İmparatorluklarla ulus-devletler arasındaki en belirgin farklardan biri egemenliğin nesnesiydi. İmparatorluklar insan üzerinde egemen olmayı amaçladılar, çünkü insan üretim ve vergi demekti. Toprak ise ancak sahip olduğu kıymetli maden zenginliği açısından anlamlıydı. Dolayısıyla toprağın, diğer devletlerle tampon bölge oluşturma işlevi dışında bizatihi değeri yoktu. Bu nedenle imparatorluklar ellerinde tuttukları toprakların etrafına çit çekmediler, yüzölçümü hesabı yapmadılar. Onlar ‘bir yerlerden bir yerlere’ uzanan bir alandaki insan topluluklarına egemen olmayı hedeflediler. Buna karşılık ulus-devletlerin asıl egemenlik nesnesi toprak oldu. Üzerinde tek bir insanın bile yaşamadığı ve muhtemelen yaşamayacağı toprak parçaları için insan öldürmeyi doğal karşıladılar. Bir yerde sorun çıktığında, orayı insansızlaştırmanın ‘çözüm’ olacağını düşündüler. İmparatorluk zamanında iskân politikası sorun yarattığı varsayılan insanların dağıtılmasıydı. Ulus-devletteki iskân politikası ise toprak üzerindeki egemenliğin tescili için yapıldı.
Bugün geriye bakıldığında imparatorluk döneminin bir tür nostalji ile hatırlanmasının nedeni de herhalde budur. Çünkü o dönem çok daha ‘insani’ idi. Devletlerin kişileri farklı gruplara ait insanlar olarak algıladığı ve onları birarada yönetmek üzere siyaset geliştirdiği bir dönemdi. Bu durum, şiddetin, zulmün, eziyetin olmadığını; adalet ve eşitliğin geçerli olduğunu ima etmez. Ancak yönetimin odak noktasının ve dilinin insan üzerinden kurulduğunu gösterir. İmparatorluklar dünyasının ‘barışı’ ataerkil bir barıştı... Herkesin kendi özel konumuna razı geldiği ve böylece hiyerarşik bir bütünlüğün parçası olduğu bir barış.
Ulus-devletler ise ‘eşitlik’ getirdiler. Hiyerarşiyi kırdılar. Kâğıt üzerinde çok daha insani bir sistem oluşturdular. Ne var ki buradaki ‘insani’ kelimesi artık gerçek insanları değil, kuramsal, normatif bir insanı tarif ediyordu. Kısacası ulus-devletlerde vatandaşlar eşit oldu ama insanlar eşit olmadı, çünkü insanlar eşit vatandaş olamadılar.
Öte yandan hemen her ulus-devlet kendi amacının ‘barış’ olduğunu söylemekteydi. Örneğin Türkiye’nin dış politikasının hâlâ ‘yurtta sulh, cihanda sulh’ önermesi etrafında oluştuğu iddia edilebiliyor. Düşünün ki kuruluşundan bu yana hemen hemen tüm komşularıyla sürekli çatışma içinde olan ve kendi içinde de örtük bir savaş halini yıllarca sürdüren bir ülkeden söz ediyoruz. Ama bu sadece bize özgü bir durum değil... Bütün ulus-devletler aslında örtük savaş halinden geçerek ‘örtük şiddete’ geldiler ve ‘ulusal egemenliği’ bunun üzerinde oluşturdular. Bu nedenle ulus-devletlerin iç barışı söz konusu örtük şiddetin insanlar tarafından içselleştirilmesini gerektirdi. Bu otoriter zihniyette bir barıştı... İnsanların sırf o toprakta bulunmaları nedeniyle razı olmaları gereken bir şiddet vardı ve vatandaş olabilmek bu şiddeti birlikte taşıma karşılığında elde edilen bir lütuftu.
Ulus-devletlerin bu özelliğini milliyetçi ideolojiden ayrı düşünmek mümkün değil. Çeşitliliği teke indirgeyen, insan olma halinden ‘kendisini milleti için feda eden vatandaşa’ geçişi sağlayan milliyetçilikti ve bu yaklaşım ‘sanal etnisite üretimini’ gerektiriyordu. Dolayısıyla da ulus-devletlerde iç barış, aslında egemen ‘sanal etnisite’ ile onun dışında duranlar veya bırakılanlar arasında bir şiddet ilişkisi demekti.
Kürt meselesi diye adlandırılan durum, ulus-devlet şiddetinin sıradan örneklerinden biri. Ancak ‘durum’ göründüğünden daha karmaşık... Çünkü her çatışma, çatışan tarafların içinde bir iktidar alanı üretir ve o alanın da yönetimi şiddetten bağımsız kalamaz. ABD bunu becerebileceğini sandı... Çatışmayı olabildiğince dışsallaştırarak ve coğrafi olarak uzaklaştırarak, kendi iç barışının sürdürülebileceğini varsaydı. Aynen geçmiş imparatorluklar gibi, çeperdeki şiddetin içerdeki düzen üzerinde etkisiz kalacağını umdu. Ancak ABD de bir ulus-devlet... Vietnam’da, Irak’ta yaşananların uzantısı, bugün bizzat ABD vatandaşının günlük hayatı üzerinde ve özellikle ‘yabancılara’ karşı bir şiddet örtüsü üretmiş durumda.
