Resmi Tarih Yalanları

Tanınmış tarihçi, gazeteci, aydın ve akademisyenlerin çalışmalarının bir araya getirildiği ve 11 makaleden oluşan “Resmi Tarih Yalanları” kitabını Münevver Sofuoğlu ve Zeynep Aydın, Haksöz-Haber için değerlendirdiler.

Resmi Tarih Yalanlarını Nasıl Açıklayacağız?

Resmi tarih yazılarını oluşturan çalışmaların bir kısmı ilk kez bu kitapta yayınlanırken bazılarıysa daha önce başka dergi ve kitaplarda yayınlanmışlar. Profil Yayıncılık'tan çıkan Resmi Tarih Yalanları'nın ilk baskısı Eylül 2009 da ikinci baskısı ise Kasım 2009'da yapılmış. Kitap 220 sayfadan oluşuyor. Kitabın geneli akıcı ve yalın bir dile sahip olmakla beraber içinde bazı tasnif hataları da bulunuyor.

Kitabın konusu "Resmi Tarih Yalanları", fakat makalelerin buna dair okuyucuya çok çarpıcı bilgiler verdiğini söylemek mümkün değil. Makalelerde yazarlar kendi ön yargılarıyla bir tarih çerçevesi çiziyorlar ve eleştirel görüşlerini de dipnotlandırmamışlar. Ama kitabın önsözünde "Tarihimizi objektif olarak ne kadar biliyoruz? Resmi tarih nedir, nasıl yazılır? Devletler niçin kendi ideolojilerine uygun bir tarihe gereksinim duyarlar?" gibi sorulara cevap vermek için yapılmış bir çalışma olduğu iddiasında bulunuyor.

 

METE TUNCAY / Atatürk'e Nasıl Bakmak

Kitaba iki makaleyle katkıda bulunan Mete Tuncay, birinci makalesinde Türkiye'deki Atatürk algısını irdeliyor. İkinci makalesinde ise ilk makalesinden dolayı kendine yöneltilen eleştirilere cevap veriyor.

Her kuşağın tarihle o günün koşullarını göz önünde bulundurarak, ama kendi benimsediği değerler açısından hesaplaşmak zorundadır diyen Tuncay, bunun Türkiye'deki tabular yüzünden yapılamadığını ve ortaya ilkel bir din görünümüne bürünmüş Atatürk algısının çıktığını belirtiyor. Ayrıca bu anlayışa sahip insanlar olarak dinsel nedenlerle Atatürk'e düşman olanların, ekmeğine yağ sürmemek korkusuyla Atatürk'e dürüst olamadıklarını ve ikiyüzlülük ettiklerinden dert yanıyor. Ve şöyle bir itirafta bulunuyor: "Kapalı kapılar ardında, diktatörlüğünden özel yaşamına varıncaya dek bire bin katarak onu çekiştiriyor, sonra kürsülere çıkıp aramızdan erken ayrılışına timsah gözyaşları döküyoruz."(s.13.)

Atatürk'e yakıştırdıkları sonsuz iyicilik karşısında, bugüne kadar gelen kötülükleri nasıl açıklayabiliriz diyerek bir sorgulama yapan Tuncay, Atatürk zamanında işler çok iyiydi de, İnönü, Bayar, Gürsel, Sunay ve Korutürk zamanında mı bozuldu? Şeklinde sorduğu sorunun cevabının siyasal tutumlara göre, evet diyeceklerin sayısının çok olduğunu ama bu evetlerin yanlış olduğunun altını çiziyor. Tuncay, Atatürk'ün diktatör olduğunu kabul etseler bile, onu aydınlanma çağı geleneğinde bir "Hayırhah Despot" sayıp, ancak İnönü'yle birlikte kötü bir dikta yönetimi altına girdiklerine inandıklarını ve bunun sebebinin, Değişmez Milli Şefliğin, İnönü ile başladığını hatırlatıyor.

Atatürk bir siyaset adamıydı; ama çoğulcu bir demokrasiden yana değildi. Birtakım amaçları gerçekleştirmek uğruna, siyaseti bir kenara itilecek bir araç sayma eğiliminde olduğunu vurgulayan Tuncay, O'nun kuvvetli olduğu nokta, başlangıçta ülkenin sahiplerini (şeyhleri, ağaları, beyleri, İttihat ve Terakki ileri gelenlerini ve ordu subaylarını) iyi tanıması ve dinci – milliyetçi anlayışı alabildiğine vurgulayarak onlardan yaralanmasını bilmesiydi tespitini yapar. Atatürk, Cumhuriyet döneminde Ordu, Parti ve bürokrasi üçlüsü üstünde kurduğu denetimle din adamlarına karşı savaş açmış ve (Sünni) Kürtlerin başkaldıranlarını ezmiş, fakat büyük toprak sahiplerinin ve tüccarların ekonomik egemenlikleriyle uğraşmamıştır.(o zamanlar sayıları çok olmayan sanayicilerin) daha da kuvvetlenmelerini amaçlamıştır. Devlet desteğiyle bunlardan bir burjuvazi yaratılması, Atatürk'ün gözünde çağdaşlaşmanın en doğru yoluydu.

