Başbakan da söylüyor, eline kalemi alan ya da ağzına mikrofon dayanan herkes de:
-Hükümet her türlü riski göze aldı!
Acaba risk ne?
Herhalde risk öngörüsünün en başında "sürecin başarıyla neticelenmemesi" ihtimali geliyor.
"Sürecin başarıyla neticelenmemesi" dediğimizde de "demokratik açılım"ın herhangi bir engelle karşılaşıp gerçekleştirilememesi, "demokratik açılım" diye yola çıkılıp, toplumun kamplara bölündüğü bir sosyal anaforun oluşması, bugüne kadar hiç olmadığı için şükredilen Türk-Kürt ayrışmasına yol açılması, Türkiye'nin bütünlüğünün tehlikeye girmesi vs. anlaşılabilir.
Bunları, "Her türlü riski göze aldık" diye nitelenen göze alınabilir riskler çerçevesinde değerlendirmek mümkün mü?
Bir de "AK Parti'nin oy kaybetmesi" risk olarak değerlendirilebilir ve bunu göze alma söz konusu olabilir.
Tabii ki, hükümet "Her türlü riski göze aldık" derken, şu yukarıda saydığım sonuçların doğmasını istiyor olamaz.
İlk saydığım riskleri göze almak ne kadar ülke açısından tehlikeli ise "AK Parti'nin oy kaybı"nı göze alıyor olması bile mümkün değildir. Çünkü AK Parti'nin oy kaybetmesi de sonuçta, açılımın toplum tarafından benimsenmediği anlamına gelir ki, ben, toplumun büyük çoğunluğu tarafından onaylanmayan bir açılımın sağlıklı olacağını düşünmüyorum.
Ama bence "risk" sektörü gelişiyor.
En başta hükümetin, sürecin kamuoyu boyutunu kontrol edememe durumu, riskin büyümesine yol açıyor.
Bakınız, "Açılım"ı sahiplenen medya mensuplarının da yönlendirmesi ile ortaya çıkan denkleme:
-Kürtler'e yönelik hak ihlalleri süreç içinde Türkler-Kürtler eksenine oturtuluyor ve sanki Türkler'in, Kürtler'in en tabii haklarını görmezden geldiği, yok saydığı, gasp ettiği teması vurgulanıyor.
-DTP'nin bir kesimi, terörün sonuç aldığı duygusuyla zafer çığlıkları atıyor.
-Şehitlere yönelik hassasiyet asla kaybedilen bir evladın acısını dengeleyemiyor ve sanki şehit kanlarına ihanet edildiği kanaati oluşuyor.
-"Demokratik açılım" söylemi, sistemin Türk-Kürt, Sünni-Alevi, Müslüman-Gayrimüslim ayırt etmeksizin yaptığı haksız uygulamaları ortadan kaldırmak üzere topyekûn bir sistem restorasyonunu gündeme almak yerine, önce Kürt, sonra gayrimüslim azınlık, bu arada Alevilik adımlarıyla, adeta sesi yüksek çıkan ya da uluslararası destek bulan kesimlerin Türkiye'ye dayatması niteliğine bürünüyor.
-Hükümet, içi boş bir "Açılım" girişimi ile bir anlamda çözüm paketinin oluşumunu esen rüzgarların etkisine bırakmış oluyor. Bizim Maraş tarafında bir söz vardır: Eşeğin kuyruğunu ortalıkta keserseniz, kimisi uzun olmuş der, kimisi kısa... Bu iş de ona benziyor. İçişleri Bakanı Atalay, bütün iyi niyeti ile görüşmelere başladı. Ama daha ilk görüştüğü grupla, "Açılım"ın üzerine bir renk sindi. Ben, İçişleri Bakanı Atalay ilk açıklamayı yaptığında bu işin adını "Demokratik açılım" diye koyduğunu not etmiştim. Ama o haber bile ertesi günkü medyaya "Kürt açılımı" diye yansıdı. Cumhurbaşkanı ve hükümet cenahı ısrarla "Demokratik Açılım-Kardeşlik ve Şefkat Projesi"ni vurguluyor ama medyadaki tüketim hep "Kürt açılımı"na dönüşüyor.
Şu anda görüşmeler sürüyor. Herhalde ortaya bir paket çıkacak ve paketle ilgili en belirgin soru şu olacak? Acaba açılım paketinde kimin rengi daha fazla? Öcalan'ın mı, DTP'nin mi, şehit ailelerinin mi, ABD'nin mi, AB'nin mi? Kimin? Bu soru önlenebilir mi? Bir kere, "Öcalan'ın yol
haritası" diye bir olgu, Emine Ayna tarafından gelen rüzgârları es geçsek bile, medya tarafından sırf haber kaygısıyla verilen bilgilerle gündeme oturmuş durumda.
-MHP'nin ve CHP'nin tavrı başlı başına bir sorun. Bir kere şu kesin: Ne CHP ne de MHP, bu tavrıyla ülkede bir barış iklimi gerçekleştiremez. Yani, CHP ve MHP, iktidar olsalar, güç kullanımı dışında ülkede sükûneti sağlama imkânı olmaz. Güç kullanmanın sükûneti sağlayamayacağı ise, 80 yıllık ülke gerçeği ile ortada.
-Aynı durum DTP, PKK tavrı için de söz konusu. Ahmet Türk, neredeyse kendi camiasında marjinal kalıyor. DTP içinde etkin bir grup, "Öcalan'dan daha Öcalan'cı" bir söylem sürdürüyor. O söylem de savaş söylemi. O söylemle el ele tutuşmak da mümkün değil.
-Bununla birlikte... CHP ve MHP'nin ısrarla, dozunu yükselterek sürdürdüğü protest tavrın, toplumda hiçbir yankı uyandırmadığını söylemek de mümkün değil. Buna karşılık, DTP içindeki grubun savaş söyleminin de Kürtler arasında bir karşılığı var. AK Parti, her iki uç noktasından bakıldığında, bütün toplum kesimleriyle iletişim bakımından itidali temsil ediyor. Ama yaşanan tartışma süreci, bir yandan Kürt camiasının beklentilerini, diğer yandan Türk camiasındaki burukluğu telafi edemeyebilir. İşte orada, "risk" doğuyor. Hem AK Parti'nin zemin kaybı riski, hem toplumsal kutuplaşma riski...
Emre Uslu, Yeni Şafak'ta "Açılımın en zor kısmı Türkler'i ikna etmek" diye yazmış. O Türkler'de "Biz kardeşiz ve Kürtler'e karşı yanlış yapmadık" duygusu bulunduğunu ve bunu ortadan kaldırmanın çok zor olduğunu ifade ediyor. Emre Uslu, bu "yok sayma"yı, "küçük görme"yi, "toplumdan dışlama"yı var sayıyor. İşte sorun bu. Türkler'in kendi kendilerini suçlu görerek, Kürtler için açılım yapması. AK Parti bu mecraya sokulan bir gerilimi göğüsleyebilir mi?
Son söz: Risk ne, onun tahlilini iyi yapmak gerekiyor.
BUGÜN