Türkiye ise ABD olmaktan zaten çok uzak. Burada dışa yönelik şiddetle içe yönelik olan arasında doğal bir bağlantı var. Bu nedenle Kürt meselesi sadece devletle PKK, veya TC ile Kürt siyaseti arasında bir şiddet ortamını değil, bizzat ‘Türk’ kesimi içinde de şiddetin hegemonyasını ifade ediyor. Bu kesimin homojenleştirilerek ele alınması, bu nedenle durumu kavramamıza olanak tanımıyor. Çünkü o zaman AKP denen olguyu anlamakta zorlanıyor, Ergenekon davasının niçin Kürt meselesinin çözümü açısından hayati olduğunu göremiyoruz. Oysa sivil iktidarın, ‘Türk’ kesimindeki iç şiddeti karşısına almadan, ‘Kürtlere’ yönelik olan dış şiddet ortamını değiştirmesi mümkün değil.
Diğer taraftan AKP bunu becerebilse bile Kürt meselesinin çözümünü garantileyemez. Çünkü iktidarın atacağı adımlar gerekli olmakla birlikte yeterli değil... Kürt siyasetinin çözüm istememesi, veya kendi tanımladığı bir ‘çözüm’ durumu dışında hiçbir şeyi çözüm olarak kabul etmemesi halinde, hükümet ne yaparsa yapsın sorunu ortadan kaldıramaz. Daha da ötesinde, çomak soktuğu şiddet dengesinin bozulması, içe dönük şiddetin doğrudan siyaseti ele geçirmesine neden olabilir. Dolayısıyla AKP’nin niçin tedirgin olduğunu ve muhatabından emin olmadan niye adım atmakta zorlandığını anlayabiliyoruz.
Burada mesele, söz konusu ‘muhatabın’ AKP’nin düzleminde yer almaması, diğer bir deyişle hükümetin düzleminde bir muhatabın bulunmamasıdır. Kürt tarafının siyasi dili, henüz kendisine yapılanların sıralanması ve olması gerekenlerin sayılması ile sınırlı. Yani henüz Kürt kesiminin kendisinin ne yapması gerektiği ve kendi içinde hangi ilkeler üzerinden bir muhatap üreteceği sorularına gelmiş değiliz. ‘Türkiye solu’ bu konuda günahkârdır ve bugün de kolaycı normatif şablonların içine sıkışarak, aslında başta Kürtlere olmak üzere herkese zarar veriyor.
Es geçilen nokta şu: Yapısallaşmış dış şiddet her zaman bir iç şiddet de üretir ve böylece iktidar alanını tanımlar. Kısacası bugün nasıl ‘Türk’ kesimi içinde bir iç şiddet sorunu varsa, ‘Kürt’ kesimi içinde de var. Bu iç şiddet bir yanda nasıl ‘Türk kimliğini’ belirlemekte ise, diğeri de öte yanda ‘Kürt kimliğini’ belirliyor. Ve açıkça söylemek gerekirse her iki kimlik de bugün ‘hastalıklı’ hale gelmiş durumda, çünkü kendi içindeki şiddet zemininden besleniyor. Dolayısıyla çözüm ‘Türklerle Kürtlerin’ anlaşmasından geçmiyor. Böyle bir uzlaşmanın yaratacağı barış, her iki kesimde de şiddetin egemenliğini pekiştirecek, özgürlük alanını daraltacak, yabancılaşmayı kimliğin alt parçası haline getirecektir. Bundan ötesini görmek için ise Yugoslavya’nın macerasına bakmak yeter...
Kısacası barışın da bir zihniyeti var... Her barış ‘güzel’ olmayabilir. Eğer ‘Türkler’ ve ‘Kürtler’ önce kendi içlerinde barışı sağlayamazlarsa birbirleri ile yapacakları barış da bir farstan öte gitmez. Bu ise, her iki kesimdeki iç şiddetin bitmesini gerektiriyor ve bunun için de iç şiddetin siyasetine karşı çıkan alternatif duruşların ortaya çıkması gerekiyor. Böylece yeniden ‘cesur ve demokrat’ insanlara geliyoruz. Bu insanların şu an var olan siyasi hegemonyanın dışından gelmeleri şart değil. Nitekim bugün yargı içinde görünür hale gelen, cesur ve demokrat adımlar atan bir savcı ve hâkim tipolojisi ile karşı karşıyayız. Yani bu insanlar bizzat hegemonik aktörün içinden de çıkabiliyor. Soru şu: Acaba aynı yönde bir değişim Kürt kesiminde ve siyasetinde de olamaz mı? Eğer olabilir ise, bu sürece nasıl destek verebiliriz?
***
Epeyce zaman geçti, ama Genelkurmay Başkanı’nın son basın toplantısında sarf ettiği gizemli sözlerin bazı vatandaşlarca nasıl okunduğuna değinmekte yarar var. Genelkurmay Başkanı şöyle demişti: “Basınla olan görüşmeyi herhalde niye Trabzon’da yaptığımın da özel bir anlamı var... Herhalde anladınız.”
Bazı vatandaşlarımız son dönemde Trabzon denince Veli Küçük’ü ve Hrant’ın katillerini anımsıyor. O nedenle Genelkurmay Başkanı’nın sahiplenmesini de bu minvalde değerlendirmişler. ‘Yoksa bir yandan ordu içindeki çetelerin yeni cinayet planları keşfedilirken, ordunun kendisi de eski cinayetlere sahip mi çıkıyor’ diye düşünmüşler. Benden söylemesi...
TARAF