İslam, bütün ilahî dinlerin aslî şeklinin ortak adıdır.. İlahî peygamberlerin hepsi de müslümanların peygamberleridirler.. Kur’ân hükmü (Baqara-285) gereğince müslümanlar bütün bu enbiyaullah / ilahî peygamberler arasında hiçbir fark gözet(e)mezler.. (Sahiden de öyle miyiz?)
Ve bütün ilahî dinlerin ve peygamberlerin insanları çağırdığı ‘tevhîd’ inancının hedefi de insanları / toplumları esarete, köleliğe düşmekten kurtarmak, insanı gerçek mânâda hür / özgür kılmaktır..
Esaret denilince illâ da sadece görünür dış düşmanları değil, insanın kendi nefsinin hevâ ve heveslerinin pençesine düşmeyi de anlamak gerekmektedir elbette...
Bir hadis-i nebevî rivayetindeki hatırlatma ne kadar önemlidir:
‘Qûlû, lailaheillallah, tuflihû...’ (Lailaheillallah deyiniz; felah bulunuz, kurtulunuz.)
İnsanların ferd olarak da toplum olarak bir inanca bağlanmaları, onların fıtratlarının, yaratılışlarının kaçınılmaz bir gereğidir..
Ancak işte bu noktada doğru inanç devre dışı bırakıldığı veya ona birtakım yabancı maddeler karıştırıldığında, ortaya yığınla problemler çıkmaktadır ki, bunların başında da kişilerin ve hele din adamı olarak nitelenenlerin veya bazı siyasetçi kişilerin kutsallaştırılması gelir..
Onlar da bu kutsallıklarını veya iktidarlarını sürdürmek için her türlü silahı kullanırlar; kişilere/liderlere tapındırma ve diktatörlükler tesis ederek herkesi kendilerine başeğdirmeye çaba harcanması gibi..
Evet, insan denilen varlık, bunlar kutublar arasında gider-gelir.. Öyle inanç, ideoloji ve dünya görüşleri vardır ki, insan, onların pençesinden kolayca kurtaramaz kendisini..
3 Kasım günü Budapeşte’de ’Terör Müzesi’ni dolaşırken, gerek nazist faşistlerin ve gerekse komünistlerin bu küçük Orta Avrupa halkına ne korkunç zulümler yaptıklarını, onları esir etmek, köleleştirmek için sadece şu son 80-100 yıl boyunca ne dehşetli zulüm mekanizmaları kurduklarını derinden bir daha hissetmek imkanı buldum.. Çünkü sözkonusu müzenin kurulduğu (Andrassy ŭt-60’daki) küçük 5-6 katlı bina, o faşist ve komünist dönemlerin, Hitler ve Stalin rejimlerinin işgal yıllarındaki ve daha sonra da yarım yüzyıla yakın bir süre Magyar (macar) halkını korkunç şekilde ezip geçen komünist dönemin ve çocukluk dönemlerimizde bizim kulaklarımızda bile yankılanan ve Sovyet Rusya tanklarının ateş kusan namluları ve ezip geçen paletleri altında ezilen bir halkın 1956-Macar Ayaklanması sırasında yükselttiği, ‘Nem-Nem!, Şuha!/ Hayır-Hayır! Asla!’ feryadlarını en çarpıcı şekilde bugüne de yansıtan en büyük işkence merkeziydi de.. Yüzlerce-binlerce direniş erinin yok edildiği yeraltındaki, hattâ bizzat dönemin (eski komünist siyasetçilerden iken, o ayaklanmada halkıyla birlikte hareket eden) Macar başbakanı İmre Nagy’nin de öldürülmeden önce tutulduğu korkunç hücreler ki, o hücrelerden geçen yüzlerce-binlerce insanın ismi veya resmi o duvarlarda hâlâ duruyordu ve halkın nice seçkin, yetişkin evladlarının resimleri altında ‘kivegeztek’ (idâm edildi) notları görülüyordu.. Sırf komünist ideallere göre yeni bir toplum kurulabilmesi için bir nesil biçilmiş âdetâ..