1925'in ilk yarısından itibaren, Türkiye'de muhalefete ve dolayısıyla da siyasete yaşama hakkı tanınmamıştır. İlk yıllarda Atatürk'e karşı çıkan sol ve sağ muhalefetin oldukça sığ bir düzeyde olduğunu aktaran yazar, Atatürk muhalefeti siyasetin dışına ittikten sonra onları halk kitleleriyle doğrudan bir ilişki kurmadıkları için eleştiren yazar bu minvalde o dönemde yaşanılan olumsuz sürecin tek suçlunun Atatürk olmadığını, muhalefetin de üstüne düşeni yapmadığı için bu sürece katkıda bulunduğunu vurguluyor.

 

MUSTAFA ARMAĞAN / Mustafa Kemal'in Erzurum Kongresi Konuşması Nutuk'ta Neden Makaslandı

M. Kemal'in Erzurum Kongresi Konuşması Nutuk'ta neden makaslandı?

Armağan, tarihin özellikle yakın tarihin tam bir yalanlar mecmuasına dönüştüğünü söylüyor. Buna örnek olarak araştırmacı İsmail Beşikçinin, 1919 yılında M. Kemal ile İstanbul hükümeti arasında imzalanan protokolün birinci maddesinden sonra tutanak defterinden üç sayfa kopartılmış olmasının bilgisi üzerinde duruyor. Tarih profesörü Bekir Sıtkı Baykal'ın "defter buradan itibaren üç yaprak kopuktur bu yüzden tutanak yine aynı arşivden bulunan orijinal metinden tamamlandı" demekle okurunu yanılttığını söyleyen Tuncay bu konu hakkında İsmail Beşikçi'nin görüşlerini aktarmaya devam eder : "Aslında defterin üç sayfasının kaybolduğu filan yoktur. Bu üç sayfa gizlenmektedir, araştırmacıların dikkatinden uzak tutulmaya çalışılmaktadır. Burada tarihsel bir belge resmi sayılabilecek bir kurum tarafından bir profesörün katkısıyla tahrif edilmektedir."(S.36.)

Armağan'ın Nutukta atlanan 4 sayfa hakkındaki tespitleri şöyle:

M. Kemal'in, Anadolu'ya gönderişinden İngilizlerin memnun kalmayacaklarının ve görevi yüzünden içeriden de fesatlar ve dedikoduların çıkabileceğinin daha İstanbul'dayken farkında olduğunu, bu konuda gerek Sadrazam Damat Ferit Paşa ile gerekse diğer tanınmış devlet adamları ve Sultan Vahdettin'le görüştüğünü açık açık anlatıyor. Bundan sonraki cümlesi, nedense tutanaklarda yarım kalmış ve metin tam dört sayfa birden atlanmıştır! Bu 'atlanmış' veya 'atılmış' sayfalarda neler yazılı olduğunu bilmemekle beraber mevcut bulunan bir sonraki sayfada rastladığımız bazı ifadelerden anlıyoruz ki, İngilizlere karşı padişahla yaptıkları özel görüşmelere dair kimi açıklamalar yer alıyordu kopuk sayfalarda." (s.45.)

Armağan M. Kemal'in Vahdettin'le yaptığı yazışmaları işgalden sonra kitap haline getirip bastırıp kongre üyelerine bu kitaptan hediye etmek isteğini vurgular. Ama bu 'Gizli Sırları' içeren kitabın yayınlanmadığını ve M. Kemal'in o kitaptan söz eden konuşmasının da makaslandığından bahsetmektedir.

 

İLBER ORTAYLI / Osmanlıların Tarih Yazıcılığı Üzerine

Makalenin Kemalist merkezli tarihten yola çıkarak yazıldığını en başta söyleyelim. Sistematiği olmayan detaylara boğulan yazısında İlber Ortaylı, 15-18.y.y. Osmanlı tarih yazıcısının (vak' anüvis) "Modern bir tarihçi" olmadığını, derin ve kapsamlı bilgi ve üsluba sahip olsa da17-18.y.y. Avrupa tarihçileri yanında başka bir dünyanın algılayış ve düşünüşünü sürdürdüğü için "yavaş bir evrim" geçirdiğini vurguluyor. Osmanlı tarih yazıcısı ilk örneklerini 15.y.y. verse de Avrupa tarihçilerinin düşünce, yöntem ve teknik yönden yaptığı aşamalarla aynı paralellik göstermediğini belirten yazar, bu gelişmenin önündeki en büyük engelin de Osmanlı tarih yazıcılığının modernleşen bir dünyada eski üslubu ve örneklerini yaşatma çabasında olduğundan bahseder. Bundan dolayı Osmanlının savaş tekniğinde, askerlik ve yönetimdeki başarısının "bilim ve düşünce" hayatında aynı paralelliği göstermediği için Avrupa'lı ya bir üstünlüğü söz konusu olmadığı şeklinde değerlendirir.(s.63.)

Osmanlı tarih yazıcılığının tarihçiliğe katkısını birkaç satırla açıklamayı yeterli gören Ortaylı' ya göre: "Osmanlı tarih yazıcılığının ulusal kültürümüzün gelişmesi için yaptığı bir katkı vardır… Selçuklu döneminde Türkçe yazılmayan tarihler Osmanlıda Türkçe yazıldı." Ayrıca Ortaylı, Osmanlı tarihçisinin maaşlı olmakla beraber yüzde yüz resmi tarihçi olmadığı ama hepsinin aynı akidenin etkisiyle kalem oynattığını da vurgulamış.

