı sağcı partilerin ötekisini de Müslüman kimliği oluşturmaya başladı.
YENİ BİR MEDENİYETÇİ SÖYLEM DOĞUYOR
Yeni dönemde Batı’nın jeopolitik kimliğinin ortak ötekisi Rusya ve Çin olacak. Yani tekrardan devlet merkezli bir ortak ötekiden bahsediyor olacağız. Hem global siyasete bakın hem de Batı’nın iç siyasetine bakın. Rusya ve Çin’in ortak öteki olmasının bir yönü şu olacak; Batı, buna karşı nasıl bir söylem kullanacak? Soğuk Savaş sonrası Batı, medeniyetçi bir söylem kullandı. Huntington’lar buna örnek. Medeniyetleri donuk tanımlayan ve aralarındaki çatışmayı da kaçınılmaz gören bir anlayış hâkim oldu. Böylesi bir söylem yaygınlaştırıldı. Bu muhayyel medeniyet kategorilerinin iç çelişki ve gerilimlerinden ziyade farklı medeniyetler arası rekabete yoğunlaşıldı. Hasılı medeniyet kavramı jeopolitize edildi ve bir kavga alanı olarak kurgulandı. Yeni dönemde de benzeri bir deneyimi yaşayabiliriz. Rusya ve Çin şu an için her ne kadar daha çok jeopolitik ve sistemik bir lügatla tartışılsa da çok geçmeden bu tartışmanın zemini değişecek gibi görünüyor. Bu tartışma tekrardan değersel ve medeniyetçi bir söylemin içerisine oturtulacak gibi duruyor.
Daha farklı ifade edecek olursam, Batı’nın Rusya ve Çin ile rekabeti bir süre sonra sistemik ve jeopolitik söylem setinin dışına çıkmaya namzet gözüküyor. Kısa vadede bu rekabet otokrasi-demokrasi rekabeti olarak lanse ediliyor ve daha da fazla edilecek. Bu şekliyle de otokrasinin de demokrasinin de jeopolitize edildiği bir dönemden geçiyoruz, her iki kavram da jeopolitikleşiyor. Buradan da sadece otokrasi-demokrasi rekabeti söyleminin yeterli görülmeyeceği, bunun yerine medeniyet kavramı ve kategorilerinin etrafına örülmüş siyasal, söylemsel ve değersel bir tartışma ekosisteminin içinde kendimizi bulabiliriz. Yani bu sert rekabet ve kapışma kamusal yansımasını medeniyet söyleminde bulabilir. Ruslara karşı kullanılan ırkçı, tahkir edici nefret söyleminin ötesinde, yeni bir medeniyetçi söylemin inşasına dair emareler ortaya çıkıyor.
Daha önce kutuplaşmayı mümkün, sürdürülebilir kılan bir şey vardı. Bu blokların kendi dünyalarında yaşamasından kaynaklanan bir sürdürülebilirliği bulunuyordu. Doğu Bloku kendi içinde üretip kendi içinde tüketiyordu. SSCB ile ticarette belli sınırlamalar vardı ama enerjiyi, birçok teknolojiyi kendi içinde üretip tüketiyordu. Batı da bağımsız şekilde üretip tüketiyordu. Otoriterleşmenin ve demokrasinin iki kutup halinde nüfuz ettiği durumda böyle bir şey yok. Bunu kullanabiliyor bugün Batı, Rusya’ya karşı. Bunlar nasıl kutuplaşacaklar, son tahlilde aynı havuzun içindeler. Ne kadar mümkün olacak, nasıl sınırlar çizilecek? Rusya’nın fişini çekiyor Batı ama Çin’in fişini nasıl çekecek? Bu, kendi fişini de çekmek anlamına gelecek aynı zamanda…
Yeni dönemin güçlüklerinden bir tanesi bu. Biraz önce de belirttiğim üzere, Soğuk Savaş bittikten sonra bir tarafın sistemi globalleşti. Çin bugün Batı’ya alternatif sistem önererek yükselmiyor. Batı’nın sistemini en az Batılılar kadar iyi kullanarak yükseliyor. En az Batılılar kadar kapitalist. Buna karşın, Çin’in siyasal sistemi ise arkaik. Bir taraftan hâlâ tek parti, komünist yönetim ile yönetilen bir ülke, diğer yanda en az ABD kadar da kapitalist.