Ama benim için daha da dehşet verici olan, bir halkın yalanlarla yarım yüzyıldan fazla bir zaman diliminde kendisine nasıl yabancılaştırıldığını yansıtan korkunç komünist propaganda merkezlerinin yazılı veya sesli yayınlarını yansıtan bölümlerdi.. Gerek Stalin ve gerekse ondan sonraki bütün komünist dönemler boyunca ülkede ve dünyada olup biten her şey Macar halkına öylesine tersyüz edilerek sunulmuş ve bunun için öyle bir propaganda mekanizması oluşturulmuş ve toplum siyasî liderlere, irili-ufaklı Hitler veya Stalinlere öylesine tapar hâle getirilmiş ki, orada kendi toplumumuzun geçirdiği merhaleleri derinden hissetmekten ve oralardaki defterlere, bu dehşetli uygulamaların, ‘İnsan insanın kurdudur.. Ve hattâ, insan insanın tanrısıdır..’ sözünü hatırlattığını yazmaktan kendimi alamadım..
Toplum âdetâ sersemleştirilmiş; kendisini, kendi geçmişini tanıyamaz hale getirilmiş, kendi ailelerine, kendi kültürlerine, kendü toplumlarının geçmişine sadece düşman kesilen değil, o geçmişe derin nefret besleyen bir hale dönüştürülmüş, mankurtlaştırılmıştı..
*
Evet, biz bu çarpıklığı kendi toplumumuzda da yaşamadık mı? Ve hâlen de o dehşetli kemalist jakobenizmin dârağaçlarıyla, daha da korkuncu, müthiş beyin yıkama ameliyeleriyle kendi öz değerleriyle savaşan bir toplum haline sürüklenmedik mi ve o durumu şimdi artık kanıksayıp, kaçınılmaz bir kader imişcesine tabiî bir durum olarak görmüyor muyuz?
Daha geçen gün, M. Kemal’in The Times'a 1924’de verdiği röportajın sansürlenen bölümlerinin biraz su yüzüne vurulması üzerine, Star gazete yazarı ve 28 Şubat 1997 zorbalık günlerinin hızlı militan laik-kemalist kalemlerinden birisi olan E.B.’ın, sansürlenen bu bölümlerle ilgili olarak 30.10.2011 günü yazdıklarını hatırladım..
E.B., hidayete ermişcesine şöyle diyordu: ‘Yakın tarihimiz bize bir masal biçiminde anlatılageldi. Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında neler yaşandı, Mustafa Kemal ve silah arkadaşları arasında neler oldu yeni yeni su yüzüne çıkıyor.
Yıllar boyu Kazım Karabekir'den Dr. Rıza Nur'un anılarına kadar dönemi anlatan her çalışma sansürlendi, yasaklandı. Halbuki tarihi doğru bilmeden sağlıklı bir gelecek kuramayız. Üstelik bu dönemde görev yapmış ancak siyasî görüş ayrılığı nedeniyle bir kenara itilmiş ve zaman zaman hain ilan edilmiş bu insanlara karşı bir vicdan borcumuz da var.
(...)Atatürk bir devrimciydi ve Avrupa'da devrimler çağı yaşanıyordu. (...) Anadolu'yu hızla değiştirmek, Batı düzeyine çıkarma amacındaydı. Giriştiği iş zorlu olduğu kadar birlikte yola çıktığı arkadaşları arasında bile tartışmalara yol açıyordu. (...)Üstelik Mustafa Kemal İttihadçı kadrolar arasından geliyordu. İttihadçılar'ın siyasi entrika, suikasd, darbe gibi konularda ne kadar usta olduğunun farkındaydı. Bu nedenle olsa gerek her türlü muhalefet eyleminin altında devrimci kadrolara karşı bir komplo girişimi görüyordu.
