Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Yüce Allah’a hamd, Resulüne selam olsun. Resul serisinin on birinci yazısında, Resul ile ilgili çeşitli konuları irdelemeyi sürdüreceğiz. Yüce Allah’tan bizleri doğrulara ulaştırmasını niyaz ediyoruz.
Resullere indirilen dinler aynıyken, şeriatlar farklı mıdır?
Yüce Allah’ın tüm Resuller ve dolayısıyla tüm insanlar için razı olduğu din tektir ve buda İslam’dır. Nitekim bu çerçevede Kur’an’ı Kerimde şöyle buyrulur:
“Şüphe yok ki, Allah katında tek (hak) din, İslâm Dinidir. Kendilerine kitap verilenler (Yahudi ve Hıristiyanlar), kendilerine ilim geldikten sonra, sadece aralarındaki kıskançlık ve başkaldırı yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Kim Allah'ın ayetlerini inkâr ederse, (bilsin ki) gerçekten Allah, hesabı pek çabuk görendir.”[1]
“Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam'ı seçip-beğendim.”[2]
“(Bundan sonra) kim, İslâm’dan başka bir din ararsa o din, ondan asla kabul edilmeyecek ve o kimse, ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır.”[3]
Görüldüğü gibi, yüce Allah bu ayetlerde kendisinin katında makbul olan tek dinin de, kullarından kabul edip razı olacağı tek hayat düzeninin de İslam olacağını açıklıkla beyan buyurmuştur. Ayrıca yine Allah (c.c.) iman eden tüm müminlere, ortak bir isim vermiş ve onları Müslümanlar olarak isimlendirmiştir:
“Allah adına gerektiği gibi cihat edin. O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir, atanız İbrahim'in dini(nde olduğu gibi). O (Allah) bundan daha önce de, bunda (Kur'an'da) da sizi 'Müslümanlar' olarak isimlendirdi; (Bunu) peygamber size şahit/örnek olsun, siz de diğer insanlara şahit/örnek olasınız diye (yaptı). Artık namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah'a (emirlerine) sımsıkı tutunun. O sizin koruyucunuzdur. (Allah) ne güzel koruyucu ve ne güzel yardımcıdır!”
Tüm peygamberlere gönderilen din İslam’sa ve bu dine inananlarda Müslümanlar olarak isimlendiriliyorsa, o zaman peygamberlere indirilenler arasında ciddi bir fark olabilir mi? Şayet bir fark varsa, bu ne oranda olabilir? Bu sorulara yukarıya aldığımız ayetleri de dikkate alarak cevap vermeye çalışalım. Bu çerçevede ayetlere baktığımızda, peygamberlere indirilen dinler arasında, kayda değer bir farklılık olmadığını görürüz. Nitekim Allah’a, ahirete ve peygamberlere dönük inançlarda, ahlaki ilkelerde, evrenin oluşumu ve tarihi olaylar ile ilgili verilen haberlerde, ahkâmın indiriliş gayesi ve sünnetullah’ın işleyişine dönük bilgilendirmelerde ve daha benzeri pek çok konuda hiçbir farklılığın olmadığını rahatlıkla görebiliriz. Zaten, Peygamberlere indirilen vahyin ortaya koyduğu temel ilkelerde, bir değişikliğin olması mümkün de değildir. Sadece zamana, mekâna ve konjonktüre göre değişen detay meselelerde ufak tefek değişiklikler olması mümkündür. Bu ise peygamberlere indirilen tüm vahye oranla, ancak yüzde birlik bir farklılığa karşılık gelmektedir.
