Rejim değişikliği nasıl gerçekleştirildi?

Nuh Albayrak, Cumhuriyetin kuruluşu sürecine dair yapılan değerlendirmelerde görmezden gelinen noktalara dikkat çekiyor.

Nuh Albayrak / Star

''Saltanat bugün kalkacak ihtimal ki bazı kafalar kopacak''

Konunun iyi anlaşılabilmesi için önce "1. Bölüm" okunmalıdır. (Aşağıda)

102 yıl önce bugün Saltanatın kaldırıldığına biraz yakından bakalım...

Sultan Vahideddin Han'ın, birinci bölümde ayrıntılarını arz ettiğimiz desteleri ve askerimizin cansiperane mücadelesiyle düşman kovulmuş, Mudanya Mütarekesi 11 Ekim 1922'de imzalanmıştı.

Bu antlaşma, Ankara için "dönüm noktası" anlamı taşıyordu. Zira artık "mütareke" imzalanmış "müdahane"ye (İstanbul'u idare etmeye) gerek kalmamıştı! "İhtiyatlı üsluba" son veren Ankara paşaları, İstanbul'a; "başka bir devletin temsilcisi" gibi davranmaya başlamıştı. Yeni hedef, Müttefiklerle karşılıklı mutabakatla Lozan Konferansı'na Osmanlı'yı temsilen giderek meşruiyet elde etmekti!

Nitekim, Osmanlı'nın tek meşrû temsilcisi "İstanbul Hükümeti" olduğu halde, Müttefikler Lozan'a Ankara'dakileri de davet etmişti. Oysa "Ankara Hareketi"nin oluşturduğu "ikilik", neticede "Osmanlı Devleti'nin iç meselesi" idi. Büyük Taarruz elbette Ankara'daki paşaların öncülüğünde yapılmıştı ama zafer, Osmanlı Devleti ve milletinin destek ve imkânlarıyla kazanılmıştı. Tarihte hangi savaşın muzaffer komutanları; barış görüşmesine davet edilmişti ki?

Bütün "içli-dışlı" entrikaların farkında olan Sultan Vahideddin Han, her şeyi sineye çekmiş; işgalciler karşısına güçlü bir temsiliyetle çıkılmasını istemişti. Bu iradeyi Sadrazam Tevfik Paşa, 17 Ekim 1922 tarihli bir telgrafla, Mustafa Kemal Paşa'ya iletmişti. "Zaferi biz kazandık, devleti de biz temsil ederiz" mahiyetindeki cevabî telgraf Tevfik Bey'e ulaşmadığı için, 20 Ekim'de BMM Başkanlığı'na ikinci bir telgraf göndererek, Babıâli ile Ankara'nın aynı amaca hizmet ettiğini belirtmiş; "İstanbul o masada bulunmazsa, müzakereler 6 asırlık devlet gücünden yoksun olarak yürütülür" hatırlatması yapmıştı.

İngiliz liderliğindeki düşman ittifakı ise, tarihî bir fırsat olarak gördüğü Ankara'daki oluşum sayesinde Osmanlı'yı içeriden yıkma peşindeydi. Zira Ankara, "daha uyumlu" davranmak zorundaydı! Bu yüzden İtilaf devletleri, İsviçre'nin Lozan şehrinde toplanacak olan konferans için 28 Ekim 1922 tarihinde İstanbul'a gönderdikleri "davet"in aynısını Ankara'ya da göndermişlerdi.

"HAREKETE GEÇME ZAMANIDIR!"