Sovyetler bir model öneriyordu, Çin bir model önermiyor. Bir model ihracına girmiyor ama Çin’in kendisi bir model. Sovyetler ne yaptı? Komünizmi, sosyalizmi ihraç etmeye çalıştı. Çerçevesi tanımlanmış bir modeldi. Çin bunu yapmıyor. Çin’in başardığı şeyin kendisi bir modele dönüşüp birçok otoriter rejime ilham oluyor. Çin arkaik bir siyasal model ile, arkaik otoriter bir tek parti yönetimiyle güçlü bir ekonomik kalkınma sağladı. “Siyasal rejimlerin meşruiyet krizi nasıl çözülür” sorusuna birçoğumuz “siyasetin kapılarını açarak, reform yaparak, demokratikleşerek, siyasal nefes alma borularını açarak” cevabını veriyorduk.
Çin farklı bir cevap verdi. Ekonomik kalkınmayla bu meşruiyet krizini en azından şu anlık çözebildiğini gösterdi. Bu, aslında birçok otoriter rejimin hayalini kurup da başaramadığı bir şey. Muhammed Bin Selman’ı düşünün. Siz Arap Baharı’ndan korkuyorsunuz ama aynı zamanda meşruiyet krizinizi de biliyorsunuz, çözmek istiyorsunuz. Birçok insan ne diyordu bu Arap diktatörlerine; reform yapın siyasal kanalları açın, siyasal nefes alma borularını açın… Hepimiz bu diktatörlerin hoşuna gitmeyen öneriler yapıyorduk. Çin ise bunları yapmaya gerek yok diyor. “Eğer ekonomik kalkınmayı yeteri kadar sağlarsanız, arkaik yapılarınız toplumda kabul edilebilir” diyor. Bu açıdan Çin’in varlığı başlı başına bir model, zaten kendisi model olduğu için demokrasi-otokrasi hattı, ideolojik fay hattına dönüşebiliyor.
AVRUPA’NIN BOL AKTÖRLÜ YENİ GÜVENLİK MİMARİSİ
Küreselleşmenin içinde iç içe daha küresel ve daha az küresel halkalar oluşabilir mi?
Aynen öyle, küreselleşme içindeki farklı halkaların farklı ölçekte küreselleşme süreçlerine dahil olduklarını ve onun nimetlerinden faydalandıklarını görüyoruz. Bu hep böyleydi zaten. Daha da hız kazanacak. Peki Çin gerçekten sistemik ölçekte Batı’ya meydan okumak istiyor mu? Çin, Batı’nın mevcut düzeninin kazananı konumunda. Rusya’nın kaybetme hadisesi biraz da buradan kaynaklanıyor. Rusya “Eğer Çin, Batı’ya alternatif uluslararası bir ekonomi düzeni kursaydı, Rusya buna entegre olur” derdi. Ancak Çin mevcut uluslararası ekonomik sistemin tamamıyla parçası. Bu nedenle de Batı ile bu ölçekte sert kapışmaya giren, bu ölçekte oradan kopan bir Rusya’nın Çin’in küçük ortağı olmaktan başka şansı yok.