Bu dediklerimizi biraz açalım. Bütün peygamberlere indirilen vahiyde, insan- Allah, insan- insan, insan-eşya, insan-doğa ilişkisinin nasıl olması gerektiğine dönük cevaplarda bir farklılık yoktur. Yine tüm peygamberlerde, indirilen hukukun gayesi; kişilerin, din, can, akıl, mal ve nesil emniyetini sağlamaktır. Aynı şekilde bütün peygamberlere indirilen vahiylerde üstünlük ölçüsü de sadece takvadır. Yanı sıra hükümler de, kolaylaştırıcılık, adaletin tesisi, özgürlüğün muhafazası, nimetlerin adaletli bir şekilde paylaşımı gibi temel ilkeler doğrultusunda inmiştir. Ayrıca, ders almak üzere evren ve tarihle ilgili bildirilen ve haber niteliği taşıyan vahiyde de hiçbir değişiklik ve çelişki de söz konusu değildir. Sonuç itibariyle, çeşitli dönemlerde peygamberlere indirilen vahiyler arasında, temel düzeyde hiçbir farklılık yoktur. Hepsinde amaç, insanın kulluk sınırları içinde dünya ve ahiret mutluluğuna ulaştırılmasıdır. Bu nedenle peygamberlere indirilenlere vurgu yapıldığında da, onların sorumluluklarına değinildiğinde de, onların tutumlarından haber verildiğinde de, bir ayrışmadan öte, bir aynılıktan, hak çizgideki bir süreklilikten, aynı zincirin çeşitli zaman ve yerlerdeki halkalarından bahsedildiğini görürüz. Nitekim yüce rabbimiz, peygamberlerden birçoğunun mücadelesine vurgu yaptıktan sonra şöyle buyurmaktadır:
“İşte bu sizin ümmetiniz bir tek bir ümmettir. Ben de (sizin) Rabbinizim. Onun için sadece bana kulluk edin.”[4]
Hz. Muhammed (as.)’da peygamberlerin aynı zincirin halkaları olduğu gerçeğini şöyle açıklar: “Ben Meryem oğluna insanların en evlası (en yakını)yım. Zaten bütün nebiler, anneleri ayrı, babaları bir evlattırlar ( Hz. İbrahim’in çocuklarıdırlar”[5]
Dolayısıyla, Peygamberlere indirilen vahyin yüzde doksan dokuzu aynıdır. Yüzde biri ise, yine yüce Rabbin kullarına dönük rahmet ve kolaylaştırmanın bir yansıması olarak sadece ahkâm alanındaki bazı farklılıkları içerir. Bunlara bazı örnekler verelim:
İsrail oğulları[6], Allah’ın kendilerine helal kıldığı bazı şeyleri, haddi aşarak kendilerine yasaklamış ve bir süre sonra da, Allah bize bunları haram kılmıştır demeye başlamışlardı. Yüce Rabbimiz başka bir peygamberi (Hz. Muhammed’i) gönderdiğinde bu yanlışı düzeltme görevini de kendisine yüklemişti: “O (Ehl-i Kitap ola)nlar ki, ellerindeki Tevrat'ta ve (daha sonra da) İncil'de tanımlanmış, ümmi (okur-yazar olmayan) peygambere uyarlar. (Ve o elçi ki) onlara yapılması doğru olanı tavsiye edip yapılması yanlış olanı yasaklar. Yine onlara temiz ve hoş şeyleri helal, kötü ve çirkin şeyleri haram kılar. Onların üzerlerindeki ağır yükleri ve zincirleri (İsrail oğullarının kendi kendilerine haram kıldıklarını) kaldırır. Ve sonuç olarak, ona inanan, onu yüce tutup destekleyen ve yücelerden bahşedilen nurun ardına onunla birlikte düşenler; işte böyleleri, nihai kurtuluşa, esenliğe erişen kimselerdir.”[7]
Ve böylelikle yüce Allah, Hz. Muhammed’e indirdiği vahiyle, haram olan şeylerin çok az olduğunu ilan ettirip kullarının üstlerine aldıkları yükleri/zincirleri kaldırıp, onlara işlerini kolaylaştırmıştı. Ama azgınlıklarında direten İsrail oğulları, bu kolaylaştırmayı içeren bu hükümlere de itiraz etmiş ve bu haramlar nasıl helal olabilir demişlerdi. Bunun üzerine yüce Allah:
“Tevrat indirilmeden önce, İsrail(oğulları)in] kendisine yasakladığı şeyler dışında bütün yiyecekler onlara helal idi. De ki: “Eğer söylediklerinizde samimi iseniz Tevrat'ı getirin de onu okuyun!”[8] diye buyurarak, onların yalanlarını ve azgınlıklarını ortaya sermişti.