Saltanatın kaldırılması, "Lozan'a tek temsilci olarak gitmeye" dayandırılmış olsa da, daha İstanbul'da iken plânlanmıştı. Pera Palas'ta olgunlaştırdığı "Ankara Güzergahı"nı Samsun'dan itibaren uygulamaya başladığını Nutuk'ta açıkça ifade eden Mustafa Kemal Paşa, "Yeni bir Türk devleti tesis etmekten başka çare olmadığını" belirterek "İşte, daha İstanbul'dan çıkmadan evvel düşündüğümüz ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz tatbikatına başladığımız karar budur" diyor.[1]

Paşa bütün önemli başlıkları, 7-8 Temmuz 1919 gecesi Erzurum Kongresi öncesinde Mazhar Müfit (Kansu) Bey'e; kimseye göstermemek şartıyla "Zaferden sonra Cumhuriyet kurulacak. Padişah ve hanedan hakkında, zamanı gelince gereken yapılacak. Tesettür ve fes kalkacak, şapka giyilecek. Latin harfleri kabul edilecek" şeklinde yazdırmıştı![2]

Bu yüzden, BMM'nin ilk dönemlerinde ısrarla "Her şeyi Sultan ve Halife'yi işgalden kurtarmak için yapıyoruz" mesajı verilse de, Nutuk'ta da açıkça ifade edildiği gibi "kararlaştırılmış" başlıkların her biri için uygun ortam gözetleniyordu. Meclis (İcra Vekilleri) Başkanı Mustafa Kemal, bu adımlardan Saltanatın kaldırılması konusunda etrafındakilerin nabzını nasıl yokladığını şöyle anlatıyor:

"Rauf Bey'den Saltanat ve Hilafet konusundaki düşüncelerini sordum, 'Ben Saltanat ve Hilafet makamına vicdanımla ve duygularımla bağlıyım. Çünkü babam, padişahın ekmeği ve nimetleriyle yetişmiş; Osmanlı Devleti'nin ileri gelen adamları sırasına geçmiştir. Benim kanımda da o nimetin zerreleri vardır. Ben nankör değilim ve olamam. Padişaha bağlılık vefa borcumdur, Halifeye bağlılık ise terbiyem gereğidir. Ayrıca bizde milleti elde tutmak güçtür. Bunu ancak Saltanat ve Hilafet makamı sağlayabilir. Bu makamları ortadan kaldırıp, onun yerine başka nitelikte bir makam getirmeye çalışmak felâkete ve büyük acılara yol açar' dedi. (Ev sahibi) Refet Paşa da 'Rauf beyin görüşlerinin hepsine katılıyorum. Gerçekten bizde Padişahlık ve Halifelikten başka bir idare şekli söz konusu olamaz' dedi." Meselenin henüz olgunlaşmadığı anlayan Paşa "Bu mesele bugünün işi değildir' diyerek konuyu kapattım. Rauf Bey, bu cevabımdan memnun oldu" diyor![3]

"KÜRSÜDE 'KALDIRILMALI' DİYECEKSİN!"

24 Nisan 1920'deki gizli oturumda "Mücahedatımızın (mücadelemizin) birinci gayesi, Saltanat ve Hilafetin tefrikini (ayrılmasını) istihdaf eden (amaçlayan) düşmanlarımıza, irade-i milliyenin buna müsait olmadığını göstermektir" diyen Mustafa Kemal, "düşmanlarımıza yaptırmayacağız" dediği şeyi bizzat yapmak için kolları sıvamıştı![4]

"Zaferi biz kazandık, Lozan'a biz gitmeliyiz" söylemi çok kullanışlı bir "ambalaj" idi. Yıllardır zihninde taşıdığı meselenin artık olgunlaştığını düşünen Kemal Paşa, daha önce "Padişaha vicdanımla bağlıyım" diyen paşalarla tekrar konuşmuştu ama bu sefer fikirlerini sormamış; talimat vermişti:

"Tarihsel görevimin emrettiği asıl hedefi gerçekleştirme zamanı gelince, asla kararsızlığa düşmedim. Saltanatı kaldırmaya karar verdiğim zaman Rauf Bey'i, Meclis'teki odama çağırdım, Refet Paşa'nın evinde, sabahlara kadar dinlediğim görüşlerini hiç bilmiyormuşum gibi davranarak, ayakta, kendisinden şu istekte bulundum: 'Hilafet ve Saltanatı birbirinden ayırarak Saltanatı kaldıracağız! Kürsüden, bunun doğru olduğu konusunda bir konuşma yapacaksın!' Bundan başka tek kelime konuşmadık. Aynı maksatla çağırmış olduğum Kazım Karabekir Paşa geldi. Ondan da aynı şekilde konuşmasını rica ettim. Rauf Bey o gün bir iki defa konuştu ve hatta Saltanatın kaldırıldığı günün bayram olarak kabul edilmesini de teklif etti!"[5]

MECLİS ÖNCE REDDETMİŞTİ!

30 Ekim 1922 günü Saltanat'ı kaldırmak üzere toplanan Meclis'te, "Yeni İttihatçılar"ın yağdırdığı "takrir"lerde kimden bahsedildiğini bilmeyenler, "Mebuslar, işgalci İngilizlere öfke yağdırıyor" diye düşünürdü!

Mesela Diyarbekir Mebusu Hacı Şükrü, "Başta Vahideddin olmak üzere bu telgrafı (Lozan'a birlikte gidelim teklifini) yollayanları, bütün Müslümanların besmele ile taşlamasını teklif ediyorum" diyor, İstanbul Mebusu Neşet Bey ise "Derhal bir İstiklal Mahkemesi kuralım, Padişahı ve Babıali Hükümeti üyelerini cezalandıralım" teklifinde bulunuyordu!

Erzurum Mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey başta olmak üzere "hukuk" hassasiyetli mebuslar ise, ülke geleceğine dair bu kritik konunun Anayasa kapsamına girdiğine, onun için de önce Anayasa'yı değiştirmek gerektiğine dair bir takrir vermişti ama pek ilgilenen olmamıştı! Bir an evvel işi bitirmek için hemen oylamaya geçmişlerdi ama hesap tutmamıştı!

Başkan, oylama sonucunu şöyle açıklamıştı:

"132 kabul, 2 red, 2 çekimser... Toplam 136 kişi oy vermiş. Nisap için daha 25 kişi lazım... Binaenaleyh muamele natamamdır" diyerek oturumu kapatmıştı.[6]

Yani; TBMM, "Saltanatın kaldırılması" teklifini kabul etmemişti!

"BU İŞ BİTECEK, GEREKİRSE KAFA KESİLECEK!"

"Saltanatı kaldıralım" teklifi, 1 Kasım 1922 Çarşamba günü tekrar Meclis'e getirilmişti ama bazı hukukçu mebusların, "Bu işi anayasaya uygun yapalım" ısrarı da devam ediyordu.

Bu itirazlar pek önemli değildi ama "Saltanat, Kanun-i Esasi'ye aykırı şekilde kaldırıldı" şayiası önlenmeliydi! Bu anayasa meraklılarının, Mimar Sinan'ın "Minareler eğri" diyen çocuklara; halatla düzelttirdiği(!) gibi bir yöntemle susturulması gerekiyordu!

3 ayrı komisyonda görüşülmesi gereken "takrir", hemen oracıkta 3 komisyonun üyelerinden oluşturulan "Karma Komisyon"a havale edilmişti. Ancak bu komisyon da işi ciddiye almış ve "Hilafet, Saltanat'tan ayrılamaz" kararı vermişti.

Olanları takip eden Mustafa Kemal Paşa, bu karar üzerine yaşananları şöyle anlatıyor:

"Sıranın üstüne çıktım, yüksek sesle şu konuşmayı yaptım: Beyler, hâkimiyet ve Saltanat hiç kimseye görüşmelerle verilmez. Kuvvetle kudretle ve zorla alınır. Bu bir oldu-bittidir. Mesele, zaten oldu-bitti haline gelmiş olan bir gerçeği, kanunla ifadeden ibarettir. Bu mutlaka olacaktır. Aksi takdirde, yine gerçek, usulüne uygun olarak ifade edilecektir. Fakat belki bazı kafalar kesilecektir."[7]

Bu konuşma üzerine konuyu tekrar inceleyen Komisyon, aynı teklifi "oybirliği" ile "uygun" bulmuştu! Bu karar sonrasında, Saltanat'ın kaldırılması TBMM'de onaylanmış ve o gün "Millî Bayram" ilan edilmişti.