Çin, Rusya’ya eşit ortak muamelesi yapmaz. En nihayetinde bu iki ülkenin siyasal psikolojileri farklı. Çin yükselişte olan bir gücün siyasal psikolojisine sahip. Rusya ne kadar jeopolitik meydan okuma naraları atarsa atsın, düşüşte olan bir ülkeyi temsil ediyor. Ve düşüşte olan bir ülkenin siyasal psikolojisine sahip. Bu nedenle buradan alternatif bir sistem çıkacağını düşünmüyorum. Çin’i uluslararası iktisadi düzenin dışına atarsanız alternatif bir düzen inşa edebilir, o kapasitesi var. Rusya jeopolitik bir aktör. Rusya, alternatif bir uluslararası ekonomik düzeni inşa edebilecek kapasiteye sahip değil ve Çin de Rusya için böyle bir işe girmez. Ruslar, Çinlilerin küçük ortaklarına nasıl davrandıklarını görmek istiyorlarsa Çinlilerin İranlılara nasıl davrandıklarına baksınlar. Çinliler İranlıların uluslararası yaptırımların altında olmalarını sonuna kadar kullanıyorlar.
İkinci parçalanma, Avrupa güvenliğinde ortaya çıkıyor. Uzun süre Avrupa güvenliği başlığında liderlerin dile getirdiği şu yaklaşım vardı: ‘Soğuk Savaş bitti, biz Rusya’ya daha önce düşman gözü ile baktık. Tehdit olarak gördük. Ama Soğuk Savaş bitti, yeni dünyadayız. Bu yeni dünyada Rusya’ya, bir düşman gözüyle değil Avrupa güvenliğinin partneri gözü ile bakmalıyız” tarzı söylemler Avrupa’da yaygınlık kazanmaya başlamıştı. Macron da bunu dile getirdi. Rusya’ya artık tehdit değil, partner gözü ile bakmalıyız dedi. Almanya da benzer şekilde ifade etti. Türkiye’nin Rusya’dan S-400 almasının stratejik anlamı ne ise, Almanya’nın Rusya ile yaptığı Kuzey Akım-2 projesinin stratejik anlamı da odur. Aslında uzun süredir Avrupa güvenliği daha bütünlük içinde bir çerçevede sağlanabilir mi tartışması yürütülüyordu. Şimdi Avrupa güvenliği tartışmasının bütün ekosistemi değişti. Neyi kastediyorum? Artık şu net, Avrupa’nın bütün kıtayı içerecek bir güvenlik mimarisi ortaya çıkmayacak. Avrupa’nın Batı, AB, NATO, Avrupa’yı kapsayan bir güvenlik mimarisi olacak.
Güvenlik mimarisi parçalı değil miydi zaten? Monolotik, yekpare bir Avrupa güvenliği zaten yoktu…
Yoktu ama Rusya burada nasıl yer almalı diye tartışmalar vardı.
Gerçekçi miydi? Eğer NATO daha önce genişlemiş olsaydı, Ukrayna’yı alsaydı, bugün Rusya bunu yapamazdı yorumları da var. Rusya’nın Avrupa güvenlik mimarisinin parçası olduğunun düşünülmesi ne kadar gerçekçiydi? Bugün yaşananda bu bakış açısı ne kadar sorumlu?
Şüphesiz meşru bir soru, bugünkü kadar düşman gözüyle tanımlanmayabilirdi. Avrupa güvenliğinde Rusya’nın konumuna dair tartışmalar sona erdi. Burada gri kalan kalmadı. Rusya Avrupa Güvenlik mimarisinin net düşmanı, tehdit edeni konumuna geldi. İkincisi, daha önce Avrupa güvenliği tartışmalarını tetikleyen hususlardan biri de ABD’nin Asya-Pasifik’e daha fazla yoğunlaşacağı, asıl rekabet ve kapışmanın Çin ile olacağı ve bu nedenle Avrupa’daki yükümlülüklerini azaltacağına dair öngörü idi. Şimdi bu da kısmen revize edilecek. ABD artık iki tehditli bir stratejiye yönelecek gibi. Dolayısıyla Amerika’nın Asya-Pasifik’teki rekabet nedeniyle Avrupa’ya sırtını dönebileceğine dair analizlerin şu an için doğru olmadığı ortaya çıktı. Üçüncüsü Brexit’ten sonra İngiltere ile Avrupa arasında hoşnutsuzluklar, Avrupa güvenlik mimarisinde İngiltere’nin pozisyonunun nasıl bir mahiyette olacağına dair kafalarda soru işaretlerinin doğmasına yol açmıştı. Son yaşananlar, Ukrayna’da İngiltere’nin Batı’nın en aktif bir-iki ülkesinden biri olmasının da hasebiyle, şöyle bir resim ortaya çıkardı. Brexit’e rağmen İngiltere, Avrupa güvenlik mimarisinde çok önemli bir rol oynayacak. Burada asıl mesele Türkiye’nin konumunun tanımlanması ile alakalı. Avrupa güvenlik mimarisinde Türkiye’nin konumu henüz tanımlanmış değil.
