Resmî Tarih Kalıplarını Zorlayan Bir Tarih Dersi ve de Bir İhanet..

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

secakirgil@yahoo.com

Önce, birkaç değini..

1- Özgecan Aslan isimli bir hanım kız, Tarsus’da bindiği bir minibüs şoförünün hayvanî arzularına, ölümü de göze alarak teslim olmaması üzerine sözkonusu alçak kişi tarafından bıçak darbeleri altında hunharca öldürülüyor. Allah rahmet eylesin.. O, insanlık şerefini korumasını bildiğini, hayatını fedâ etmeyi göze alarak gösterdi..  

Ama, bu yürekler parçalayıcı alçakça canavarlığın daha başka boyutları da var..

Bu alçak kişi, -açıklanan ifadesine ve itirafına göre- arabasında taşıdığı cesed ile birlikte babasına gidiyor ve onun ve bir arkadaşının da yardımıyla uzak bir mekanda cesedi yakıyor. Bu alçaklığa, canavarlığa hangi tarafından bakılsa, hepimizi utandırması, hepimizin yüreğini dağlaması gereken bir tablo çıkıyor karşımıza.. Bir baba, velev ki kendi çocuğu da olsa, böyle bir alçaklığı yapan birisine  nasıl sahib çıkar ve alçakça emeller için öldürülmüş bir genç kızın cesedini yakmaya yardımcı olabilir?

Yayınlarında, toplumu devamlı bir hayvanî titreşim zemini üzerinde tutmayı hedef edinen bazı medya organlarının, bu gibi facialardaki kendi sorumluluklarını düşünmek yerine, bu ahlâksızlığı bile bir cazgır edasıyla sahife veya ekranlarında bir tuhaf tüketime sunmaları, hırsızlık yapıp sonra da ’Hırsız vaaar!’ diye bağıranların duygu simsarlığını sergilemeleri ilginç değil mi? Ya, daha geçenlerde, bir tv. kanalından, atatürkçülüğü yaşatmak adına, inadına daha dekolte kıyafetlerle giyilmesi çağrısı yapan S. Yalçın  ve U. Dündar gibi laikler biraz utanmışlar mıdır? Bu gibi alçaklıkların onların aile ferdlerinin başına gelmesi bile temenni edilmez, ama, öyle bir durumla karşılaşsalar, nasıl bir tepki verirler acaba..  

Elbette tek başına birilerinin kılık kıyafeti, böyle alçaklıklar için mazeret olamaz, ama, bir takım hayvanların içindeki canavarı uyandıracak tarzda dekolte kıyafetleri ve hattâ çıplaklıkları ve pornografiyi devamlı gündemlerinde tutanların ahlâksızlıkları da bu gibi sonuçların ortaya çıkmasında etkili değil midir?

Bu gibi alçaklıklar sadece bizim toplumumuzda değil, her toplumda olur muhakkak ki.. Çünkü, her canlı gibi, insanların bünyesinde de bir hayvanlık’ proğramı bulunmaktadır. İnsan olan, o hayvanlığı kontrol edebildiği derecede yücelir, o hayvanlığın etkisinde kaldığı takdirde de, hayvandan da aşağı bir derekeye sürüklenir.

Ama, başka toplumlarda da var diyerek, kendi toplumumuzu mazur göstermeye kalkıştığımız sanılmaya.. Bu gibi alçaklıklar, canavarlıklar, başka toplumlara yakışabilir, ama, bir müslüman topluma, asla..

Ayrıca, bu gibi hayvanlıkları bahane ederek, şu veya bu cinsten insanları toptan suçlamaya yönelmek ise, toptan aşağılayıcı, hakaretler dolu saldırılara muhatab etmek, işin bir başka yanlış tarafı..

Bir kısım ’laik kadınlar’ güruhunun bu cinayeti protesto etmek adına, İstanbul caddelerinde mütebessim çehrelerle ve kıvıra kıvıra dansetmeleri karşısında ise, insan söyleyecek söz bulamıyor. Keza, bir takım kadınların da bunu fırsat bilerek, Hürr. gibi mevkutelerin açtığı sütunlarda başlarına gelenleri teferruatına varıncaya kadar yazmaları da, özünde yeni cinayetlere zemin hazırlayan bir tutum değil midir?