İttihatçıların, Abdülhamid Han'ı "sipariş fetva" ile devirdiği gibi, bir hafta önce Şer'iye Vekili tayin edilen Mehmed Vehbi Efendi de verdiği fetvayla, Sultan Vahideddin Han'ı Padişahlıktan ve Halifelikten azletmiş(!) ve Abdülmecid Efendi'yi de "Halife" tayin etmişti!

Böylece, Haçlı Siyonist ittifakın asırlarca deviremediği "çınar" içeriden çürütülerek; hatta kitabına uydurularak yıkılmıştı!

------------

Son bölüm: Osmanlı, esirlere dahi böyle zulüm yapmamıştı!

[1] Nutuk, c.I, TTK Yayınları, Ankara 2019, s. 18.

[2] Mazhar Müfit Kansu, Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber, Ankara 1997, s. 130.

[3] Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Atatürk Araştırmaları Merkezi, 1999. Cilt. II, s. 913.

[4] TBMM Zabıt Ceridesi, I. Devre, I. Cilt, 24 Nisan 1920, s. 31.

[5] Nutuk, Cilt. II, s. 915.

[6] TBMM Zabıt Ceridesi, I. Devre, I. Cilt, 24 Nisan 1920, s. 269-297.

[7] Nutuk, Cilt I, s. 468.


Nuh Albayrak / Star

“Hazin son”un vahim hikayesi: 1/3
Yola çıkarken ve Meclis'te “Bağlılık Yemini” etmişti!

Yakın tarihimizin en yakın ve en kritik iki dönemine "en uzak" bırakıldık. Bunlar, Sultan II. Abdülhamid Han'a yapılan darbe ve Türkiye Cumhuriyeti'ne geçiş... Bu süreçlerin tarihini, oyuncuları yazdığı için olanları değil; yazılanları öğrendik!

Saltanatın kaldırılışının 102. yılı sebebiyle hazırladığımız 3 günlük yazı dizisinde, başkentin İstanbul'dan Ankara'ya nasıl taşındığını; belgeler üzerinden özetleyeceğiz.

20. yüzyıl başında, bütün imparatorluklar ulusal devletlere dönüştü. Zaten parçalanmış Osmanlı'nın da bu küresel değişimin dışında kalması mümkün değildi. Yani Cumhuriyetleşme, "zorunlu istikamet" idi. Ancak; "geçiş yöntemi" problemliydi! Hiçbir imparatorluk, muhteşem birikimini böyle katlederek "köksüz; nevzuhur bir ulusal devlet" olmayı tercih etmemişti!

"Tek evlat"ın, son demlerini yaşayan babasını kendi elleriyle boğarak, zaten meşru yollarla "intikal" edecek olan varlık ve iktidarı, anlaşılmaz bir acelecilikle, "gasp" etmesi kadar anlamsız bir tutum izlenmişti. Bu da yetmemiş, "varlığını" borçlu olduğu babasını "düşman" ilan etmiş; hatta "inkar" etmişti. Oysa bu berbat tercih, yeni kurulan devletin "prematüre" doğmasına; dolayısıyla vesayetlere karşı dirençsiz kalmasına sebep olacaktı!

YAVERİNE ÇOK GÜVENİYORDU!

Meselenin tam anlaşılması için biraz geriden başlayalım...

Mustafa Kemal Paşa, Veliahd Vahideddin Efendi'nin 15 Aralık 1917 tarihinde çıktığı Almanya gezisine, "ordu temsilcisi" olarak katılmış; kendisini "İttihatçı karşıtı" olarak tanıtmıştı!