SERT JEOPOLİTİK MÜCADELE, DEĞER SÖYLEMİ VE YENİ MUHAFAZAKÂRLIK
Türkiye’ye geçmeden önce, bugüne kadar uluslararası jeopolitik dengeler, sistemik değişiklikler iç siyasetleri de etkiledi. İkinci Dünya Savaşı bitiminde kurulan yeni sistem birçok ülkede komünist rejimleri, anti-kapitalist rejimleri doğurdu. Diğer yanda Türkiye, Rusya korkusu ile küçük Amerika olmaya çalıştı. İç yapısında demokrasiye, çok partili yapıya Rusya korkusu yüzünden geçti. Demokrasiler-otokrasiler arasındaki kamplaşma süreci iç siyasetleri nasıl etkiler? Ülkeler içinde Rusya’ya yakın unsurlar tasfiye mi olacak? Basın özgürlüğü olabilir, teşebbüs hürriyeti olabilir, nasıl bir iç siyasal bir dinamik bekliyor küresel olarak birçok ülkeyi?
Buna benzer süreçler, ülkelerin jeopolitik kimliklerini veya global jeopolitiğin mahiyetini belirlemek ile kalmıyor. Ülkelerin iç siyasetine de boyasını çalan bir mahiyeti var. Bu yaşadığımızı 1945 sonrasında yaşananlarla 11 Eylül 2001 tarihinden sonra yaşananların karışımı bir şey olarak okuyorum. 45 sonrasında yeni bir sistem doğdu. 11 Eylül ise Batı’nın ortak ötekisini Müslümanların üzerinden inşa etti. Yeni dönemde ise hem jeopolitik hem kimliksel tarafı güçlü olan bir sürece gidiyor gibiyiz. Dış politikada veya jeopolitik düzlemde girdiğimiz yeni süreçte Batı’nın ortak ötekisini Rusya ve Çin oluşturacak. Rusya ve Çin merkezli dil duyacağız. Bu dil, demokrasi-otokrasi merkezli gidecek. Bu dilin değersel ve medeniyetsel yansımaları, tonları, rengi olacak.
İç politikalarda bu sürecin yansımalarını göreceğiz. Son yıllarda Avrupa’da özellikle aşırı sağcı partilerin Putin imgesi ile özdeşleşmesinin bir sonucu olarak, aşırı sağ partilerin ciddi manada hem meşruiyet hem kimliksel kriz yaşayabilecekleri bir döneme giriyoruz. Batı ile Rusya arasındaki kapışma derinleşir ve uzun erimli bir döneme girerse, ki elimizdeki veriler, ilk işaretler bunu gösteriyor, bu, mevzubahis partilerin kimliksel krizlerini biraz daha da ön plana çıkaracak.