Aynı şekilde yüce Allah, Yahudilere ceza olarak tırnaklı hayvanları ve bazı iç yağları haram kılmıştır. Nitekim ayette şöyle buyrulur: ”Yahudi olanlara her tırnaklı (hayvanı) haram kıldık. Sığırlardan ve koyunlardan, sırtlarına veya bağırsaklarına yapışan veya kemiğe karışanlar dışında iç yağlarını da onlara haram kıldık. 'Azgınlık ve hakka tecavüzde bulunmaları' nedeniyle onları böyle cezalandırdık”[9]
Hz. Muhammed’e indirilen vahiyde ise çok sınırlı şeyin dışında, insanlara bir şeyin haram kılınmadığının, Hz. Peygamber tarafından ilan edilmesinin emredildiğini görüyoruz:
“De ki: "Bana vahyolunanda, (bu haram dediklerinizi) yiyen kimse için haram edilmiş bir şey bulamıyorum. Ancak leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti ki bu gerçekten pistir yahut Allah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvan olursa, bunlar haramdır. Kim de çaresiz kalırsa açgözlüce saldırmadan ve zaruri ihtiyacını da aşmadan (isteksiz olarak yerse bunda bir sakınca yoktur). Çünkü şüphesiz Rabbin çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”[10]
Peygamberlere indirilen farklı hükümlerden birinin de hırsızlığa verilen ceza olduğunu söyleyebiliriz. Kur’an’da haber verildiğine göre Hz. Yakup (as.) “
(Mısırlılar): “Eğer yalan söylüyorsanız (sizin dininize göre hırsızlığın) cezâsı nedir?” dediler. Onlar (Yusuf’un kardeşleri)da: “Cezası, su kabı kimin yükünde bulunursa, o kimsenin kendisi(nin alıkonması) onun cezasıdır. Biz zalimleri böyle cezalandırırız” dediler.”[11]
Hâlbuki bildiğimiz gibi, zorlayıcı bir sebep olmadan, belli bir nisap oranında yapılan hırsızlığın cezası, Hz. Muhammedin şeriatında el kesmedir.[12]
Yukarıya aldığımız örneklerden, peygamberlere indirilen farklı hükümlerin, inanç esaslarına, ahlaki ilkelere ve benzeri hükümlere ilişkin olmadığını, daha fazla detayla ilgili hükümleri(Cumartesi yasağı gibi.)[13] kapsadığı görülmektedir. Zaten olması gereken de budur. Zira bütün peygamberlerin dinleri İslam’dır. Dolayısıyla herhangi bir peygambere, haksız kazancın meşru görülmesi, suçun karşılığını aşan bir cezanın emredilmesi, anne babaya eziyete izin veren bir hükmün indirilmesi asla mümkün değildir.
Bu nedenle peygamberlere farklı şeriatlerin indirildiğine delil olarak zikredilen aşağıda anlamını vereceğimiz ayetten hareketle, bu farklılıkları abartmamak gerekmektedir. Ayeti kerimeye bakalım:
“Sana da (Ey peygamber!) senden önceki (İlahi) kitap(ların asılların)ı tasdik edici ve onlara gözcü/koruyucu olmak üzere Hak olan Kitab'ı (Kur'an'ı) indirdik. O halde (seni hakem seçtikleri takdirde) sen de Allah'ın indirdiği ile aralarında hükmet! Gerçek olan sana gelmişken onların heveslerine uyma! Her biriniz için bir şeriat, bir minhac/yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı (insanların iradelerini alır, hepsi zorunlu olarak Allah’a teslim olurdu.), fakat bu, verdikleriyle sizi denemesi içindir. O halde iyiliklere koşun! Hepinizin dönüşü Allah'adır. O hakkında ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirecektir.”[14]
Bu ayette geçen şeriat ile minhac kelimelerini birbirini tekit ve teyit eden kavramlar olarak anlamamıza engel bir durum yoktur. (tıpkı din ve millet kavramları gibi.) Nitekim bazı âlimlerimiz de şeriat ve Minhacı din anlamında anlamanın daha isabetli olacağı fikrindedirler.[15] Şeriat Sözlükte “bir yöne doğru açılarak uzayıp gitmek, açık olmak; açık hale getirmek” anlamlarındaki şer‘ kökünden türeyen şerîat (çoğulu şerâi‘) ve şir‘at kelimeleri “insanların ya da hayvanların su içtiği, açıkta olan ve kesilmeyen akarsu; bu suya giden yollar” manalarına gelmektedir.[16] Kavram olarak şeriat, Kur’an’da dört yerde de geçmekte[17] ve dördünde de din anlamında kullanılmaktadır:
“O: "Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye dinden Nuh'a buyurduğunu, sana vahiy ettiğimizi ve İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya buyurduğumuzu sizin için de bir şeriat kıldı.”[18] Zaten tüm peygamberlerin dini aynı olduğu gibi, kendilerine emredilen yol, istikamet ve temel hedefler de aynıdır. Bundan dolayıdır ki Kur’an’da Hz. Muhammed’e şöyle emredilir:
“De ki: "Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakup’a ve onların evlatlarına indirilene; Musa'ya, İsa'ya ve (diğer) peygamberlere Rableri tarafından verilenlere iman ettik. Onların hiçbiri arasında bir ayrım yapmayız. Ve biz O'na (Allah'a) teslim olmuş kimseleriz. Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, bu kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette kaybedenlerden olacaktır."[19] Çünkü onlara indirilen şeriat/din aynıdır;
“O: "Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye dinden Nuh'a buyurduğunu, sana vahiy ettiğimizi ve İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya buyurduğumuzu sizin için de bir şeriat kıldı.”[20]
Yukarıda ki ayetlerde şeriat, dinle aynı anlamda kullanılmış ve bu ayetlerde peygamberler arasında ayırıma değil, aynılığa vurgu yapılmıştır. Bu nedenle şeriat kavramı, sadece fıkhi konuları kapsayacak şekilde Kur’an’da kullanılmamıştır. Ama sonraki dönemde âlimlerimiz arasında bu kavram dönüşüm geçirerek, çoğunlukla sadece fıkhi hükümler anlamında kavramsallaşmış ve çoğunlukla böyle kullanılmıştır.[21] (Tıpkı sünnet kavramındaki dönüşüm gibi.) Bu nedenle, şeriat kavramını sadece ameli hükümler anlamında yorumlarsak ta bu farkın yukarıda ifade ettiğimiz çok sınırlı bir fark olduğunu unutmamalıyız. Nitekim şeriatlar arasında fark vardır diyen âlimlerimiz de, şeriat kavramını din anlamında değil, fıkhi hükümleri ifade edecek şekilde kullanmaktadırlar
Şimdi de Resul/Nebi konusunun başka bir sorusuna cevap bulmaya çalışacağız; acaba Resuller bütün toplumlara gönderilmiş midir?