4 Temmuz 1918 tarihinde tahta çıkan Vahideddin Han, en son ve en önemli cephe olan "Suriye Cephesi"ni, en güvendiği paşasına emanet etmiş ve "Paşa, o beldeleri düşmana vermeyin" diye sıkı sıkı tembih etmişti. Ancak kısa süre sonra 7. Ordu'nun "muhteşem ric'ati" neticesinde son cephe de düşmüş ve Osmanlı, "iflas belgesi"ni imzalamak zorunda kalmıştı!

Payitahttaki bütün üst rütbeli kumandanlar, bozgunun sebebi olarak Mustafa Kemal Paşa'yı görmüş; cezalandırılmasını istemişti. Hatta Harbiye Nazırı Enver Paşa bu bozguna o kadar kızmıştı ki, Fevzi Paşa'ya "Kemal Paşa, ordusunu bırakarak kaçmış. Hemen kurşuna dizilmesi için emir vereceğim" demişti.[1]

Ancak, İttihatçılardan nefret eden Vahideddin Han, İttihatçı olmayan tek tük subaylardan biri olarak gördüğü yaverini korumuş; hatta Anadolu'daki kritik görev için yine onu uygun görmüştü!

Nitekim Mustafa Kemal Paşa, 30 Nisan 1919 tarihli Takvim-i Vekayi'de Sultan Vahideddin Han imzasıyla yayınlanan "irade" ile adeta bir "gölge padişah" yetkileriyle donatılmış olarak "9. Ordu Müfettişliğine" tayin edilmişti.[2]

Vahideddin Han, bu yetkileri rahat kullanabilmesi için eline "...Bölgede düzenin sağlanması ve saldırıların defedilmesi için tek vücut olarak hareket edilmesini, hükümdarlara mahsus selamımla beraber askere; memurlara ve ahaliye tebliğini emreyledim" şeklinde bir de "ferman" vermişti.[3]

DEVLET BU YOLCULUK İÇİN SEFERBER OLMUŞTU

Bu ferman üzerine Babıâli hükümeti teyakkuza geçmişti. Bir yandan Paşa ve birlikte gelmesini istediği 20 subay için "vize" işlemleri takip edilirken diğer taraftan da yoğun hazırlıklar başlamıştı. Murat Bardakçı, bu görev için gösterilen özen ve önemi "Samsun yolculuğu bir devlet operasyonudur" cümlesiyle ifade etmektedir.[4]

Cebi de doldurulmuştu! Hazine İngilizlerin kontrolünde olduğu için Vahideddin Han'ın; tahta çıkmadan önce Çengelköy Çiftliği'nde yetiştirdiği cins atların satışından temin edilen 30 bin lirayı yeğeni Sami Efendi Pera Palas'ta Mustafa Kemal'e teslim etmişti.[5]

Tarih kitaplarında, 5 kelimeye 5 yalan sığdırılarak, "...dümeni kırık; köhne bir tekneyle Samsun'a kaçak gitti" şeklinde öğretilen Samsun yolculuğunu, Başyaver Avni Paşa hatıralarında şöyle anlatıyor:

"16 Mayıs Cuma günü, Yıldız Camii'nde Sultan Vahideddin Han'ın huzurunda, sağ elini Kur'an-ı Kerim üzerine koyarak 'Vazifemi, Halife hazretlerinin arzusu dâhilinde, tam bir sadakatle ve elimden gelen bütün kuvvetle yerine getireceğime vallahi billâhi' diye biten yemin sonrası dualarla uğurlandı. Otomobille Galata rıhtımına, oradan da motorla Kızkulesi açıklarındaki Bandırma Vapuru'na gitti."

Yıllarca, "dümeni kırık tekne" hakaretine maruz kalan vapur, Bahriye Nezareti'nin uhdesindeki en lüks yolcu vapuruydu. İskoçya yapımı 279 grostonluk 49 m. uzunluğunda ve 6 m. genişliğinde olan bu şık vapuru bendeniz inceledim.