YENİ TARZ NEO-CON’LUĞUN DOĞUŞU
Daha önce Batı’nın jeopolitik ötekisi ile kimliksel ötekisi örtüştüğü için, 11 Eylül sonrasında bu partiler Batı’da ortaya çıkan toplumsal dalgalar üzerinde siyasal sörf yapabildiler. Çünkü Batı’nın jeopolitik ötekisi 11 Eylül’den sonra gittikçe devlet dışı aktörlere dönmüştü. Bu devlet dışı aktörler de büyük oranda radikal gruplar, aşırıcı grupları, teröristler, El-Kaide gibi unsurlardı. Bunların ortak özelliklerinden biri İslami tandanslı olmalarıydı. Aşırı sağcı partilerin mülteci göçmen karşıtlığı da İslam karşıtlıklarının farklı şekildeki bir yansımasıydı. Orada o dönemdeki Batı’nın jeopolitik kimliği veya ötekisiyle bu aşırı sağcı partilerin içeride inşa ettiği kimliksel ötekinin örtüştüğünü görüyorduk. Şimdi ise içeride tanımladığı öteki ile jeopolitik öteki arasında fark oluşabilir. Aşırı sağın zemin kaybetmesi, ortaya pozitif bir resmin çıkacağı manasına gelmiyor. Burada iki olasılık görüyoruz. Birincisi, tekrar sert jeopolitik mücadele dili, savaşı da içerecek şekilde, yaygınlık kazanması. İkincisi ise değer söylemi; demokrasi ve otokrasi söylemi. Bu söylemin tekrardan yükselişe geçmesi. 11 Eylül sonrası yeni muhafazakârların (neo-conların) en büyük projelerinden biri de rejim değişimi ile demokrasi ihracı idi. Ortadoğu’da bunun sonuçlarını, trajedilerini, Irak işgalinde yapılanları gördük. Yeni dönemde yeni tür bir muhafazakârlık dalgası buradan doğabilir. Jeopolitik mücadele vurgusu, değersel söylemle medeniyetçilik anlatısı yeni tarz bir neo-con’luğa elverişli zemin sunabilir.
İŞGAL İLE IRKÇILIK BİRBİRİNDEN AYRIŞTIRILMALI
Yeni tür bir McCarthy mantığı mı bu?
McCarthy’den daha çok yeni tarz muhafazakârlık da diyebiliriz. 11 Eylül döneminde, Soğuk Savaş’tan sonra daha fazla duyduğumuz neo-con tarzında değer dili ile jeopolitik dilin örtüşmesi, sentezlenmesi vardı. Yukarıda da belirttiğim üzere, burada değer, medeniyet ve jeopolitik dillerin sentezlenmesi ve bunun bir mücadele paketi içine konulması söz konusu. Bunun, Batı’da yeni tarz bir neo-con’luğa yol açabileceği kanaatindeyim. Bunun açıkçası epey negatif etkileri olacaktır. Dünya tekrardan sert jeopolitik mücadele ile değersel söylem sentezine ihtiyaç duymuyor, bunun maliyetini uzun süredir ödüyoruz. Bunu farklı bağlamda ödemeye de gerek yok. Rusya işgaline karşı çıkmak başkadır, Ruslara karşı her türlü ırkçılığın adeta normalmiş gibi ana akımda bu şekilde yer bulması başka bir şeydir. 11 Eylül’den sonra Müslümanlara karşı işlenen nefret suçlarının benzerlerinin şu an Ruslara karşı da işlenmeye başlandığını görüyoruz. İşgal ile ırkçılığın, kimliksel nefretin birbirinden ayrıştırılması gerekir. Neo-con dalgası kimliksel nefrete meşruiyet sağlayabilir. Bu da büyük bir sorun alanı ve meydan okumayla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
Şunu da unutmayalım, uzun bir süredir rejim değişimi siyasetini ABD merkezli konuşuyorduk. Ukrayna’da yaşananlar unutulan bir hafızayı tekrardan diriltti. Sovyetler Birliği’nin daha önceki rejim değiştirme siyasetini hatırlattı. Bu rejim değişimini sadece ABD’liler yapmadı, Sovyetler de yapıyordu. Ama Rusya, Soğuk Savaş’ta güç kaybetmesinin sonucu olarak rejim değişimi siyasetini etkin bir şekilde uygulayamıyordu. Ukrayna’ya kukla rejim koyma arzusuyla ortaya koyduğu gibi Rusya da rejim değişimi siyasetine dönmüş durumda. Bunu neo-con söylemi takip edecektir, çünkü tekrardan hangi ülke rejimi dost, hangi ülke düşman, devrilmesi gerekiyor, hangi ülkenin rejimi tutulmalı kategorilerine geri dönüyoruz.