Resuller her topluma gönderilmiş midir?
Kur’an’ı Kerimde, her topluma Resullerin gönderildiği net bir şekilde ifade edilmektedir.
Konuyla ilgili bazı ayeti kerimeler:
“Rabbin, ülkelerin merkezî yerlerine, kendilerine ayetlerimizi okuyan bir peygamber göndermedikçe oraları helâk edici değildir. Zaten biz, halkları zalim olmadıkça memleketleri helâk etmeyiz.”[22]
“Kim hak yola gelirse, ancak kendi lehine hak yola gelir ve kim de sapıtırsa ancak kendi aleyhine sapıtır. Hiçbir günahkâr bir başkasının günahını yüklenemez. Biz, bir Peygamber göndermedikçe de kimseye azap etmeyiz”[23]
“Andolsun ki biz her topluma: “Allah'a kulluk edin, şeytana ve şeytanlaşmış insanlara kulluk etmekten sakının” diyen bir peygamber gönderdik. (Onların) kimini Allah (niyet ve gayretlerine göre) doğru yola iletti, kimi de (inatları yüzünden) sapıklığı hak etti. Yeryüzünde geziniz de peygamberlerini yalanlayanların sonunun ne olduğunu görünüz!”[24]
“Şüphesiz Biz, seni hak ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Bütün ümmetlerin içerisinden mutlaka bir uyarıcı (Peygamber) gelip geçmiştir.”[25]
“(Hatta Biz,) daha önce sana anlattığımız Peygamberlerle birlikte, sana anlatmadığımız başka Resullere de (vahiy ettik). Ve Allah Musa ile de özel bir şekilde konuştu (İşte Biz, bu) Peygamberleri, insanların Peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri kalmasın diye müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdik. Şüphesiz Allah, çok güçlüdür, hüküm (ve hikmet) sahibidir.”[26]
“Her ümmet için mutlaka bir elçi olagelmiştir: ancak (her ümmetin) elçisi geldikten [ve tebliğini yaptıktan] sonra onlar hakkında bütünüyle adaletle yargıda bulunulur ve onlara asla haksızlık yapılmaz.”[27]
Yukarıya aldığımız ayetlerde, çok net olarak peygamber gönderilmemesi durumunda, insanların kendilerini kuşatan şartları mazeret olarak söyleyebileceklerine işaret edilmektedir. Zira insanların, akıllarıyla çok temel ve evrensel değerleri bilme imkânları olmakla birlikte, kendilerini ve toplumlarını, vahyin rehberliği olmadan, sadece akıllarıyla ihtilaflardan koruma, kurtarma ve onları dünya ve ahiret mutluluğuna ulaştırma imkânları yok denecek kadar azdır. Nitekim vahiyden önce Hz. Muhammed ve Hz. Musa’nın bile dal halinde olduğu (kendilerini ve insanları tam olarak nasıl kurtaracağını bilememe bilgisizliği/çaresizliği içinde oldukları) bize açıkça bildirilmektedir.[28] Bu nedenle ayetlerde her topluma peygamber gönderildiği ve bundan sonra mazeretlerinin kalmayacağı hatırlatılmaktadır. Hatta kıyamet gününde ki ortam tablolaştırılarak şöyle buyrulmaktadır;
“Neredeyse cehennem öfkeden çatlayacaktır! Oraya her bir topluluk atıldıkça oranın bekçileri onlara, “Size bir uyarıcı gelmemiş miydi?” diye sorarlar.” Onlar da şöyle derler: “Evet, bize bir uyarıcı gelmişti. Fakat biz onu yalanlamış ve ‘Allah hiçbir şey indirmemiştir. Siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz’ demiştik.”[29]
Evet, görüldüğü gibi Kur’an, ahiretteki cezalandırma sırasında da, kâfirlerin bir mazeret ortaya koyamadıklarını ve kendilerine bütün bunları apaçık anlatan elçilerin geldiğini itiraf ettiklerini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla net olarak anlıyoruz ki hiç kimseye haksızlık yapılmamakta ve kimse habersiz bir şekilde cezalandırılmamaktadır.