Tarihçinin tanımını yapan yazar, tarihçinin toplum veya sistem tarafından kabul gören veya dışlanan bir "aydın" olduğunu belirtirken, modern tarihçi, geleneksel tarihçi diye ayırımda bulunur. Olaylara belli bir açıdan bakan " modern tarihçi" düşünce dünyasının zenginliği ile ideali ölçüsünde kalemini oynatır. Modern tarihçi bir ideolojinin adamıdır. "Geleneksel toplumun tarihçisi" ise daha durağan ve katı bir düşüncenin, akidenin etkisindedir. Bundan dolayı Osmanlı tarihçisinin akidesi devlet ve nizam-ı âlemdir. Bunu kendisinden öncekilerden miras almıştır. Tarihçilik yöntemi, filolojik kaynakların kullanımı, tarihe yardımcı bilgi ve bilimlere başvurma yönünden bu dönem bilimsel tarihçilik açısından birkaç örnek dışında ilkel olduğu belirtir.

Türkiye'de bilimsel tarihçiliğin ancak II. Meşrutiyet'ten sonra başladığını söyleyen Ortaylı, her şeye rağmen tarih yazıcılığının gelişmesini ve başarısını Kemalist döneme borçlu olduğunun altını çizer: "1927-1940'lar Türk tarih yazıcılığı ulusalcılığın etkisinde olsa da ciddi akademik başarısını Kemalist dönemde geliştirmiştir. 19.y.y. milliyetçiliği üstün ulus çabasıyla, ulusun hakları için mücadeleye tarih yazıcılığıyla başladı. Ama milliyetçi tarihçilik 1930'lar Türkiye'sinde Avrupa'da olduğu kadar yaygın ve inatçı değildi". Bunun nedenlerini izah eden Ortaylı'nın tespitlerini iki madde ile değerlendirebiliriz.

1-Resmi ideoloji her kesimin kontrol altına alamamış. Türk Tarih Kurumu sınırlı üyesiyle kendi içinde yayın ve araştırmaları destekleyen bir kuruluş olduğu niçin Üniversiteler üzerinde amir bir kurum olamamıştır.

2-Atatürk'ün etrafındaki Tarihçiler ve tarih meraklısı devlet adamları, daima değişik ve muhalif yorumlara sahiptiler.(s.72.)

Yazar bu konu hakkındaki gözlemlerini örneklerle pekiştirse de, bu tespitler eksik, yanlı ve içinde çelişkiler barındırıyor. Zira 1932 yılında kaleme alınan ve Türklerin beyaz ırka ait olduğunu ispat etmeye çalışan Türk Tarih Tezi, tüm okullarda zorunlu olarak okutulmuş bir resmi ideoloji metinleriydi.

Yine Atatürk'e yakın çevreden biri olan Kadro gurubunun, değişik tarih tezlerini savunduğunu söyleyen yazar her nedense Kadro Dergisinin ve ekibinin akıbeti hakkında bilgi vermeyi ve bu açılımın anlaşmalı muhalefet imkanı oluşturduğunu açıklamayı gerekli görmemiştir. Oysa biliyoruz ki Kadro Dergisi Atatürk'ün sofrasındaki insanlardı. Bunlar Atatürk'e ve Kemalizm'e sadıklardı. Sadece söylemlerinde biraz Devletçilikten kaynaklanan banka yolsuzluklarını yazdıkları için dergi kapatılmıştı. Derginin başındaki isim Yakup Kadri, Tiran'a gönderildi. Kendi deyimiyle orada "zoraki diplomat" oldu.

Makalede bahsedilen diğer isim de milliyetçi tarih atmosferiyle Japonya'nın Kubilay Han (yani Türkler) tarafından istilasını kaleme alan Hüseyin Cahit'tir. Ortaylı, Hüseyin Cahit'in bu görüşlerinden ötürü Yahya Kemal tarafından alaya alınmasını belirtmeyi yeterli görmüş. O dönemin ünlü gazetecisi Hüseyin Cahit, Atatürk'ten çok daha önce laikliği savunan bir gazeteciydi. Hüseyin Cahit, Cumhuriyet'i "Mutlakıyetçi Cumhuriyet" olduğu için eleştirdiğinden dergisi kapatıldı ve istiklal mahkemesinde yargılandıktan sonra sürgüne gönderildi. Kısık sesle dahi muhalefetin yasak olduğu o dönemi Ortaylı, sonraki dönemlerde görülmeyen bir tartışma ortamı olduğu, tarih biliminin özgürce gelişmesi için imkan sağlandığı şeklinde abartmaya ve yüceltmeye çalışmış.