Günahların çirkin gösterilmesi ayrıdır, çirkin göstermek adına, o günahların teferruatıyla tekrar anlatılması daha bir ayrı..

Bu gibi, toplumun her namuslu insanının yüreğini parçalayan alçaklıkları işleyen canavarlar hakkında îdâm cezasının yeniden getirilmesi yönündeki tartışmalar üzerinde durulması gerekir.

Öcalan’ın, Amerikan emperyalizmi tarafından  Türkiye’ye, ’idâm edilmemesi’ şartı ile teslim edilmesi üzerine, idâm cezaları toptan kaldırılmıştı. Ama, siyasî suçlar konusunda îdâm cezasının olmaması doğru olsa bile, başkalarının hayatına kasden, bilerek ve hele de böylesine canavarca duygularla son verenler hakkında o cezanın getirilmesinde niçin acımasızlık olsun ki? İdâm cezası olacak ise, bu işe önce kaatillerden başlanmalıdır.

*

2- Ünlü MİT ajanı Mâhir Kaynak 81 yaşında vefat etti..

Çok renkli biriydi, hattâ rengarenk...  Girmediği kılık kalmamış gibiydi..

İst. Hukuk’da okuduğum 1968’lerde, bazı marksist öğrenciler, İktisad Fak.’de öğretim üyesi olduğu söylenen genç bir doçenti saygıya ’-marksistlerin, ünlü- enternasyonal marşından bazı bölümler okuyarak’ selamlarlardı. Kim bu?’ diye sorduğumuzda, Gelecekteki Türkiye Sosyalist Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı..’ derlerdi.

Daha sonra, Romanya’da Nikolai Çavuşesku döneminde, başkent Bükreş’te tertib olunan ve 3. Enternasyonal diye anılan bir komünist partiler toplantısına, Türkiye gizli Komünist Partisinin temsilcisi olarak katılmıştı.

1970’lerde, eski ihtilalci General Cemal Madanoğlu liderliğinde, marksist bir devrim için hücre çalışmasının yapıldığı sırada, Madanoğlu’na yanaşmakla kalmadı, onun en güvendiği seçkin beyin olarak yer aldı.

Bir gün Madanoğlu kendisine, ’Oğlum, içimize MİT ajanları sızmış olmalı.. Toplantıya katılan herkesi tepeden tırnağa kontrol edecek, arıyacaksın..’ der. O da öyle yapar ve kimseyi bulamaz! Çünkü, daha sonra hatırâtında yazdığı üzere, gizli dinleme cihazları kendi sırtında, gömleğinin altındadır.

12 Mart 1971 Askerî Darbesinden sonra, ortadan kaybolmuştu. Yurt dışına kaçtığı sanılıyordu. Ancak, sadece üç marksist genç kişi tarafından bilinen gizli bilgilerin rejimin eline geçtiği anlaşılınca.. Zihinler karışmıştı. Çünkü, o gençlerden birisi öldürülmüştü, birisi de cezaevindeydi, Mâhir Kaynak da yurt dışına kaçmıştı.. O halde bu bilgiler rejimin eline nasıl geçmişti?

Denilirken, Mâhir Kaynak Türkiye’de görülüvermiş ve eski dâva arkadaşlarını şaşırtmıştı.

O da durumu gizlemedi, devleti için şerefle ajanlık yaptığını açıkça söyledi..

Gazi Ünide öğretim üyeliği yaptı. Yıllarca, kimsenin cesaret edemediği şekilde ilginç ve tuhaf yorumlar yaptı. Çünkü, MİT de  CIA’de olduğu gibi, yetişkin, tecrübeli elemanlarından bir üstadlar timi oluşturmuştu. O da bunlardan birisi olarak değerlendiriliyordu. Bu yüzden, bazan, yorumlarını tasavvur edilemiyecek kadar cüretkâr, yürekli yapardı ve bazılarını kendisine hayran bırakırdı, gerçekte ise, o cesareti, konumundan ileri geliyordu. Bazan, ’müslüman halk kesimlerini korumaya yönelik’ imiş gibi ilginç manipulasyon yorumlarını da kaleme alırdı, 28 Şubat 1997 Zorbalığı döneminde..Ve onun değerlendirmelerini esas alarak, müslüman halk kesimlerine bir takım vehimleri şırıngalamaktan kaçınmayan niceleri..  