Yalnız bununla beraber, Kur’an’da belli bazı dönemlerde peygamberlerin gelmediği de söylenmektedir. Acaba bu ayetler nasıl anlaşılmalıdır? Peygamberlerin gönderilmediği dönemlerden söz eden ayetlere bakalım: Yoksa:
“Onu (Muhammed) uydurdu” mu diyorlar? Hayır; o, Rabbinden olan bir haktır; senden önce kendilerine uyarıcı gelmemiş olan bir kavmi uyarman için (onu sana indirdik). Umulur ki doğru yolu bulurlar.”[30]
“Ey kitap ehli! Peygamberlerin arası kesildiği bir sırada, “Bize ne müjdeleyici bir peygamber geldi, ne de bir uyarıcı” demeyesiniz diye, işte size (hakikati) açıklayan elçimiz (Muhammed) geldi. (Evet,) size bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmiştir. Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.”[31]
Bu ayetlerden anlaşılıyor ki bazı zaman dilimlerinde, bazı yerlere peygamber gönderilmemiştir. O zaman, her topluma Resul gönderildiğine ve peygamber gönderilmeden kimsenin cezalandırılmayacağına dönük bildirimler kesin ve açık olduğuna göre, bu konuyu şöyle değerlendirebiliriz.
a-)Peygamberlerin gönderilmediği dönemlerde de, önceden gönderilen peygamberlerin mesajlarına, yakın topluluklar vasıtasıyla haberdar olma imkânı vardır. Tıpkı Arabistan’da Hz. İbrahim’in dinine geleneğin doğru boyutlarının ve bazı Haniflerin şahsında, temel doğrulara ulaşma imkânının olması gibi. Aynı şekilde insanların, temel doğrulara sınırlı bir kısmı tahrif edilen Tevrat ve İncil üzerinde de ulaşabilme imkânlarının olduğunu söylenebilir.
b-)Peygamber gönderilmeme durumu çok istisnai durumlar için söz konusu olmuştur ve bu istisnai zamanlarda da yüce Allah insanları, bir şeyin olumluluk ve olumsuzluğu üzerinde birleştiği konulardan sorumlu tutacaktır. Haksız yere adam öldürmenin, çalmanın ve her türlü haksızlığın kötü olduğu, varlık âleminin faydasına olan her türlü eylemin de iyi olduğunu bilme ve bu ilkelere göre davranma sorumluluğu gibi. Detay konularda da ise, yüce Allah hiç kimseyi sorumlu tutmayacaktır. Zira;
“ (Yüce) Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden daha fazlasını yüklemez.”[32]
”(yüce) Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez.”[33]
“ (Yüce Allah) rahmet etmeyi kendi üstüne yazmış(acımayı kendisine prensip edinmiş)tir.[34]“
c-) Ayetlerde bahsedilen durum, vahyin temel ilkelerinden haberdar olmamayı değil, bazı kavim ve topluluklara yakın zaman içinde direk peygamber gönderilmediğini haber vermektedir. Böyle olan toplumlarda, önceden gönderilen vahyin mesajlarına bir yolla ulaşma imkânına sahiptiler. Tıpkı Hz. Muhammed (as.)’ten sonraki toplumların durumu gibi. O günkü Mekke toplumu, İbrahim (as.)’ın öğretilerine, Yahudi toplumda Tevrat’a ulaşma imkânına sahiptiler.
Hz. Muhammed bütün insanlığa gönderilen son Resul mudur?