 

AVNİ ÖZGÜREL / Resmi Tarih ve Tarihin Resmi

Özgürel, makalesine Ernest Renan'dan aldığı bir alıntıyla başlamış, "Millet olmanın birinci şartı tarihi çarpıtmaktır." Makalenin içeriğinin bu alıntıyla paralel olduğunu söyleyebiliriz. Tarih her zaman kullanılan bir araç olmuştur. Gerçek bir tane olsa da herkes o gerçeği kendi önyargılarıyla ve perspektifiyle değerlendirir. Tarihi şekillendirenler emellerine ulaşmak için her dönemde onu kullanmışlardır. Böylece ortaya kurgulanmış bir tarih çıkar. Başroldekiler ise diktatörler, ihtilalciler, sığınmacı tarihçiler kısacası tarihsel "erkek" kimlikleridir. Özgürel'de çarpıtılan tarihi Dünyadan ve Türkiye'den örnekler vererek izah etmiş.

Yazar, 1947'de değil Pakistan diye bir ülke/devlet böyle bir kelimenin dahi olmadığını oysa piyasada Pakistan'ın 5000 yıllık tarihini anlatan bir kitap olduğunu söyler. Türkiye'nin yakın tarihinde "Resmi tarih" diye isimlendirilen yaklaşımın Atatürk'ün 1927'de Büyük Millet Meclisinde okuduğu ve "Nutuk" adını alan belgeden kaynaklandığını vurgular. Bu konuda en doğru teşhisi İnönü'nün yaptığına değinirken Özgürel, rahmet dilemeyi de ihmal etmez. İnönü'ye göre " Nutuk tarihi değil, siyasi bir belgedir". Milli mücadele sonrası gerçek ne olursa olsun Nutuk Atatürk'ün gerçeği nasıl bilinmesini istiyorsa onu söylediği bir belge olduğunun altı çizmiş.(s.82.)

"Tarih icat edilebilen" bir şeydir diyen Özgürel, her ülke ya da iktidar gücü ele geçirince tarihi kendince yeniden yazmıştır. Tarih her zaman diktatör ya da İhtilalcilerin önemsediği bir konu olmuştur. Osmanlı tarihinde Ahmet Cevdet Paşa'ya kadar olan dönemde metihten başka bir şey olmadığını belirten yazar, Cumhuriyet döneminde ise Osmanlı dönemi hakkında rejimin siyasi yaklaşımı dışında nadiren bağımsız görüşe rastlandığından bahseder.

Kısacası Orta Asya Türk Tarihinin, Moğol tarihine dahil edildiğini, Cumhuriyetin ilk yıllarında Alparslan ve Fatih dışında Selçuklu ve Osmanlı Hükümdarlarının neredeyse anılmadığını, bu anlayışın "Güneş Tarih Teorisi" ne göre şekillendirilmeye çalışıldığını söyleyen Özgürel, bu zihniyetin yeryüzünde pek çok ulus veya kavmin, hatta Amerika kıtasındaki Mayaların dahi Türk kökenli olduğunu kanıtlamaya çalıştığını çünkü Kemalist dönemin "Resmi Tarih" inin bu olduğunu ve aleyhinde düşünce belirtmenin de hainlik olduğunu vurgular.

Özgürel'in çözüm önerisinde adres olarak "Aydınları" gösterir ve onların bu konuda öncüler olması gerektiğini söyler. O devletin resmi tavırlarından bağımsız olan aydınların gerçeğe yaklaşımda ve geleceği belirlemede önemli olduklarını düşünür.

 

ÖMER LÜTFİ METE / Resmi ve Sivil Körlüğümüz.

Devletçi ve milliyetçi bir söyleme sahip olan Mete'nin makalesine "Resmi tarih" i sahiplenmesi ve savunması ile "Sivil tarih"inde gerçekleri nasıl çarpıttığı eleştirisi damgasını vurmuş.

Tarihi hakiki bilimin dürüst çabalarına emanet etmeyişlerinin nedeninin tek sebebi resmi ideoloji olmadığını söyleyen Mete, resmi ideoloji ile savaşan başka ideolojilerle dış merkezli stratejik dalgalarında engelleyici durumunda olduğunu söylüyor. Bundan dolayı tarihi uluslaşma sürecini tamamlamamış toplumların bu konuları tartışmalarını engelleyen ruhsal etkenlerin sürekli kutuplaşmaya yol açtığından bilim iklimi oluşmadığını, önyargısız kültürün gelişmediğini belirtir. Yazara göre bu durum toplumda bilimsel bir tarih yazımına izin vermediği gibi eksik ve yanlış gördüğü sivil tarih yaklaşımını ortaya çıkartmış. Bu sebeple sorun sadece resmi tarihin eksik ve yanlışları değil, onunla birlikte sözde bu yaklaşıma karşı çıkanların yol açtıkları sivil tarih cereyanından kaynaklandığını söylüyor.