İşinin gereği olarak, nice hayatların sönmesinde rolünün olduğu iddia ediliyordu. Şimdi kendi hayatı da söndü..

Yüz yıl öncelerde dile getirilmiş olan, 

’Ne kendi eyledi rahat, ne halka verdi huzûr,

Yıkıldı-gitti cihandan, dayansın ehl-i qubûr (kabir ehli)

beyti, belki ağırdır, ama, insana ister istemez onu hatırlatıyor.

*

3- Amerika’da, üniversite tahsillerini yapmakta olan 20-23 yaşlarında üç genç müslüman öldürüldü. Suriyeli olan iki kızkardeş ile onlardan birinin eşi..

Bu genç insanların sırf müslüman oldukları için öldürüldükleri anlaşılıyor. Yakalanan ya da kendisi teslim olan ve suçunu itiraf eden kaatil zanlısı, ateist olduğunu açıklamış ve önceden de İslam ve müslüman karşıtı tavırlarıyla biliniyormuş..

Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’ın kutsallarına açıkça savaş açtıklarını ve san’at silahını bu dinlerin kutsallarına karşı bundan sonra da kullanacaklarını tekrar ilan eden fr. mizahî yayın organı Charlie  dergisinde çalışan 10 kişi’nin 7 Ocak 2015 günü öldürülmesi karşısında dünya ayağa kalkmıştı. Ülkemizde de niceleri, ’Je suis Charlie../ Ben Charlie’yim’  pankartları taşıyarak, o saldırıda hayatlarını kaybedenlerin acısını yaşadıklarını dış âleme yansıtmışlardı. Bu tavır, insan’ın hayatına saygı gösterilmesini değil, onların ve yakınlarının acısını değil, onların fikirlerini paylaştıklarını sergiliyorlardı.

Nitekim, hiç bir terör eylemine katılmadığı, tahsillerini yapmakla meşgul oldukları bilinen üç müslüman genç insan, Amerika’lı bir ateist tarafından öldürülünce, o çevrelerden en küçük bir tepki yükselmedi. Çünkü bu kez öldürülenlerin aslî kimliği müslüman’  idi.   

’En iyi zenci ölü zencidir..’ şeklindeki anlayışın yeni versiyonu durumunda ve yeni zenciler konumunda olan müslümanlar sözkonusu.. Bu durumda da, tam bir sessizlik.. Tıpkı, Keşmir’de, Afganistan’da, Suriye’de, Irak’da, Filistin’de, -son olarak Gazze’de-, ve diğer yerlerde müslümanlar yüzbinler halinde katledilirken, insan hayatının mânâsı üzerinde düşünmeyenler, sadece kendi değerlerine göre insan sayılanlar sözkonusu olunca, dünyayı ayağa kaldırmaya çalışıyorlar.

Bu sessizlik karşısında, Tayyîb Erdoğan’ın Meksika’nın başkenti Mexico Cityde yaptığı konuşmada, ’Obama neredesin, niçin susuyorsun?’ demesi, diplomatik kurallar dışına çıkılarak söylenmiş olsa bile, dile getirilmesi gerekli bir itiraz sözüydü.

İnsan, ancak emperyalist değerler anlayışına göre ise, insan haklarından faydalanabilir.. Yoksa.. İtlaf ve imha olunması gereken haşereler hükmündedir, hattâ binler, yüzbinler, milyonlar halinde öldürülseler bile..

Asıl itiraz edilmesi gereken, bu korkunç ve vahşî insanlık anlayışı..

Erdoğan’ın bu ikazından  ve hadisenin cereyan etmesinden üç gün sonra, o zamana kadar bu konu hakkında hiç konuşmamayı tercih eden Obama da, bir konuşma yapmak ve insanların inançlarından veya ırklarından dolayı ayırımlara düşmemesi gerektiğini açıklamıştı. Ama, emperyalist dünyanın medya organları ve STK’ları, bu cinayeti büyük çapta görmezlikten geldiler. Çünkü bu üç genç insan, ’müslüman idiler.. O halde, onlara her türlü zulüm ve baskı yapılabilirdi.

