Kimiyle aile dostuyduk, kimiyle beraber seyahat ettik, kimiyle paneller, vs vasıtasıyla sık görüşürdük. Önemli bir kısmıyla muhabbetlerimizi hatırlıyorum. Gülencilerin devleti ele geçirme faaliyetlerinden dert yanar, bazısı KCK davalarını, bazısı OdaTV davasını bazısı da şike davasını ya da hepsini birden ‘cemaat’e bağlar, kıyasıya eleştirirdi. Hatta bu sohbetlerin bir kısmında kendimin ‘biraz abartmıyor musunuz?’ naifliğinde kaldığımı bile hatırlıyorum. İşte içinde bu kişilerin de olduğu bir kısım ‘aydın’ımız, 14 Aralık’ı bir milat kabul ederek demokrasiye darbe vurulduğunu iddia etmiş. Aşırı doz Erdoğan nefretinden tüm söylediklerini yutup, üç maymunu oynayarak, bildiriden ziyade riyakârlıkta yeni bir zirveye imza atmışlar.
Gürbüz Özaltınlı, “Bu aydınları okumayı reddediyorum” başlıklı yazısıyla mevcut riyakârlığa darbe vurmuş ve meseleyi etraflıca anlatmış:
“Ben, 14 Aralık’tan sonra “hükümeti girdiği tehlikeli yoldan dönmeye çağıran” bildirinin altında imzası olan aydınları okumayı artık reddediyorum. Okumayacağım, dinlemeyeceğim.
Bu bir protesto mu? Samimi konuşuyorsak; evet galiba protesto. Kızgınım o isimlere. Hiçbir imza da beni şaşırtmadı, sürpriz yok, onu da söyleyeyim.
Hakkaniyet, adalet duygusu, benim tanıdığım en önemli insan erdemidir. Sözü eğip bükmüyorum, açık söylüyorum; bu aydınlar adalet duygusunu kaybetmişler.
Fakat onların sesine kendimi kapatmamın tek nedeni protesto değil.
Açıklayayım.
Ortada nal gibi duran bir “Cemaat gerçeği” var. Küresel çapta yepyeni bir tecrübe. Dinsel söylemlerle Müslüman toplumlarda kendisine yer açma yeteneği olan; hayır-hizmet sektörlerinin dokunulmazlığına sığınan, devletin en güçlü iktidar mekanizmalarına- istihbarat, güvenlik, yargı bürokrasisine- sızma yöntemleriyle el koymayı amaç edinmiş, merkez takımı ABD’de üstlenmiş, İsrail ile iyi ilişkilerini asla gizleme ihtiyacı duymayan bir örgüt...
Çoluk çocuk bile bu örgütün yıllardır bürokraside güç biriktirdiğinin farkında. Askerî vesayetin tasfiyesi sürecinde bu gücün en önde rol aldığını bilmeyenimiz yok. Cumhuriyet tarihi boyunca merkezin dışında tutulmuş, devletin kıyısına yaklaştırılmamış sivil İslami siyaset 2002’de seçim kazanıp hükümeti kuruyor. Bakanlar koltuklarına oturduklarında kendilerine çay getiren personel bile “partili” değil. Bir yanda ordusuyla, yargısıyla hükümeti indirmeye; 28 Şubat’ı bin yıla yaymaya yeminli Cumhuriyet bürokrasisi, öteki yanda bu gücün belini kırıp tek başına bürokrasiye – yani iktidara- sahip olmaya odaklanmış Gülen örgütü...
(...)
Bu aydınlarımızsa baktıkları cepheden bir tek şey görüyorlar. Özgürlükleri kısıtlayan, demokrasiyi tehdit eden, giderek otoriterleşen bir hükümet. Onların görüş ufkuna Cemaat girmiyor. Resmin tamamına- göremeyen demiyorum- kasten bakmayanın adalet duygusuna güvenilebilir mi? Bu kadar ağır bir hakkaniyet kaybı olmasa, kendisine meydan okuyan sızmacı bir örgüt karşısında seçimle gelmiş meşru bir hükümet bu denli yalnız bırakılır mıydı? Bırakın yalnız bırakmayı, Cemaat görünmez kılınarak aslında bu mücadelede seçilmişlere karşı sızmacılar yanında yer alınmış olmuyor mu? “Düne kadar beraberdiniz” cümlesinden başka söz etmemenin neresi demokratlık? Evet beraberlerdi... Düne kadar... Şimdi ne diyorsun arkadaş; soru bu...
Kısacası, sadece bir protesto duygusuyla değil.
İşte bu nedenle de okumayacağım bu aydınları.
Resmi doğru anlatmadıkları için.
Daha açık söyleyeyim: Çarpıttıkları için.
Onların kaleminden bu ülke gerçeklerini öğrenme umudumu kaybettiğim için.
Demokrasi taleplerinin samimiyetine artık güvenim kalmadığı için...
Kapatıyorum gözlerimi bu adaletsizler topluluğuna.”
Yazının tamamı için: http://serbestiyet.com/bu-aydinlari-okumayi-reddediyorum/
Yeni Şafak