Makalenin esas sorunu resmi ideolojinin tarihi nasıl kurguladığı meselesi değil, sivil tarihin toplumu resmi tarihe karşı yanıltması sorunudur. Örneğin sivil tarihin M. Kemal'in "kör" olduğuna ilişkin söylemidir. Mete, sivil tarihe takılıp kalmıştır. Çocukluğunda muhafazakâr bir çevrede yetiştiği için sivil tarih tarafından M. Kemal hakkında olumsuz bir şekilde nasıl donatıldığını anlatır. Yıllar sonra Atatürk ve dönemi hakkında yaptığı okumalarla bilhassa M. Kemal'in "körlük" meselesi hakkındaki gerçeği öğrendiğinde büyük bilimsel bir keşif yaşadığını ve bu duyduğu bilimsel keşif heyecanını okurlarıyla paylaşmak için kısaca Trablusgarp ve Bingazi olayını aktarır. M. Kemal'in Bingazi çatışması sırasında nasıl kahramanca savaştığından mübalağalı bir dille bahseder (bu çatışmada seken bir kurşun M. Kemal'in gözüne isabet eder). Trablusgarp destanının resmi tarih sayfalarında hak ettiği yeri almadığını düşünür. Mete, savaşırken yaralanmış kahraman gazinin imajının nasıl çarpıtıldığını karşıtlarının bu destansı yarayı heba edip Atatürk'e hakaret amaçlı nasıl kullandıklarından dert yanar.

Mete tespitlerini bitirirken şu vurgusunu ön plana çıkartıyor: "Tarih körlüğümüzün mimarları Atatürk'ü tanrılaştırma kadrosudur."

 

MEHMED ŞEVKET EYGİ / Resmi Tarih Üzerine Birkaç Not

"Milli dindar" bir paradigmaya sahip olan Eygi, burada da milliyetçi çizgisini devam ettirmiş. Makalede ön plana çıkan konu Türk Lisanının nasıl tahrif edildiğidir. Eygi, Halide Edip Adıvar'ın "Türkiye'de şark, Garp ve Amerikan Tesirleri" kitabından yaptığı alıntıyla başlamış. Adıvar'ın çok zeki, çok kültürlü ve çok cesur bir kadın olduğunu, Kurtuluş Savaşı'na sırtında çarşafıyla katıldığını belirtmiş ve O'nun hakkındaki düşüncelerini paylaşmış. "Kurtuluş savaşı kazanıldıktan sonra keşke Adıvar, İslam tarihinin ve İslam dünyasının ilk kadın başbakanı olsaydı…"gibi talihsiz bir tanıma imza atmış. (s.100.)

Osmanlı veya Batı Türkçesinin 200 bin kelimelik bir lisan olduğunu şu anda ise şifahi Türkçenin iki-üç yüz kelime olduğu belirttikten sonra Eygi lisanı ikiye ayırmış.

1-Şifahi iletişim dili.

2-Yazılı –edebi kültür lisanı.

Eygi'ye göre bir insan anadilini ne kadar biliyorsa o kadar insandır, o kadar kültürlüdür, o kadar medenidir, o kadar aydındır. (s.101.) Türk lisanına ve Türk tarihine kimlerin kıydığı sorusuna Türk gibi görünen, Türk gibi isimleri olan fakat gerçekte kimlikleri itibariyle Türklere yabancı olan ve Türkleri sevmeyen bir zümrenin dinamitlediğini vurgular. Ayrıca Eygi, yakın tarihte bu tahribatı yapanın sözde Türkçülük ve milliyetçiliğin önderi, bayraktarı geçinen takma adının Tekin Alp olan Moiz Kohen olduğu belirtiyor. Milliyetçi sığ bir söylemle çözüm önerisinde bulunmayı da ihmal etmiyor:

"Hangi meşrepten veya görüşten olurlarsa olsunlar, bütün vatanseverler güçlü kişilerin, kuruluşların, vakıfların, cemaatlerin edebi-yazılı zengin lisan hizmet ve faaliyetleri kısa zamanda başlamaları gerekir." (s. 107.)

 

YAVUZ BAHADIROĞLU / "Osmanlı Padişahları Diktatör müydü? Siyasi ve İdeolojik Kalıplardan Tarihe Bakmak; Siyasi ve İdeolojik Kalıpları Kırarak Tarihe Bakmak"

Bahadıroğlu, yazısında Osmanlı'daki uygulamalarla padişahlarının tutumları üzerinden resmi-gayri-resmi tarih tartışmalarına ilişkin değerlendirmelerde bulunuyor.

Osmanlı padişahları için "kana susamış diktatörler" tabirinin kullanılmasını eleştiren Bahadıroğlu, Osmanlı toplumunun günümüzdeki bir çok ülkeden, devletten daha "hukuki" bir yapıya sahip olduğunu söylüyor. Tarihi kişileri ve devletleri yaşadıkları devirlerle değerlendirmek gerektiğini bugünün ölçüleri ve değerleri ile bakmanın hem yanlış hem de tarih ilmine aykırı olacağını söyleyen yazar,bu söylemiyle yazıdaki bütünlüğü göz önünde bulundurduğumuzda kendisi ile çeliştiğini görüyoruz. Osmanlı padişahlarının astığı astık kestiği kestik diktatörler olmadığı belirtirken, bu durumun padişahtan padişaha ve devirden devire değiştiğini de söylüyor.

Osmanlı toplumunda birliktelikleri sağlamak adına adaletin önemine değinen Bahadıroğlu, bir ülkede adaletin bozulmasının her şeyin bozulması anlamına geleceğin söylüyor. Bu nedenle adaletin dağıtımı konusunda Osmanlıda kılı kırk yaran bir adalet anlayışı ile Müslüman-gayrimüslim ayrımının yapılmadığını vurguluyor. Bugün bile ulaşılamayan bu inanç hürriyetinin başörtüsünü bile hazmedemeyenlere verilmiş bir ibret dersinin çağları aşan numunesi olarak değerlendiriyor.