(Tabiatiyle, tam da bu saldırıların arkasından, Libya’daki IŞİD savaşçılarının Mısır’lı 21 hristiyan insanı, deniz kenarına getirip dünyaya korku ve dehşet salan tablolar halinde, hayvan boğazlar gibi kesmeleri karşısında da, ayrı insanî tepkiyi vermemiz gerekiyor.)

 *

Kolombiya'daki ilginç konuşmadan kesitler

Cumhurbaşkanı Erdoğan Latin Amerika gezisinde Kolombiya ülkesinin başkenti Bogota’da, Bogota- Externado ve Ankara Üni'lerinin işbirliğiyle düzenlenen ’1915: Osmanlı İmparatorluğu'nun En Uzun Yılı Sempozyumu’nda 11 Şubat günü ilginç bir konuşma yaptı.

’Birinci Dünya Savaşı'nın, savaşın geçtiği kıtalardan binlerce kilometre uzakta, Kolombiya'da ele alınıyor olması elbette ayrıca ilginçti.

Herşeyden önce, bu konuşmada dile getirilenler, Türkiye’nin en üst makamında bulunan bir kimsenin dilinden, bu derece net şekilde dile getirilmesi açısından ilginçti ve daha öncesinde, resmî tarih kalıplarının dışına çıkarak böyle bir sağlıklı tahlil yapmaya kimse cesaret edememişti. Bu açıdan bu konuşmanın önemi daha bir artıyor.

Erdoğan, satır başlarıyla özetlemek gerekirse, (AA’nın metni esas alınarak) şöyle diyordu:

’Eğer, bugünü anlamak, bugünün dünya siyasetini doğru yorumlamak istiyorsak, mutlaka ve mutlaka Birinci Dünya Savaşı'nı iyi incelemek, iyi analiz etmek zorundayız (...) İkinci Dünya Savaşı, belki insanlık tarihinin en kanlı savaşlarından biridir. Ancak, etki bakımından, Birinci Dünya Savaşı'nın gerisindedir. Bugünkü dünya siyaseti, özellikle de bugün birçok ülkenin sahib olduğu sınırlar, Birinci Dünya Savaşı sonrasında şekillenmiştir.

Bugün, tüm dünyayı ilgilendiren birçok uluslararası meselenin kökeninde, Birinci Dünya Savaşı vardır. Filistin Meselesi, bugün can alıcı bir noktada bulunan Irak ve Suriye meseleleri, Yemen, Mısır, Kuzey Afrika, Kafkasya ve Balkanlar'daki sorunlar, Birinci Dünya Savaşı'nın sonucunda ortaya çıkmış, ne yazık ki 100 yıldır devam eden sorunlardır. Afganistan ve Somali başta olmak üzere Afrika'daki yoksulluk, bugün bütün dünyayı tehdit eder hale gelen terör meselesi, aynı şekilde Birinci Dünya Savaşı'nın ürettiği sorunlardır.(...)

Türkiye, yani 100 yıl önceki ismiyle Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı'nın merkezindeki ve hedefindeki bir ülkeydi (...)1918 yılında, Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde, Osmanlı Devleti'nin elinde, bugün bulunduğumuz başkent Ankara ve çevresi dışında toprak parçası kalmamıştı. İstanbul başta olmak üzere Türkiye'nin batısı ve güneyi tamamen işgal altındaydı (...) Öyle tahmin ediyorum ki Kolombiya'daki dostlarımız, özellikle de genç arkadaşlarımız, öğrenci arkadaşlarımız, Ortadoğu'nun neden bu kadar çalkantılı bir bölge olduğunu merak ediyorlardır. (...)Hemen hemen her gün bir katliamın, toplu kıyımın, bir saldırının haberi buralara kadar ulaşıyor. Terör denilince, maalesef en önce Ortadoğu akla geliyor.

Peki neden böyle? (...) Ortadoğu ismi verilen bölge, Birinci Dünya Savaşı sonrasında, işte tam da böyle bir bölge olmak üzere kurgulanmıştır. Ortadoğu, bundan 100 yıl önce, savaşı kazananlar tarafından, bir çatışma, bir kriz bölgesi olarak tasarlanmış ve bu tasarım, 100 yıl boyunca tam da hedeflendiği şekilde muhafaza edilmiştir.