Bu konuyu ele alan ayeti kerimelere bakalım;
“De ki: "Ey insanlar! Ben, göklerin ve yerin mülkiyeti kendisine ait olan, kendisinden başka ilah olmayan, öldüren ve dirilten Allah tarafından sizin tümünüze gönderilmiş bir peygamberim. Allah'a ve O'nun, Allah'a ve sözlerine iman eden, okuma yazma bilmeyen nebi peygamberine iman edin ve ona uyun; olur ki doğru yola erersiniz.”[35]
“Biz, seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler.”[36]
“Ey insanlar! Şüphesiz Peygamber size Rabbinizden hakla (Kur'an'la) geldi. Öyleyse iman etmeniz sizin için hayırlıdır. Eğer inkâr ederseniz biliniz ki, şüphesiz göklerde ve yerde olanların tümü Allah'ındır (O'nun sizin imanınıza ihtiyacı yoktur). Allah (her şeyi) hakkıyla bilendir, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir.”[37]
“(Ey Resulüm!) De ki: “Bu (tebliğ görevi için) ben sizden hiçbir ücret istemiyorum ve ben kendiliğinden bir teklif getirenlerden de değilim. Bu (Kur'an), âlemler için yalnızca bir zikir (öğüt ve hatırlatma)dir.”[38]
“Ey Muhammed! Seni bütün insanlığa bir elçi olarak gönderdik. Buna, şahit olarak Allah yeter.”[39]
“Âlemlere uyarıcı olsun diye, kuluna Furkan'ı indiren (Allah) ne yücedir.”[40]
De ki: 'Ben bunun için sizden bir ücret istemiyorum. O (Kur'an), âlemlere bir 'öğüt ve hatırlatmadan' başkası değildir.'
Şimdi de aynı konuya değinen hadislere bakalım:
Hz. Cabir radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: "Bana beş şey verilmiştir ki, bunlar benden önceki peygamberlerden hiçbirine verilmemiştir. - Her peygamber sadece kendi kavmine gönderilmiştir. Ben ise kırmızılara (Acemlere) ve siyahlara (Araplara) da gönderildim. - Bana ganimetler helal kılındı. Hâlbuki benden öncekilerden kimseye helal değildi. - Yer bana temiz, pak ve mescit kılındı. Her kim namaz vaktine girerse, nerede olursa olsun namazını kılar. - Ben, bir aylık mesafede olan düşmanımın içine düşen bir korku ile yardıma mazhar oldum. - Bana şefaat (etme yetkisi) verildi."[41]
"Benimle benden önceki diğer peygamberlerin durumu mükemmel ve güzel bir ev yapan fakat sadece köşelerinin birinde bir kerpiçlik yeri boş bırakan bir adama benzer. Halk, evi hayran hayran dolaşmaya başlar ve o eksikliği görüp 'Bu boşluğa bir kerpiç konulmayacak mı?' der. İşte ben bu kerpicim, ben peygamberlerin sonuncusuyum."[42]
Ayetlerden ve ayetleri teyit eden sahih hadislerden anlaşıldığı gibi, Hz. Muhammed (s.a.v) tüm insanlara gönderilen son Resul ve Nebidir. Elbette burada Resul ifadesini kavram anlamında, yani yüce Allah’ın Resulü/elçisi anlamında kullanıyoruz. Yoksa daha önce söylediğimiz gibi, kelime anlamıyla sayısız Resuller olacaktır. Bu elçilerden bazıları şeytanın elçisi, bazıları Amerikan elçisi, bazıları Rus elçisi, bazıları Hristiyanların, bazıları da Müslümanların elçisi olacaktır. Ama Yüce Allah’ın elçisi olma unvanını taşıyan gerçek hiçbir Resul kıyamette kadar gelmeyecektir. Zira yüce Allah diğer kitapların aksine insanlara rehberlik edecek Kur’an’ı /Kitabı bozulmaktan korumuş ve tekrar bir peygamberin gönderilişini Müslümanlar ve insanlık için oluşturacağı yeni sorunlar nedeniyle hikmetli bulmamıştır. (Nitekim bu serinin daha önce yazdığımız yazıların birinde kısaca niçin hikmetli olmayabileceğinin üzerinde durmuştuk. Tıpkı yüce Allah’ın Hz. Muhammed’e açık mucize indirmeyi hikmetli bulmayışı gibi) Elbette bizi bu düşünceye götüren temel faktör, yüce Allah’ın “varlık âlemine iyilik yapmayı kendisine yasa haline getiren yüce zat olduğu halde,[43] Hz. Muhammed’i son elçi kılmaya hükmetmesidir. Bu günkü şartlarda gönderilecek yeni bir peygamber, insanlar ve Müslümanlar için, birliğe, kolaylığa, rahmete sebep olacak olsaydı, yüce Rabbimiz kesinlikle bizlere yeni bir peygamber gönderirdi. Zira o; kesinlikle Müslümanların/iyilerin birliğini isteyen[44] iyilere kolaylaştırmayı dileyen,[45] onlara (iyilere) rahmet etmeyi kendisine farz kılan,[46] bu lütuflarında da son derece cömert olan[47]ve vadine de sadık olanların en hayırlısı olan yücelerin yücesi bir zattır.