Şaşırtıcı bir özgürlük belgesi olarak: Amanname

İstanbul'un fethinden sonra İstanbul/Galata 'da bulunan Hıristiyan Ceneviz halkına hitaben yayınlanan belgeyi "bugünün ileri demokrasilerini bile hayrete düşürebilecek bir özgürlük belgesi" olarak tanımlıyor. Bu belgeyle verilen inanç, ibadet, kıyafet, seyahat ve ticaret hürriyetlerinin önemine değiniyor.

Bahadıroğlu'nun yazısında, dikkat çeken hususlardan biri de padişahların manevi yönlerini değerlendirirken ortaya koyduğu tanım meselesi. Bahadıroğlu'na göre; padişahlar hiçbir zaman "mutlak" olduklarını kabul etmemiş her zaman ulemaya tabi olmuş ve hesap gününü göz önünde bulundurmuşlardır.(s.123)

Bahadıroğlu, Allah'ı bilen hesap vereceğini bilen kimselerinde hem uhrevi hem dünyevi sorumlulukları yerine getireceğini söyleyerek bu insanlar hakkında "diktatör" tanımlamasının ne kadar akla yatkın olabileceğini soruyor. Ama siyaseten katl, örfi hukuk uygulaması, işret meclisleri hiç söz konusu olmamış gibi davranıyor.

Aslında yazar böyle bir tanımlamayla bir genelleme yaparak, padişahların bazılarının hükümdarlık süreçlerinde yaptıkları ciddi hataları nasıl değerlendiriyor acaba? yoksa bunları da "dünyevi sorumlulukları olarak mı algılamak gerekir?

Yazıyı genel olarak değerlendirdiğimizde bir "Osmanlı" savunuculuğunu görüyoruz."Hukuk ve Padişah" başlığı altında padişahların hukuki yönlerini değerlendiren yazar "padişahlar arasında zaman zaman hukuk dışına çıkanlar elbette olmuştur" diyor ve ekliyor "ancak bu çok nadirdir".(s.124)

Yazar, Osmanlı padişahlarının çoğunun Allah korkusunu içinde taşıyan çok adaletli maneviyat adamları olarak tanımlanmış. Bahadıroğlu, resmi tarih söylemlerini eleştirirken, aslında tam da bir Osmanlı resmi tarihi savunusu yapıyor.

 

NEVVAL SEVİNDİ / Kimlik İnşasında Tarihin Yeri

Neval Sevindi, yazısın da, yazılı tarih içinde olanları bir de "sözlü tarih" içinde dinlenmesi gerektiğini belirtiyor. Tarih hakkında ki bilgilerinin okulda öğrenilenle ninesinin anlattıkları arasındaki hiçbir benzerlik olmadığını söyleyerek bir değerlendirme yapıyor. Geçmişinden bir haber yaşayan toplumların sadece gösterilene inanıp başka kültürlerin getirilerini yaşadığını bununda bir kan uyuşmazlığını doğurduğunu söylüyor.

Fakat son yıllarda tarihe duyulan merakı İlber Ortaylı ve Halil İnancık gibi tarihçilerin kitaplarının yok satması ve yaşarken ödül almaları üzerinden değerlendirmiş ve bu durumu "kimliğini arayan milletin köklerine duyduğu özlemin göstergesi" olarak tanımlamış.Tarih değerlendirmesin de asıl olanın parçalarla bütünü aynı anda ele almak olarak değerlendiren Sevindi, bu anlamda parçaların rehavetine ve dar alanına sıkışan resmi tarihin siyasi iktidarını kaybettiğini söylüyor.

Sevindi yazısında,tarih yazımı ve öğretimini bir toplumun zihinsel haritasının pusulası olarak görüyor. Pusuladan mahrum olmanın aydınlarda kafa karışıklığına akademisyenlerde ise bilgisizliğe yol açtığına değiniyor.

Yazıda tarihine yabancılaşmış, meraksızlaşmış ve bu anlamda yönünü kaybetmiş bir toplumdan bahsedilmiş. Bunu da resmi tarih dayatmalarının sonucuna bağlamış. Sevindi, artık geçmişe dönük olarak tarihi değerlendirecek yazacak insanlarında sayısının çok az olduğunu söylüyor bunun sebebi olarak da kaynaklara hakim olmamaktan ve dil (Farsça, Arapça, Osmanlıca) bilmemekten kaynaklandığını vurguluyor.

Yazar resmi tarihin "Türk tarihinin en uzun geçmişi olan Osmanlı" geçmişinden ulusunu kopartarak kişilik inşasını zedelediğini bu anlamda da yoksullaştırdığını söylüyor. Toplumların kültürlerine yabancılaşmasının bir sonucu olarak resmi tarihi görüyor ve kişileri başkalaştırdığını vurguluyor.