Ortadoğu'daki sınırlara baktığınızda, sınırların cetvelle çizilmiş gibi dümdüz olduğunu görürsünüz. Arablar, -elbette sadece arablar değil, başka kavimler ve özellikle kürdler ve türkler de (SEÇ)- aralarındaki hiçbir hassasiyet gözetilmeksizin, farklı ülkeler olarak parçalanmışlardır. Hattâ akrabalar, aynı şekilde köylerinden geçen sınırlar nedeniyle birbirlerinden koparılmışlardır. Türkiye'nin sınırları dahi, köylerin, kasabaların içinden geçmiş, akrabalar, kardeşler iki farklı ülkenin vatandaşları olarak birbirlerinden ayrılmışlardır. (...) Sınırlar, sadece topraklara değil, aynı zamanda zihinlere, kültürlere, inançlara da zorla empoze edilmiş, halklar arasında yapay sınırlar oluşturulmuş, kardeşler, birbirlerine hasım hale getirilmişlerdir.

Bugün, İsrail ve Filistin'in bulunduğu topraklar, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı Devleti'nin egemenliğinde idi. Osmanlı Devleti, tesis ettiği mükemmel idare sistemiyle, bu bölgeyi adaletle yönetmiş,  huzurlu ve güvenli bir bölge olarak muhafaza etmişti. (...)

Sultan 2. Abdulhamid, bölgeye yönelik ölçüsüz bir göç akımının, buradaki nüfusun huzurunu, dengesini bozacağını biliyordu. Onun için bu teklifi kabul etmedi, böyle bir duruma asla izin vermedi. Sultan Abdulhamid düşürüldü, Birinci Dünya Savaşı yapıldı, Osmanlı Devleti bu topraklardan çekildi ve işte o andan itibaren, bu bölge kanla, gözyaşıyla, zulümle anılmaya başlandı. Filistin'e çok yoğun bir göçü oldu, demografi (nüfus yapısı) değişti(rildi.) Biliyorsunuz, 1948 yılında da İsrail devleti kuruldu. Tabii, İsrail Devleti, 1948'de kurulduğu sınırlarda kalmadı. İsrail, bugün hâlâ sınırlarını genişletmenin, Filistin topraklarını daha fazla işgal etmenin, Filistinlileri o coğrafyadan tamamen silmenin gayreti içinde..

(...) Bizim Türkiye olarak bu konuda tavrımız çok nettir: ’İsrail, 1967 Savaşı öncesi sınırlarına çekilmeli, Doğu Kudüs'ün başkent olduğu bir Filistin devletinin kurulmasına, Filistinlilerin egemenlik haklarına saygı göstermelidir' diyoruz. Bunu yapmadığı sürece İsrail, bölgenin zâlim, terörist devleti olmaya, bütün bölgeyi kan gölüne çeviren bir sorun olmaya devam edecektir (...) İsrail zulmü ve İsrail terörü devam ettikçe de hem Ortadoğu'da hem de tüm insanlığın vicdanında kanama hiçbir zaman durmayacaktır (...) Bakın biz, Türkiye olarak, Filistin-İsrail meselesinde, Suriye, Irak meselesinde, Mısır, Libya meselesinde insanî ve vicdanî bir duruş sergilediğimizde, dünyada bazıları bundan ciddî şekilde rahatsız oluyorlar. Mısır'da biz rahatsız olduk. Niye? Halkın oylarıyla seçilip iş başına gelmiş olan, yüzde 52'yle, Mursî'ye karşı, onun kabinesinde Savunma Bakanı olan şu andaki Sisî, darbe yapmak sûretiyle onu cumhurbaşkanlığından indirip hapse atıyor ve şu anda da maalesef naylon iddianamelerle idâm talebiyle yargılanıyor. Burası anlamlıdır, eğer biz insanî ve vicdanî olarak bir şeye karar vereceksek, biz bu dünyada darbecilerin değil, sandıktaki iradenin yanında olmaya mecburuz. Türkiye'ye yönelik, son derece ağır, haksız ve gerçekten ahlâk dışı ithamlarda bulunanlar işte bunu hazmedemeyenlerdir. (...)