Ayrıca Hz. Muhammed’din tüm insanlara ve son peygamber olarak gönderildiğini teyit eden en önemli ve kuvvetli delillerden birisi de ümmettin bu konuda ittifak etmesi ve bu ittifakın her devirden on binlerce insan tarafından bize nakledilmesidir.
Peygamberler arasında takva açısından fark var mıdır?
Peygamberler, salih insanlardan derece olarak üstün oldukları gibi, kendi aralarında da takva açısından farklıdırlar. Zira peygamberler iradeleri alınan (haşa) robotlar değil, bizler gibi birer insandırlar ve aralarında doğal olarak akıl ve iradelerini farklı kullanmaktan kaynaklanan derece farkları olacaktır.
Konuyla ilgili ayeti kerimelere bakalım;
“Rabbin, göklerde ve yerde olan kimseleri daha iyi bilir (O, peygamber olmağa kimi layık görürse onu seçer). Andolsun ki biz, peygamberlerin kimini kimine üstün kıldık, Davud'a da Zebur'u verdik.”[48]
“İşte bu elçiler; bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. Onlardan, Allah'ın kendileriyle konuştuğu ve derecelerle yükselttiği vardır. Meryem oğlu İsa'ya apaçık belgeler verdik ve O'nu Ruhu'l-Kudüs'le destekledik. Şayet Allah (onlara zorla bir şeyi yaptırmayı) dileseydi, (onların özgür iradesini alırdıda) kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, onların peşinden gelen (ümmet)ler, birbirlerini öldürmezdi. Ancak ihtilafa düştüler; onlardan kimi inandı, kimi inkâr etti. Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah dilediğini yapandır.”[49]
“İşte bu, kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz delillerimizdir. (Amellerine bağlı olarak ve sınırsız hikmetimizle) dilediğimiz kimselerin derecelerini yükseltiriz. Şüphesiz ki, Rabbin hüküm ve hikmet sahibidir ve her şeyi hakkıyla bilendir. Biz ona İshak'ı ve (onun oğlu) Yakub'u bağışladık ve her birini hidayete (peygamberliğe) erdirdik.”[50]
Ayetlerden açıkça anlaşıldığı gibi, peygamberler arasında da derece farkı vardır ve bunun sebebi de onların özgür iradeleriyle yaptıkları tercihler ve amellerdir. Nitekim onlar zaten bu tercih, amel, ihlas ve niyetlerindeki üstünlükleri sebebiyle yüce Allah tarafından elçi seçilmiş ve genel Müslümanlardan daha üst bir konuma yükseltilmişlerdi. Nitekim yüce Allah bu gerçeği şöyle ifade buyurmaktadır; “Zekeriya’yı, Yahya’yı, İsa’yı, İlyas’ı doğru yola erdirmiştik. Bunların hepsi salih kimselerden idi. ve İsmail'e, Elyesa'ya, Yunus'a ve Lût[a da]. Ve biz onlardan her birini diğer insanlara üstün kıldık”[51] Evet peygamberler nasıl amellerinden dolayı üstün bir konuma çıkmışlarsa, deyim yerindeyse “şampiyonlar liginde” mücadele etmişlerse, kendi aralarında da yine kendi kazanımlardan kaynaklanan farklı derecelerinin olacağı açıktır. Nitekim yüce rabbimiz, peygamberlerden Eyüp (as.)’ü açıkça sabrından dolayı övmekte ve babamız Âdem (as) ve Yunus (as.)’u da açıkça kınamaktadır. Şu ayeti kerimelere bakalım:
“(Eyyüb’e:) “Eline bir demet sap al da onunla (zevcene) vur ve yeminini bozma!”(dedik). Gerçekten biz onu sabırlı bir kimse olarak bulduk. (O) ne iyi kuldu! Hakikaten o, daima (Allah'a) yönelen bir kimse idi.”[52]
“Andolsun biz, önceden Âdem’e (o ağaçtan yememesini) emretmiştik, unuttu. Biz onda bir azim (ve sebat) bulmadık.”[53]
“Sen Rabbinin (inkârcılara mühlet vermesine dair) hükmünü sabırla bekle! Balığın yuttuğu (Yunus) gibi olma! O, balığın karnında (inanmayan kavmini rabbinden izinsiz terk ettiği için pişman olmuş) pek üzgün olarak Rabbine seslenmişti”[54]
Ayetlerden açıkça anlaşıldığı gibi, peygamberlerde kendi aralarında farklı derecelere sahiptirler. Bu nedenle, “ 'O'nun elçileri arasında hiç birini (diğerinden) ayırt etmeyiz.”[55] Ayetini delil getirerek, peygamberler arasında derece farkı olmadığını söyleyenlerin yanıldıkları da açıktır. Zira bu ayetten anlaşılması gereken şey, peygamberlerin tümüne ve kendilerine indirilenlere iman etmektir. Nitekim aynı vurguyu içeren, ama daha geniş bir açıklamayla indirilen şu ayette tespitimizin isabetli olduğunu ortaya koymaktadır.