 

AHMET SAİD AKÇAY / Fuad Köprülü ve Jale Parla'da Ulusal Edebiyatın İnşası

Türkiye'deki tarih yazımını edebi metinler üzerinden değerlendiren Akçay, "Türkiye'de tarih yazımlarının da ilerlemeci ve modernleştirici bir paradigmadan yazıldığını" ve bu yazımın, edebiyat tarih yazımlarının da doğal olarak ilerlemeci çizgiyi devam ettirdiğini söylüyor. (s.157 )

Bu durumu makalesinde "yazımında milli bir edebiyat düşüncesi etrafında Türk edebiyat tarihi oluşturan" Fuad Köprülü'nün Türk edebiyat tarihinde usul ve modernleşmeci bir paradigmanın içinden bakan Jale Parlak'ın Babalar ve Oğullar adlı metinleri üzerinden bir değerlendirme yaparak aktarıyor.

Akçay yazısında F.Köprülü'nün, edebiyat tarihi içerisinde bir "öz" arayışı içinde olduğunu söylerken J.Parla'nın ise bu durumun tam tersi "öz" ün inşasının eksikliğini kurmaya çalıştığını söyleyerek bir değerlendirmede bulunuyor.

Fuad Köprülü'nün Milli edebiyatın kökenlerine inmeyi Batı merkezli tarih yazımından yola çıkarak yaptığını söylüyor. Aslında Köprülü'nün "tam anlamıyla 19.yüzyılın felsefe ve bilim geleneğine yaslanarak bir millet mefkuresi yaratmaya çalıştığını" aktarıyor. Gerek toplumsal gerek kültürel ve siyasal gelişmeleri edebiyat yoluyla tarihselleştirdiğini ve bu yanıyla "milli öz" peşinde olduğunu belirtiyor. Bu "milli öz" arama gayretini de Orta Asya'ya kadar götürdüğünü ve bununda "19.yüzyılın ilerlemeci tarihinin ulus yaratma biçimi" denilebileceğinin altını çiziyor. Türk değişlerini, şiirlerini tarihsel bir süreç içinde anlatan Köprülü'nün "milli öz"ü Oğuzlardan günümüze kadar getirdiğini söyleyen yazar buna örnek olarak da Köprülü'nün şiirlerini değerlendiren Mehmet Emin Yurdakul'un tanımına yer veriyor.

Yazar, Köprülü'nün eserlerinin bugün "pür şiir Marmara kıyılarından "İdil" boylarına, hudutsuz Sibirya bozkırlarına, Moğolistan içlerine kadar yetmiş milyon Türk tarafından okunduğunu" vurgulayan bir alıntı yapmış. (s.162)

Babalar ve Oğullar'daki Epistemik Koşullama:

Akçay, "Babalar ve Oğullar" çalışmasında Jale Parla'nın çizdiği çerçeveyi "batılı olma yada olmama" üzerinden değerlendirdiğini söylüyor. Akçay, bunun sonucu olarak da romanın çıkışını değerlendiriyor. Bu kitabın batılılaşmanın retoriği olarak okunulabileceğini söyleyen yazar, bu kitabın Tanzimat okumalarına katkısının "mevcut batılılaşma paradigması içinden bakan söylemleri daha da kuvvetlendirmek" olarak değerlendiriyor. Makalede Parla'nın kitabında öne çıkanın "Ulusalcı bir tarih yazımı" olarak değerlendirilirken, aslında Parla'nın dönemin yapısından çok kendi iddialarını kanıtlama peşinde olduğunu aktarılıyor.

Yazar ayrıca Parla'yı yazısında "Osmanlı öznesini İslam karşısında bir esaret figürü olarak" göstermesini eleştiriyor ve bu durumu batıcı pozitivist paradigmanın dışına çıkamama olarak değerlendiriyor. Ayrıca Parla'nın durumunun Tanzimat epistemolojisinden çok İslam dinin belirleyiciliğinin peşinde olduğunu söylüyor.

Akçay, Parla'nın "Yanlış batılılaşma" anlayışının müsebbibi olarak dini gösterdiğini, batıyı ilerlemenin bir aşaması olarak değerlendirdiğini ve batı-dışılığı kötülüğün, despotluğun bir simgesi halinde algıladığından belirtiyor.

 

BERNA KURT / İstanbul-Epik Bale Parmak Ucunda Tarih

Berna Kurt yazısında 9 şubat 2008'de seyrettiği İstanbul epik baleyi değerlendirerek kültür ve sanat'ın tarih anlatısında nasıl kullanıldığına değinmiş. Sanat alanının geleneğin icadı için elverişli bir zemin sunduğunu söyleyen yazar, sanatın imgesel bir yaratıma dayandığını ve seyirciyle etkileşim sırasında yeni anlamların üretilmesine zemin hazırladığını söylüyor.

Bu bağlamda son dönemlerde sahnelenen Anadolu Ateşi, Troya , İstanbul epik balesi gibi büyük bütçeli prodüksiyonların, temsil etikleri imgelerle, parçalı da olsa belli bir tarih anlatımına sahip olduklarını belirtmiş.

Martin Stokes "Etnisite, kimlik ve müzik" makalesinden alıntı yapan Kurt, Müzik ve dansın basit bir "yansıtma" işlevi görmediğini; "hiyerarşik konumların sorgulanmasının ve dönüştürülmesinin araçlarını da sağladığını" aktarıyor. (s.182)

Stokes'a göre "müzik ve danslar yalnızca belli bir bağlam dahilinde anlaşılması gereken, durağan simgesel nesneler değillerdir; müzik ve dans… içinde başka şeylerinde gerçekleştiği, kalıpları olan bir bağlam oluşturur. Eğer müzik ve dans toplumsal bir olayın gerçekleşmesine neden olacaksa, önemli olan sadece…icra(performance)değil iyi icradır".

