Ruhbanlar şeffaflaştı

Etyen Mahçupyan

Sivil vesayet tartışmasını ortaya atanlar meselenin bu noktaya geleceğini pek tahmin etmiyorlardı muhtemelen. Kamuoyu baskısı altında hükümetin geri adım atacağını, böylece ‘bağımsız’ yargıya halel gelmeden Ergenekon’daki yeni dalgaların engellenebileceğini sandılar. Çünkü askerin prestijini ve güvenilirliğini yitirdiği bu süreçte, genel bir kamu reformunu durduracak tek etken ‘tarafsızlığı’ sorgulanmamış bir yargının bağımsız olarak kalabilmesiydi. Böylece aslında açıkça taraf olan üst yargı eliyle görünürde nesnel ve adil bir müdahale mümkün olacak, Ergenekon’un belki de yargıya uzanan kolları hasıraltında kalacak ve hükümetin dizginlenerek geriletilmesi sağlanacaktı.

Üst yargı bu konuda deneyimliydi. Benzer bir durum Şemdinli’de ortaya çıktığında savcı Ferhat Sarıkaya meslekten ihraç edilmiş ve hükümet bunu sineye çekmek zorunda kalmıştı. Bu kez ise gündemde doğrudan 3. Ordu Komutanı vardı. Geçtiğimiz ekim ayında Çatalarmut Barajı’nda ele geçirilen bomba ve mühimmatın izini takip eden savcılık, söz konusu Ordu Komutanı’nın yanında Erzincan İl Jandarma Komutanı’nın ve Jandarma İstihbarat Şube Müdürü’nün de bir ‘hazırlık’ içinde oldukları kanaatini veren ek bulgularla karşılaştı. Buraya kadar olay bir üst düzey Şemdinli planına benziyordu. Ne var ki aynı soruşturma savcılığın önüne bir isim daha çıkardı: Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner...

Cihaner’le ilgili haberler yaklaşık altı aydan beri medyada dolaşıyordu. Yetkili olmadığı halde İsmailağa cemaati hakkında soruşturma yürütmeye kalkan bu kendine özgü savcı, yirmi küsur ilde gözaltı kararları vermiş, aramalar yapmış, telefonları dinletmişti. Suç duyurusuna rağmen HSYK tarafından korunan Cihaner’e nihayet soruşturma açıldığında da, Cihaner bu soruşturmayı yürüten Özel Yetkili Savcı Osman Şanal’ın görevden alınmasını talep etmişti.

Böylece ortaya organik bir bağlantı sistemi çıktı. Üçüncü Ordu Komutanı’ndan başlayarak Jandarma İstihbarat’a, oradan ideolojik mücadele içindeki bir savcıya ve nihayet onu koruyan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na uzanan bu çizgi hem bir güce tekabül ediyor, hem de olağanüstü kırılganlık arz ediyordu. Çünkü zincirin halkaları fazlaydı ve en zayıf halka olan Cihaner’in üzerine gidilmesine hükümetçe karar verilmiş gözüküyordu. HSYK bu süreci hemen durdurmak zorunda olduğunu hissetti ve çarşamba sabahı toplanarak Erzurum’daki Ergenekon soruşturmasını yürüten Özel Yetkili Başsavcı Vekili ve Osman Şanal da dahil olmak üzere dört savcının yetkilerini aldı, ayrıca Erzurum Başsavcısı’nı da katarak hepsi hakkında suç duyurusunda bulundu.

Bunun tek anlamı üst yargının bir gövde gösterisine hazırlandığı, elinde tuttuğu gücü bir cephe savaşı mantığı içinde savunacağıdır. Nitekim Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu’ndan ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan HSYK’ya gelen destek de bu gözlemi doğruluyor. Ne var ki ortada epeyce ironik bir durum var... Her şeyden önce yetkisi alınan savcılar soruşturmaları belirli mahkeme kararlarına bağlı olarak yürütmekteler. Dolayısıyla HSYK aslında yargı mekanizmasını kadük etmiş oluyor. Üstelik bunu hukuki bir gerekçeye dayandırarak da yapmıyor ve zaten HSYK’nın görev alanı sadece idari meselelerle sınırlı. Öte yandan bu yöntemle bütün bir yargı sistemine gözdağı verilmiş, ‘eğer bizim istediğimiz türden davranmazsanız hepinizi meslekten atarız’ denmiş oluyor. Kısacası üst yargı artık ona yük getiren ‘hukuksal’ kisvesinden sıyrılmış, doğrudan asli işine, yani siyasete girmiş bulunuyor.

Galiba şeffaflaşma dediğimiz şey tam da bu... Türkiye’de yargının ‘bağımsız’ olma arzusunun altında siyaset yapma dürtüsünün yattığı bilinen bir olgu. Söz konusu bağımsızlığın hukuki değil de siyasi alanda kullanılacağının delili ise, aynı yargının ‘tarafsızlığı’ hazmetmek bir yana, açıkça resmî ideolojiden ve askerî vesayetten ‘taraf’ olması... Bu durum son dönemde üst yargıyı Ergenekon’un çekim havzasına doğru savurmuş gözüküyor. Bu son adım ise, ortada bir panik havasının olduğunu, artık ‘sahaya inilmesi’ gerektiği değerlendirmesinin yapıldığını ima ediyor. Böylece HSYK’nın hukukla hiçbir ilişkisi olmayan, tümüyle siyasi bir tasarrufta bulunarak bizzat hukuksal süreci engellemeye çalıştığına tanık oluyoruz.

Bu bir itiraf... Yargı mekanizmasının bir hukuk kurumu olmadığının, ideolojik siyasetin ve vesayet sisteminin ana direklerinden biri olduğunun itirafı... Tarafsız olamayan bir yargının niçin bağımsızlığı hak etmediğini ortaya koyan iyi bir örnek. Ve nihayet meşruiyeti kendi uhdesinde sayıp toplum ‘ruhbanlığına’ soyunmanın, nasıl bütün bir kurumu gayrımeşru hale getirebileceğini gösteren klasik bir vaka.

Aslında HSYK üyelerine, Birinci Yargıtay Başkanlık Kurulu’na ve Yargıtay Başsavcılığı’na toplum olarak teşekkür etmemiz lazım. Reform gereğini bundan daha iyi ortaya koyan bir adım atamazlardı. Yeter ki hükümet sağlam dursun...

TARAF