“(Ey mü'minler!) Siz şöyle deyin: “Biz; Allah'a, bize indirilene (Kur'an'a), İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakup'a ve torunlarına indirilmiş olanlara; Musa'ya, İsa'ya verilenlere, nebilere Rableri tarafından verilmiş olanlara iman ettik. Onların hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz. Biz ancak O'na teslim olan (Müslüman)larız.”[56]
Dolayısıyla, “peygamberlerin arasını ayırt etmeyiz” anlamındaki ayetler, resullerin arasında derece farkı olmadığına delil olarak gösterilemez. Bununla beraber, yüce rabbimizin bize bildirdiklerinin dışında, kendi indi zanlarımızla peygamberleri yarıştırmaya çalışmanın yanlış olacağı da açıktır. Zira yüce Allah’ın dışında, hiç kimse, bir başkasının takva derecesini bilme imkânına sahip değildir. Bu nedenle Resulullah (s.a.v.) efendimizin, peygamberleri yarıştırmayın buyruğuna sıkı sıkıya sarılmak elbette bizler açısından gerekli bir sorumluluktur.
Sözlerimizin sonu Allah’a hamdtır. Yüce Rabbimizden çabalarımızı bereketli kılmasını ve kendisine yakınlaşmaya vesile kılmasını niyaz ederiz.
[1] 3/19.
[2] 5/3.
[3] 3/85.
[4] 21/92.
[5] Sahihu’l-Buhari, IV, 142, Enbiya, 48.
[6]İsrail ifadesi Yakup (as.) için de, İsrail oğulları kavmi için de kullanılmaktadır. Bizim tercihimiz buradaki muhatabın, İsrail oğulları olduğu yönündedir. Zira Yakup (as.) peygamber olduğu için zaten kavramsal anlamda helal olan bir şeyi, asla haram kılmaz. Sözlük anlamıyla bir şeyi kendisine haram kıldığında/yasakladığın da ise, yanlışlara sebep olur diye anında uyarılırdı. Tıpkı “Ey Peygamber! Eşlerinin hoşnutluklarını arayarak, Allah'ın sana helal kıldığını, niçin (kendine) yasak ediyorsun? Allah bağışlayandır, rahmet edendir” diyerek Hz. Muhammed’in uyarılıp düzeltilmesi gibi.
[7] 7/157.
[8] 3/93.
[9] 6/146.
[10] 6/145.
[11] 12/74,75.
[12] 5/38.
[13] 7/163.
[14] 5/48.
[15] https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/M%C3%A2ide-suresi/717/48-ayet-tefsiri
[16] TDV Ansiklopedisi, C.38. S.574---577.
[17] Mü’cem’ül Müfehres, şere’e başlığı. Konuyla ilgili ayetler; 42/13,21. 5/48. 45/18.
[18] 42’13..
[19] 3/84.
[20] 42/13.
[21]https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Maide-suresi/717/48-ayet-tefsiri
[22] 28/59.
[23] 17/15.
[24] 16/36.
[25] 35/24.
[26] 4/164, 165.
[27] 10/47.
[28] 93/7. 26/20.
[29] 67/8,9.
[30] 32/3.
[31] 5/19.
[32] 2/286.
[33] 2/185.
[34] 6/12.
[35] 7/158.
[36] 34/28.
[37] 4/170.
[38] 38/87,88. 6/90.
[39] 4/79.
[40] 25/1.
[41] Buhari, Teyemmüm 3, Salat 56, humus 8; Müslim, Mesacid 3.
[42] Buhari, Menakıb 18; Müslim, Fedail 21, (2286).
[43] 6/12, 54.
[44] 3/103.
[45] 2/185.
[46] 6/12,54.
[47]38/9.
[48] 17/55.
[49] 2/253.
[50] 6/83---84
[51] 6/85,86.
[52] 38/44.
[53] 20/115.
[54] 68/48.
[55] 2/285.
[56] 2/136.