Türkiye’de de neo-con meselesini tartışmamız gerekecek. Rusya’ya gösterilen tepki, jeopolitik meydan okumaya karşı jeopolitik karşı duruşun ötesine geçti. Çok toptan, çok holistik bir tepki var. İnsanın aklına gelmeyecek bir tepki süreci yaşanıyor. Güvenlik dengelemesi değil, bile isteye bir kutup oluşturma, daha ciddi bir öteki yaratmaya dair. Türkiye’de ise iki başlığı ele almak lazım. Birincisi, sistemik yeniden kurulma konusunda İnönü’nün meşhur “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye orada yerini alır” sözü. Fakat burada problemler var. Türkiye’yi yeni kurulan düzende kim nerede görmek istiyor, bu önemli. Türkiye’nin şu ana kadar getirdiği jeopolitik bagajları var. Geçmişi, ait olduğu eski kamp, alışkanlıkları, değerler silsilesi var. Ancak, siyasal ve jeopolitik geçmişin örtüşmediği Rusya ile daha önce olmadığı kadar angaje olan bir cari durum söz konusu. Dünyanın Türkiye’ye bakışından hareket edersek Türkiye nasıl konumlanacak?
Önce iç siyasal trend ile alakalı bir şey ekleyeyim, oradan Türkiye’ye geçeyim. Uzun süredir global siyasette güçlü tek adam rejimleri revaçtaydı, bu güçlü tek adam rejimlerinin nirvana’sını, en sembol ismini Putin temsil ediyordu. Putin bir dönem güçlü tek adam rejimlerinin en güçlü argümanıydı: “Soğuk Savaş’tan sonra küçümsenmiş, dağılmış bir Rusya’yı tekrardan canlandırdı ve küresel çapta güçlü bir devlet olarak tarih sahnesine döndürdü, itibar kazandırdı” deniyordu. Orbán’dan Modi’ye giden resimde asıl referans Putin’e yapılıyordu. Bugün Putin yaptığı ile güçlü tek adam rejimlerinin aleyhine en büyük örneği de temsil etmeye başladı. Putin’in yaptıkları, tek bir adama bu kadar yetki vermenin ne kadar tehlikeli olduğunu gösterdi. Ülkesini global siyasette kısa sürede paryaya dönüştürmeyi başardı… İnsanlar canlı yayında her gün, bir adam yüzünden bir ülkenin ne kadar geri gidebileceğini, nasıl paryaya dönüşebileceğini, ne büyük bir hata yapabileceğini ve bunun sonucu olarak da ne ölçekte maliyet ödeyebileceğini görmeye başladılar. Bir ülkenin uluslararası ekonominin dışına atılabileceğini görmeye başladılar.
Belirsiz dönemler otoriteye duyulan ihtiyacı da artırabilir, insanların korktukça otoriteye daha fazla ihtiyaç duyacaklarını da dikkate almamız lazım. Bence Putin örneği sistemden ziyade tek adam rejimlerine yapılan yatırımların ne kadar yanlış olabileceğini herkese gösterdi. Yatırımlar sisteme mi yapılmalı, aktöre mi yapılmalı, tartışması vardı. Bunu kısmen 2017’de biz de yaptık Türkiye ölçeğinde. Sisteme değil aktöre yatırım yaptık, yani siyasal sistem değiştirdik ama siyasal sistem aktöre göre dizayn ettik… Bu mantığın yanlışlığını görüyoruz. Önümüzdeki dönemde güçlü tek adam rejimlerinin ciddi manada imaj kaybedeceği döneme giriyoruz gibi.