SAMSUN'DA MAKAS DEĞİŞİKLİĞİ!

Padişahın, bir paşasını; geniş yetkilerle Anadolu'ya göndermesi, tedirgin halk için bir ümit kaynağı olmuştu ama Mustafa Kemal, "farklı" bir yol tutmuştu! İngiliz vizesiyle gelen Paşa, Samsun'daki İngiliz birliğinin güvenlik riski oluşturacağı gerekçesiyle 24 Mayıs'ta karargâhını Havza'ya taşımıştı. 22 gün boyunca konakladığı Mesudiye Oteli'nde yerli yabancı birçok heyetle görüşen Paşa, "Anadolu'da yeni bir başkent kurulması"na giden yol haritasını bu dönemde olgunlaştırmış ve "Manifesto" denebilecek ilk tamimi yayınlamıştı.

Sultan Vahideddin Han'ın donattığı yetkiler sayesinde, gittiği her yerde büyük bir hüsn-ü kabul gören Mustafa Kemal Paşa, Amasya'ya geçmiş ve 22 Haziran 1919 tarihinde "İstanbul Hükümeti, sorumluluğunun gereğini yapmamaktadır" şeklinde, görevi ve konumu ile bağdaşmayan bir "bildiri" daha (Amasya Tamimi) yayınlamıştı

Kazım Karabekir'in davetiyle Erzurum'a gittiği 8 Temmuz günü, Sadrazam Damad Ferid Paşa'dan, "Görevine son verildi" telgrafı alan Mustafa Kemal, geri dönmeyeceğini; çok sevdiği askerlik makamına veda ettiğini belirtmiş, "Hayatımın sonuna kadar, yüksek Saltanat ve Hilafet makamıyla soylu milletimin koruyucusu olarak kalacağımı tam bir bağlılıkla arz eder, teminat veririm" demişti.[6]

Öte yandan İngiliz Albay Alfred Rawlinson da, Erzurum'a gelmişti. Osmanlı topraklarında yıllarca casusluk yapan Sir Henry Rawlinson'un oğlu olan ve kongre öncesinde Mustafa Kemal ile uzun uzun görüşen Mr. Alfred, son gün olan 7 Ağustos'ta 3,5 saatlik bir görüşme daha yapmıştı. Mustafa Kemal, İstanbul yönetimini tanımadıklarını ve Millî Mücadele'nin "ihtilâlci" bir hareket olduğunu söylemişti.[7]

Erzurum'da "yerel" başlayan kongreyi Sivas'ta genelleştirerek, "Başkent Ankara"yı netleştirebileceğini hisseden Mustafa Kemal Paşa, bütün "millî cemiyet" temsilcilerinin Sivas'ta hazır olmasını istemişti. 4 Eylül'de başlayan "Kongre" çok tartışmalı geçmişti. Kazım Karabekir gibi bazı güçlü İttihatçılar da, bölgelerinde "muhtariyet" planlıyordu. Nihayet Paşa, bütün İttihatçıları; "birlikte mücadele"ye ikna etmişti! Bu sayede, "merkez" yönetimin nüvesini teşkil eden 16 kişilik "Heyet-i Temsiliye" tespit edilmiş, yeni döneme dair kararlar; 11 Eylül'de yayınlanmış ve Ankara'ya müteveccihen yola çıkılmıştı.[8]

"YÜCE PADİŞAHIMIZIN EMRİNDEYİZ!"

Heyet 27 Aralık 1919 tarihinde Ankara'ya ulaşmıştı.