BM Güvenlik Konseyi'nde ABD, Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere Daimî Üye.. (...) Peki, biz bu 5 ülkeye mahkûm muyuz? Birinci Dünya Savaşı'nın sonrasındaki şartlarda oluşmuş bir yapıyla dünyayı idare edebilir misiniz?

Bu 5 ülke Asya, Amerika, Avrupa kıtalarından oluşmakta  ve aralarında 2 inanç grubu bulunmakta.. Aralarında Müslüman ülke bulunmuyor.. (...) Böyle bir anlayış, böyle bir yaklaşım olabilir mi? (...) Müslüman da olsun, Hristiyan da, Musevi de, Budist de olsun. Ve diyoruz ki '5 ülke olmasın, gelin burayı 15 ülke, 20 ülke yapalım. Hepsi bunların daimi ülke olsun ve iki yıllık arayla dönerli bir şekilde bu ülkelerin hepsi dünyayı yönetmede karar sahibi olsun, yetki sahibi olsun, bunun adımını atalım. Tüm insanlığı 5 tane ülkeye mahkum etmeye kimsenin hakkı yok. Bir ülkenin iki dudağının arasından çıkacak bir karar her şeyi bağlıyor. Böyle bir dünyayı özgür bir dünya olarak tanımlayamazsınız, demokrat bir dünya olarak tanımlayamazsınız.(...)

’1915’de olanlar egemenler tarafından yazılan bir tarih gözlüğüyle okunmuştur’

Burada şu noktanın altını kalın çizgilerle çizmek isterim. Tarih, maalesef her zaman, muzafferler ya da egemen güçler tarafından yazılmıştır. Buna şiddetle itiraz ediyoruz. Tarihin, muzafferler ya da egemen güçler tarafından değil, tarihçiler tarafından yazılması gerektiğini düşünüyoruz. (...) Muzafferler ve egemenler, tarihi doğru yazamazlar, tarihî gerçekleri doğru şekilde aktaramazlar. Tarihe, 1915 olayları olarak geçen acı hadiseler, maalesef bugüne kadar muzafferler ve egemenler tarafından yazılan bir tarih gözlüğüyle okunmuştur.

Bu yıl, 1915 olaylarının 100. yılı.. 100 yıl boyunca, Ermenilerin türklere ve türklerin ermenilere yaptıkları, sağlıklı şekilde konuşulmadı, tartışılmadı ve doğru şekilde kaleme alınmadı.

Propaganda, algı operasyonları ve kirli siyasetin 100 yıl boyunca tarihin ve tarihi gerçeklerin önünde olmuştur.. (...) Eğer Ermeni diasporası samimiyse, dürüstse biz bütün arşivlerimizi açıyoruz. Şu ana kadar incelemesi yapılmış belge sayısı 1 milyonun üzerindedir. Biz bunları açtık. Ermenistan'ın bu tür bilgileri, belgeleri varsa onlar da açsınlar, üçüncü ülkeler de varsa onlar da açsınlar. Görevlendirelim tarihçileri, görevlendirelim siyaset bilimcileri, hukukçuları, yapsınlar çalışmaları. Hazırlıkları bitirsinler, gelsinler siyasetçilere bunu sunsunlar. Bundan sonra çalışarak nihai kararı verilim, bu işi neticelendirelim. Tarih, parlamentolarda siyasi kararlar alınarak, gerçek dışı hadiselere gerçekmiş nazarıyla bakılarak doğru yazılamaz, doğru okunamaz. Tarih, duygusallığın, yaşanmış acıların etkisiyle, objektif bir biçimde ele alınamaz. 100. yıl dönümü vesilesiyle 1915 olaylarıyla ilgili olarak, Ermeni diasporasının son derece olumsuz bir kampanya yürüttüğünü biliyoruz. Biz, Türkiye olarak, propaganda ya da algı operasyonu peşinde değiliz. Böyle bir derdimiz yok. Her zaman açık yüreklilikle, samimiyetle, 1915 olaylarının doğru şekilde araştırılmasını ve doğru şekilde anlatılmasının peşinde olduk. (...)