Ve askerdi. Muhalefetin silinmesi kararı verdi. Muhalefet de o dönemin koşulları içinde düşman sınıfına girmişti. (...) Ali Fuad Cebesoy, Refet Bele, Rauf Orbay, Adnan Adıvar ve Kazım Karabekir tarafından kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'na bu gözle bakıyordu.
Bu konudaki duygularını 21 Kasım 1924'te The Times’ın İstanbul muhabiri Maxwell Macartney'e verdiği mülakatta dile getirdi. Ancak Macartney, Atatürk'ün arzusuna uyarak mülakatı bir süre tuttu ve bu konuşma ancak 18 Aralık 1924'te yayınlandı.
Ancak mülakat yayınlanmadan okuyan biri vardır. İngiltere'nin Türkiye Sefiri Ronald Lindsay. Lindsay, bu mülakatı, Macartney'in mülakatın yapılma yöntemine dair anlattıklarını da içeren şu notla merkeze geçti:
''Reisicumhur'un bundan sonra ne yapacağını merak ediyordum; işte, bu fazlasıyla dikkate değer belgede (Macartney'in mülakatı) cevabımı buldum.
Terakkiperver cumhuriyetçiliklerinde samimi değiller, programları sahtekarlık, kendileri de düpedüz mürteci.. Haberde yeralan her şey, reisicumhurun yeni muhalefetle hiçbir işinin olmayacağını ima ediyor; Bay Macartney'le konuşurken kullandığı dil -ki haberde yer almamış- ve sarf ettiği cümlelerin tonu ise onun açıkça ölümüne bir kavgaya kasdettiğini gösteriyor.
Gazi kendisini tam bir cinnet haline kaptırmış; muhalefetteki herkese sırayla sayıp döker ve onları, her şeylerini borçlu oldukları kendisine nankörlük ve vatana ihanetle suçlarken, yüzü kıpkırmızı olmuş.
Mülakkata takdimci ve yarı tercüman gibi hareket eden mebus, bir kaç kere araya girip, 'Sakin olun Gazi Paşa, bu kadar tedbirsiz olmayın' diye hatırlatmış ama gazap selinin önüne geçememiş.''
Evet, bu tesbitlerin bir kemalist-laik tarafından bile dillendirilir olması yine de olumlu bir gelişme olarak görülebilir..
Ama yine de unutulmamalıdır ki, dünyanın her yanındaki zorbaları, kaniçici diktatörleri lanetleyebiliyoruz da; 19. yüzyıl materyalizminden, August Comte ateizminden ilhamla harekete geçmiş olan bir toplum mühendisliği ideali için kendi toplumumuzun ne büyük acılardan, ne büyük sosyal travma ve depremlerden ve ne korkunç mankurtlaştırma ameliyelerinden geçtiğini pek hatırlamak istemiyoruz. Dahası, bir görünmez el, boynumuza idâm ilmeğini geçirmeye her an hazır olduğunu hissettirmeyi sürdürüyor ve nice faşist veya komünist diktatörlüklerden kurtulan halkları görüp, onların özgürleşmesi adına yüreklerimizde sevinç dalgaları oluşabiliyor da, acınacak bir ilkellikle bize tahakkümünü hâlâ da anayasa veya yasalarla sürdüren kendi resmî ideoloji zindanımızı görmüyor ve kendimizi hür zannedebiliyoruz, büyük ekseriyetle..
Ve dahası, 70 küsur yıl öncelerde ölmüş bir kişinin bazı medya organlarında, tv tartışmalarında, aşılamaz büyük önder olarak gösterilmesi karşısında, birileri çıkıp, ’Yahu, o da bir diktatördü..’ diye bir söz ediverince; yüzlerin rengi uçuyor, dudaklar titriyor, o gibi ’patavatsız’lıklar karşısında sözün mecrasının hemencecik değiştirilmesi için ne laf canbazlıklarına başvurulması ihtiyacı hissediliyor..
Evet, başka toplumların çektiklerini hissedip, onların özgürlüklerine imrenirken; kendi ülkemizin ve halkımızın düşürüldüğü zulüm labirentlerinden hâlâ da kurtulamamış olması ne acıdır..