JEOPOLİTİK KIRILGANLIK, ANTİ-RUSYA DOZAJINI BELİRLİYOR
Türkiye’nin sistemdeki yerine dönecek olursak…
Mevcut Ukrayna krizinde Türkiye için birçok meydan okuma var. Her şeyden önce Ukrayna’nın kendisi Türkiye’nin önemli ticaret partneri, kuzey komşusu, güvenlik alanında önemli iş birlikleri yapılan bir ülke. Hem onun güvenliği hem de Karadeniz’in güvenliğinden dolayı önemli. Eğer Rusya, Ukrayna’yı kukla rejimle yönetecekse, Karadeniz’i büyük oranda Rus gölüne dönüştürmüş olacak demektir. Yarın bir gün Karadeniz’de başka bir ülkeye Rusya’nın benzeri bir hamlede bulunmayacağını kim ileri sürebilir? Bu tartışma ayrıca Rusların Avrupa güvenliği ile alakalı Amerikalılarla pazarlığını da temsil ediyor. Bir de bütün bunların sonucu uluslararası düzene bakan tarafı vardı.
Türkiye bugüne kadar şöyle bir siyaset izledi; çok sert bir şekilde anti-Rusya olmadan Ukrayna tarafında durmaya çalıştı. Yani anti-Rusya olmadan pro-Ukrayna olmaya çalıştı. Rusya’ya karşı birçok konuda kırılganlıkları var. Türkiye ile Batı’nın ortak zemini nedir? Türkiye birçok Batı ülkesinden de önce Ukrayna’ya askeri mühimmat, drone verdi. Ukrayna’nın askeri kapasitesini tahkim eden bir rol ifa etti. İkincisi, Ankara’nın söylem dozajını arttırdığını görüyoruz. İşgal ve savaş kavramının daha bolca kullanıldığı bir noktaya geldik. Üçüncüsü boğazlar kapatıldı. Yapılış tarzı da önemliydi. Bir yönüyle Montrö’yü uyguladı diğer yönüyle de yapılış tarzına kendi yorum ve tarzını kattı. Hukukçuların da ifade ettiği gibi Türkiye, Montrö’yü sadece uygulayan ülke değil aynı zamanda onu yorumlama hürriyetine de sahip.
Peki Türkiye Batı’dan hangi alanlarda ayrışıyor? Birincisi, ekonomik yaptırımlara henüz katılmadı; ikincisi, hava sahasını kapatmadı. Ekonomik yaptırımlara katılmama sebebi, Türkiye’nin diğer Batı ülkelerinden daha fazla Rusya’ya karşı kırılganlıkları var. Rusya, Türkiye’ye en fazla turist gönderen ülke, ikinci en fazla enerji sağlayan ülke konumunda. Yaklaşık 34 milyar dolarlık ticaret hacmi var iki ülke arasında. Mersin’de nükleer reaktör yapıyor. Liste uzayabilir… Dolayısıyla Rusya’ya karşı ekonomik kırılganlık var. Ve ekonomik krizden geçtiğimiz süreçte bu hadise gerçekleşiyor. Son olarak da Türkiye’nin bir yaptırımlar hafızası da var. Hem Körfez Savaşı sonrası Irak hem de İran yaptırımlara maruz kaldığında Ankara da maliyet ödedi. Bunlardan Türkiye de ciddi manada etkilendi. Diğer Batı ülkelerinden farkı, Türkiye’nin ciddi anlamda jeopolitik kırılganlıkları var. Kriz, çatışma alanlarında siz Rusya ile birebir hem çalışıyor hem çatışıyorsunuz. Rusya İdlib üzerinden yüz binlerce mülteci gönderebilir. Jeopolitik kırılganlık, Türkiye’yi anti-Rusya dozajını ayarlamak zorunda bırakıyor.