"Dünyamız için sürdürülebilir değil"

Dünyanın bir bölgesinin sınırsız şekilde tükettiği, diğer bir bölgenin ise açlıkla pençeleştiği manzara, dünyamız için sürdürülebilir değildir. Dayanışma, paylaşma, adalet, hakkaniyet gibi kavramları küresel sisteme, küresel ekonomiye yansıtamazsak; sonraki krizlerin çok daha ağır olması kaçınılmazdır. (...) Biz küreselleşmenin, zengin ile yoksul arasındaki uçurumu sürekli derinleştirecek şekilde sürmesinin, dünyanın geleceği adına çok ciddi bir risk olduğunu söylüyoruz. Göreve geldiğimizde 12 yıl önce dünyadaki en az gelişmiş ülkelere, yani fakirlere verdiğimiz destek donörler toplantısının tamamında 45 milyon dolardı, şu anda bizim donörler toplantısında en az gelişmiş ülkelere verdiğimiz destek 4,5 milyar dolara çıktı. Bunu insani ve vicdani bir görev telakki ederek bu destekleri verdik, veriyoruz. Bilgiyle, sermayeyle, mal ve hizmetlerle birlikte refahın da küreselleşmesi şarttır.(...)

Dünyanın bir bölgesinin sınırsız şekilde tükettiği, diğer bir bölgenin ise açlıkla pençeleştiği manzara, dünyamız için sürdürülebilir değildir. Dayanışma, paylaşma, adalet, hakkaniyet gibi kavramları küresel sisteme, küresel ekonomiye yansıtamazsak, sonraki krizlerin çok daha ağır olması kaçınılmazdır. Biz, bu tezden yola çıkarak ülkeler arasındaki dayanışmanın daha da yoğunlaştırılmasını istiyoruz. (...)

Türkiye son 12 yıldır, bu anlayışla dünyanın tamamını kucaklamakta, Dünyanın neresinde mağdur, mazlum, kendisine uzanacak yardım eli bekleyen bir toplum varsa, hepsinin yanındayız. Kimsenin diline, dinine, rengine, inancına bakmadan yardımcı olmaya çalışıyoruz.’

Evet, ilk kez diplomasinin ve resmî tarihin kuralları ve çizdiği çerçevenin dışına çıkılarak yapılmış bir ilginç konuşma..

*

Ve bir kutsallaştırılmış kişi eliyle ihanet..

Ancaaak..

Burada hemen ekleyelim ki, Tayyîb Erdoğan bu yeni çerçeveyi çizer ve yeni bir hareket alanı açmaya çalışırken; Pennsylvania Şeyhi ise, Türkiye’de her şeyin erimekte, çökmekte olduğundan söz ediyor ve dahası, Türkiye’de gayrimuslimlere bile baskı yapıldığı iddialarını Amerikan emperyalizminin en güçlü borazanı durumundaki New Yok Times gazetesinden dünyaya ilân ediyordu.

Özellikle de, Tayyîb Erdoğan, Kolombiya-Bogota’da 100. yıldönümü eşiğinde bulunulan Ermenî Soykırımı iddialarına değinirken, F.Gülen’in de, New York Times'a 3 Şubat 2015 günü yazdığı "Türkiye'nin Eriyen Demokrasisi" başlıklı yazısı üzerinde daha bir üzerinde durulmayı hak ediyor.

F. Gülen’in makalesi özetle şöyle:

Türkiye'nin son birkaç yılda geldiği noktayı görmek beni büyük bir hayal kırıklığına sevkediyor. Yakın zamana kadar Türkiye, kuvvetler ayrılığı, kadın-erkek eşitliği, evrensel insan hakları, hukukun üstünlüğü, gayrimüslim ve Kürt vatandaşlarının haklarına saygılı bir demokrasi olma yolunda, Avrupa Birliği (AB) üyeliğine yakışır bir aday olarak Müslüman ülkelerin gıpta ettiği bir ülkeydi. İktidar partisi AKP'nin bu müsbet süreci tersine işletmesi ve sivil toplum, medya, yargı ve hür teşebbüse aman vermemesi sebebiyle bu tarihi fırsat kaçırılmış görünüyor.