Cumhuriyet gazetesinde "Atatürk Ankara'da peygamber gibi karşılanmıştı" diye başlayan bir yazıda, "Bir müddetten beri Ankara'ya yerleşmiş olan iki tabur İngiliz askeri de Mustafa Kemal'i karşılayanlar arasındaydı" deniliyordu.[9]

Ultra Kemalist Erol Mütercimler, Haber Türk TV'deki 23 Nisan'ın 100. Yılı Özel Programı'nda, "Mustafa Kemal Paşa Ankara'ya ilk geldiğinde İngiliz Birliği kendisini selamlamıştır" demişti. Kemalistlerin linç ettiği Mütercimler, 6 tarihî kaynaktan aktardığı delillerle iddiasını ispatlamıştı.[10]

21 Nisan 1920'de, bütün askerî ve idarî makamlara, "Mustafa Kemal" imzasıyla gönderilen emirnamede, "Allah'ın izniyle, Cuma namazını müteakip, Ankara'da Büyük Millet Meclisi açılacak. İl merkezlerinde valilerin tertibiyle 'hatim' ve 'Buharî-i şerif' okunacak. Hatmin son bölümü, açılıştan önce Meclis binası önünde tamamlanacaktır" talimatı verilmişti.

Nitekim 23 Nisan 1920 günü, Hacı Bayram Camii'nde kılınan Cuma namazından sonra sakal-ı şerif ve sancak-ı şerif öncülüğünde; tekbirlerle ve gözyaşlarıyla, Ulus'taki İttihat ve Terakki Kulübü'ne yürünmüştü. Okunan hatim ve yapılan dualar sonrasında binaya girilmişti!

Padişahı/Halifeyi üzecek bir şey yapmamaya çok dikkat ediyorlardı. Hatta İngilizlerin, iplerin tamamen kopmasını sağlamak için Sadrazam Damad Ferid Paşa vasıtasıyla yayınlattığı "Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını idam" fetvası bile bu "sadakati" bozamamıştı!

En yaşlı üye olan Sinop Mebusu Şerif Bey'in, Kur'an-ı Kerim tilavetiyle açtığı ilk oturumda Meclis Reisi seçilen Mustafa Kemal Paşa, "Sultanımızın itaatkâr kullarıyız" şeklinde başlayan konuşmasını, "Padişah efendimiz hazretlerinin sıhhat ve âfiyetle ve her türlü ecnebi baskısından kurtulmuş olarak tahtı hümayunlarında daim kalmasını Allah'tan niyaz eylerim" cümlesiyle bitirmişti.[11]

Paşa, ertesi günkü gizli celsede de "İstanbul düşman işgali altındadır. Millet, Hilafet ve Saltanat makamlarının müstakil ve dokunulmaz olmasını vicdanî bir emel saymıştır. Burada bunun için çalışıyoruz ve çalışacağız" şeklinde konuşmuştu![12]

Yeni Meclis'in ilk işi de, Sultan Vahideddin Han'a hitaben bir "sadakat mektubu" yazmak olmuştu. 28 Nisan günü Meclis'te okunan "BMM Reisi Mustafa Kemal" imzalı ve "Hâlife ve Hakan-ı Akdesimiz (en kutsal); Efendimiz" başlıklı telgraf, "Padişahımız, kalbimiz size bağlılık duygusu ile dolu olarak tahtınızın etrafında her zamankinden daha sıkı bir sadakatle bağlanmış bulunuyoruz. İlk sözü 'padişahına bağlılık' olan bu Meclis, son sözünün de bundan ibaret olacağını yüce kapılarına alçakgönüllülükle arz eder" ifadeleriyle bitiyordu![13]

VAHİDEDDİN HAN'DAN, MİLLİ MÜCADELEYE DESTEK

Yazdırdığı kısa hatıratında, Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'dan itibaren güzergâh değiştirmesi sebebiyle kendi stratejinin akim bırakılmasına çok üzüldüğünü belirterek "Yanılmışım" diyen Sultan Vahideddin Han'ın vatan ve millet sevgisinin yüksekliğine bakın ki, ihanete uğradığını düşünmesine rağmen, hiç değilse Ankara'nın neticeye ulaşmasını istiyordu:

"Kuva-yı Milliye'nin ileride farklı bir yöne ilerleyeceğini bilmeme rağmen yine de Vatan-ı azîzin menfaatleri için fedakârane bir tercihte bulunarak "Kemalist emellere" boyun eğen kabineleri iktidara getirdim ve Kuva-yı Milliye'yi takviye edip destekledim."[14]

İşgal kuvvetlerini oyalayarak Anadolu'daki mücadeleyi gözden uzak tutmaya çalışan Vahideddin Han ayrıca; 4 Aralık 1919 tarihli bir tamimle, "Anadolu'daki Kuva-yı Milliye'nin iaşesini, o mıntıkadaki nizamî kıt'alar karşılasın" talimatı vermişti.[15]

Dönemin büyük âlimi Seyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri de, başka bir "destek" hatırasını şöyle anlatmıştı:

"Bir Ramazan günü Beşiktaş'taki Sinan Paşa Camii'ndeki vaazımdan sonra yanıma gelen saray görevlisi 'Melik sizi iftara davet ediyor; buyurunuz' dedi ve beni Yıldız Sarayı'na götürdü. Meşhur hocalar hep oradaydı. Yemekten sonra Sermüsâhib (Başdanışman), 'Padişahımız, 'Yunanlılar İzmir'e çıktı. Vaazlarında millete anlatsınlar ve galip gelmemiz için dua etsinler' diye rica ediyor' dedi."[16]

Farklı İslâm ülkelerindeki Müslümanlar da Halifeye bağlılıkları sebebiyle aralarında yardım toplayıp Ankara'ya gönderiyordu.

YARIN:

"Saltanat bugün kalkacak

gerekirse kafalar kopacak"

[1] Murat Sertoğlu, Mareşal Fevzi Çakmak Açıklıyor, Derin Tarih Yayınları, İstanbul 2016, s. 14.

[2] Genelkurmay Belgeleri, Mustafa Kemal Samsun'a Nasıl Gönderildi, Derin Tarih Yayınları, İstanbul 2015, s. 12.

[3] Murat Bardakçı, Şahbaba, Pan Yayıncılık, İstanbul 1999, s. 139.

[4] Bir Devlet Operasyonu: 19 Mayıs 1919, Haber Türk, 19 Mayıs 2017.

[5] Şahbaba, s. 573, 141.

[6] Atatürk ile İlgili Arşiv Belgeleri, Başbakanlık Osmanlı Arşivi Yayınları, Ankara 1982, s. 160.

[7] Mehmet Hasan Bulut, İngiliz Derviş, IQ Yayıncılık, İstanbul 2018, s. 361.

[8] Haluk Selvi, Sivas Kongresi, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 2009, c. 37, s. 284.

[9] Atatürk'e ait Menkıbeler, Cumhuriyet, 30 Kasım 1938.

[10] Haber Türk TV, Teke Tek Programı, 24 Nisan 2020

[11] Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, C. 1, Ankara 1961, s. 64.

[12] TBMM Gizli Celse Zabıtları, 2. Oturum, 24 Nisan 1920, C. 1, s. 8-9.

[13] TBMM Zabıt Ceridesi, I. Devre, I. Cilt, 28 Nisan 1920, s. 123-124.

[14] Vahdettin İftiralara Cevap Veriyor, Derin Tarih Yayınları, İstanbul 2014, s. 12

[15] Osmanlı Arşivi, Meclis-i Vükela Mazbataları, No: 538.

[16] Ekrem Buğra Ekinci, Ebedî Seadet Yolunda bir Ömür, İhlas Vakfı Yayınları, İstanbul 2018, s. 68.

Yorum Analiz Haberleri

İşgalin destekçisi Almanya'nın ekonomisi nereye doğru gidiyor?
Hz. Adem'le Hz. Havva'nın çocukları arasındaki gülünç üstünlük iddiaları…
Bu çığırtkanların derdi Filistin değil, provokasyon!
“Tanrı varsa, kötülük neden var?"
Siyonist toplumda "sivil" var mı?