İstanbul epik balesinin de kurum içi ve kurum dışı bir çok kaynakların seferber edildiği, farklı sanat dallarından isim yapmış kişilerin çalıştığı "büyük prodüksiyon" olarak değerlendiren Kurt, epik balede görsellik ve "iyi icra" dan fazlasıyla etkilenilebilinmesi için her türlü gerekli alt yapının sağlandığını söylüyor.

Kurt, Handan Ergiydiren'in "Sokak Sanatından Saraya, Dansın Evriminde İlk Adımlar" adlı makalesinde, "17. yüzyılda Fransız sarayında gerçekleşen, göz kamaştırıcı giysi ve makyajlarla bezenmiş bedenlerin düzenli adımlar ve davranışlarla devindiği örnekleri balenin ilk örnekleri" olarak yorumladığını söylüyor. "Balenin de diğer klasik sanatlar gibi otorite tarafından korunup yaşatıldığını,eğitim ve icra kurumlarının önce aristokrasi sonra da cumhuriyet yönetimleri tarafından sağlandığını" belirtir teknik ve politik olarak otoriteye bağımlı olduğunu vurgular. (s.185)

Yazar, İstanbul epik balesi ile de "yüzlerce yıllık şanlı tarih" hatırlatılarak, seyircinin sahnedeki anlatılarla bütünleşmesi özdeşleşmesi böylece geçmiş "zafer" lerinden gurur duyulmalarının sağlanılmaya çalışıldığını söylüyor. Buna örnek olarak da gösterinin sık sık alkışlarla kesilip sahnenin üst köşesindeki Atatürk rölyefinin aydınlatılması ile seyircinin "toplu hisler" ortamına katılmasına zemin hazırlandığına değinmiş.

Yazısında gösterinin ziyaretçi defterinde yer alan seyirci tepkilerine değinen Kurt, sanatçının toplum içindeki konumunu tanımlayan ilerlemeci modernist yorumları aktarmış.

Epik bale üzerin değerlendirme yapan Kurt; balenin onüç sahnesinin dokuzunda Osmanlı dönemini işlendiğini bu dönemin beklendiğinden daha fazla sahiplenildiğini belirtir. Devlet kurumu çatısı altında gerçekleşen gösteriyi, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının tarih yaklaşımının gösteriye sızmış gibi göründüğünü belirtirken, 2. perdenin ortalarında ise oyunun sanat yönetmeni olan Hülya Aksular'ın yorumu ön planda olduğunu söylüyor. Bu durumu Film ve fotoğraflarla yansıtılan İstanbul'un işgali Atatürk'ün ölümü içerikli sahnelerden sonra Türkiye'nin batılılaşma sürecinin belli simgeler etrafında ve ajitatif bir üslupla işlendiğini belirten Kurt, 2010 yılı Avrupa Kültür Başkenti olan İstanbul'u merkeze alan gösterinin, farklı söylemleri bütün çelişkileriyle bir arada sunduğundan bahsetmiş.

Kurt, İstanbul balesi özelinde Osmanlı-Türk kimliğinin "yiğit, cesur, bir o kadar da hoşgörülü, yüzünü Batı'ya dönmüş, medeni bir ulus kimliğinin verilmeye çalışıldığını söylüyor.

Yazar, bu gösteriyi, batıcı ve modernist bir söyleme sahip olan sanat yönetmeni Hülya Aksular ile sanatçının bağlı bulunduğu resmi devlet kurumunun kültür-sanat politikasıyla gergin uzlaşmasının bir sonucu olarak değerlendiriyor. Bunu ilk sahnelere yansıyan muhafazakar yaklaşım ile son sahnelerde daha ajitatif, batıcı, ilerlemeci, modernist yaklaşımı bir melez alıntı oluşturduğunu belirtmiş. Bu gösteriyle ön plana çıkanın 2010 yılı Avrupa çıkartmasının ve dinlere yönelik "hoşgörü" söylemi olduğunu ifade ediliyor.

SONUÇ

Kitap, resmi tarih yalanları ile ilgili bütünsel bir perspektif vermemekle beraber, tarih yazımının nasıl da bir ideolojik yorum meselesi olabileceğini açıkça ortaya koyuyor. Bu edisyona baktığımızda, en başta bu konuda yazı yazacak tarihçilerin, tarih bilgisi hakkında "nesnel tutum"un ne olması gerektiğini ortaya koymalarını kaçınılmaz hale getiriyor.

Münevver Sofuoğlu / Zeynep Aydın
HAKSÖZ-HABER

Kitap Haberleri

“Sâsanî’lerden Safevîler’e Kadar Şîa’nın Tarihi" kitabı çıktı
Wael Hallaq'ın Şeriat kitabı Ekin Yayınları etiketiyle çıktı
Norman Finkelstein’ın kaleminden Gazze direnişi
Ellinci yılında Filistin Şiiri antolojisi
Ümmetin gündemine katkı: Zeydîlikten Husîliğe Yemen