Türkiye Rusya-Ukrayna arasında klasik bir dengeleme siyaseti izlemiyor, yani net şekilde Ukrayna tarafında. Fakat asıl meselesi Rusya karşıtlığının boyutunu ve dozajını ayarlama. Türkiye siyasetinin parametrelerini ne belirler? Birinci nokta, bu krizin ne kadar derinleşeceği. Bu Rusya için uzun erimli bir batağa mı dönüşecek yoksa belli bir süre sonra Rusya kukla bir rejim inşa etmeyi başaracak mı, yoksa Batı Rusya ile jeopolitik kapışmasını daha üst zemine mi taşıyacak? Ayrıca Türkiye ile Batı arasında son dönemlerde gerçekleşen pozisyonel yakınlaşma aktif iş birliğine dönüşecek mi? Bu noktada Amerikalıların Türkiye’nin F-16 talebini karşılayıp karşılamaması bize bir şey söyleyecek. Bu alanlar, Türkiye’nin Rusya karşıtı dozajını belirlemede ciddi etkiye sahip olacak. Yaptırımlara aktif katılmayacak ama bu yaptırımların sistemik özelliği olması sebebiyle pasif katılmak zorunda kalabilir, en azından bir kısmına.
Türkiye’nin uluslararası konumuna gelecek olursak, durum şu son yıllarda Türkiye dış politikasının en moda tabiriyle “stratejik dengeleme, jeopolitik dengeleme” idi. Türkiye; Batı, Rusya, Çin arasında dengeleme siyasetini gözettiğini söylüyordu. Bu kavram Batı ile Rusya arasındaki ilişkilerin savaş değil rekabet kavramı ile değerlendirildiği bir dönem için geçerliydi. Eğer konuştuğumuz şey rekabet ise gri alanda kalabiliyorsunuz, dengeleme yapabiliyorsunuz ama eğer hadise savaşa dönüşmüş ise ve siz de kurumsal olarak NATO’nun parçası iseniz, orada stratejik dengeleme siyasetinin de limitlerine geliyorsunuz. Bu siyaseti kenara bırakmak zorunda değilsiniz ama bu siyasetin kullanım değerinin, süresinin epey limitlerine geldiğini göreceksiniz. Türkiye dış politikasının bu üst çatısını oluşturan çerçeve şu anda krize girdi. Yeni dönemin, Türkiye’nin NATO kimliğini daha fazla vurguladığı, daha fazla ön plana çıkardığı bir dönem olacağı kanaatindeyim. Ama Batı ile bu yakınlaşma iş birliğine dönüşecek mi, Batılılar aktif olarak karşılıklı kanalları açacak mı; bunun da önemli olacağı kanaatindeyim. Her hâlükârda Rusya’nın uluslararası sistem içinde paryaya dönüştüğü, dışarı atıldığı bir dönemde “Rusya ile Batı’yı dengelerim siyaseti”nin kullanım değerinin limitlerine geldik. Bunun hem dış hem iç politikada sorun olacağı kanaatindeyim.
Son yıllarda Türkiye’de bir Avrasyacı tahayyül revaçtaydı. Kanaatimce, bu Avrasyacı tahayyülün sonuna geldik. Avrasyacı tahayyülün Türkiye’nin iç ve dış politikası için bir gelecek oryantasyonu olmayacağı üç aşağı beş yukarı bu süreçte ortaya çıktı. Bundan sonra muhtemelen Kanal İstanbul hadisesi başka çerçevede tartışılacaktır. Toplumun Kanal İstanbul hassasiyetleri, soru işaretleri artacaktır.
Sistemik bir meseleden bahsediyoruz. Türkiye, Batı ile ilişkilerini büyük oranda sistemik, jeopolitik başlıklar belirledi. Biz 1856’da Paris Anlaşması’na Kırım Savaşı sonrası dahil olduk. NATO’ya Soğuk Savaş ve Sovyet tehdidinin sonucunda dahil olduk. Bugün de Türkiye-Batı ilişkilerinin geleceği Brüksel’deki bürokratlarca değil global süreçlerin bizi götürdüğü global süreçler, büyük güçler rekabeti tarafından belirlenecek.