Mevcut idareciler, seçimleri kazanmalarına dayanarak mutlak hakimiyet iddiasında gibi görünüyorlar. Fakat seçim zaferleri, anayasayı yok sayma veya muhalifleri sindirmeye cevaz vermez, hele ki yandaş kapitalizmi ve medyanın hükümete itaati üzerine bina edilmişken. AKP'nin liderleri şimdilerde kendilerine her demokratik eleştiriyi devlete saldırı olarak gösteriyorlar. Her eleştirel sese düşman, hatta daha da vahimi, hain muamelesi yapıp ülkeyi totaliter bir rejime doğru sürüklüyorlar. (…) Türkiye'nin idarecileri sadece Batı'yı kendinden uzaklaştırmakla kalmıyor, ülkeye aynı zamanda Ortadoğu'da itibar kaybettiriyor. (…)

50 senedir, Hizmet veya camia olarak da bilinen ve mensupları ve sempati duyanları (…) Sayıları bini bulan, 150'den fazla ülkede faaliyet gösteren ve laik- modern eğitim veren okullar, etüd merkezleri, üniversiteler, hastaneler ve yardım kuruluşları kurmuşlardır.(...) Ömrümün son elli seneyi aşkın süresini barış, karşılıklı saygı ve diğergamlık gibi değerleri vaz-u nasihatla geçirdim. Eğitimi, topluma hizmeti ve dinlerarası diyaloğu sürekli olarak teşvik ettim. (...) Hiçbir zaman siyasi bir emelim olmadı. (...)

AKP baskılarının tek kurbanının bizler olduğu zannedilmesin. Barışçı çevreci protestocular, Kürtler, Aleviler, gayrimüslimler ve iktidar partisiyle birlikte hareket etmeyen bazı Sünni Müslüman gruplar da bu politikadan nasibini almıştır. (...) Türkiye şu anda, demokrasi ve insan haklarının neredeyse rafa kaldırıldığı bir noktaya ulaşmış bulunuyor. Ülkeyi idare edenlerin mevcut otoriter gidişatlarına bir son vermesi duam ve ümidimdir.’

*

Evet, birilerinin  tartışılamaz olarak ilan ettiği ve masuniyet zırhına süründürdüğü kutsal ‘hoca’ları, bunları söylüyor.. Laik –modern okullar açmış ve siyasî hiç bir emeli olmamış.. Ama, siyasî bir kadro için çıldırmışçasına beddualar ettiğini hatırlamak istemiyor. Bağlılarının, ellerine ‘cevşen/ zırh denilen dua kitablarını alıp, bankalarını korumak ve kurtarmak için binler halinde gösteriler yaptıkları da görmezlikten gelinsin, haydi..

Ama, 1915’in 100. yıldönümü eşiğinde, dünyada Ermeni Soykırımı yapıldığı iddialarıyla Türkiye’ye ağır baskıların tezgahlanmakta olduğu bir sırada, Tayyîb Erdoğan uluslararası zeminlerde şimdiden bu muhtemel saldırıları göğüslemek için çırpınırken; bu tuhaf ‘hoca’nın, kürdlerin, alevîlerin ve dahası, gayrimuslimlerin de, AK Parti hükûmetlerinin baskılarının kurbanları olduklarını ifade etmesi, gerçek dışılığı bir tarafa, çok mu mâsum yalanlar..

Kaldı ki, bu konularda Türkiye rejimi, bilinen resmî tarih kalıplarını zorlayarak iilk kez bu dönemde yeni uygulamalara yönelirken..

Sahi, Türkiye’de hristiyan olan insanlara, rejim tarafından bugüne kadar olmayıp da, bu yönetim döneminde uygulanmaya başlayan ne gibi baskılar yapılmaktadır ve bunları, Pennsylvania Şeyhi görüyor da, biz göremiyoruz?

Daha da ilginç olanı, sözkonusu mektubun yayınlanmasından hemen sonra, Amerikan Kongresi’nin 88 üyesinin, Amerikan Dışişleri Bakanı John Kerry’ye bir mektup yazarak, Kerry’den ‘Cumhurbaşkanı Tayyîb Erdoğan’a ulaşmasını ve Türkiye'de son dönemde medya mensuplarına yönelik gözaltılardan derin kaygı duyduklarını’  hatırlatıp,  F. Gülen’e yakın medyada çalışanlardan son gözaltıları gündeme getirmesini’ istemeleriydi.

Bu, bir yeni uluslararası entrikayla ihanet çapında bir işbirliği değil midir, sahi?