16 Nisan Referandumunda ortaya çıkan sonuç iktidar zaviyesinden özeleştiri vesilesi, İslami camia açısından ise uyarı sorumluluğu olarak ele alınmayı hak ediyor!
Referandum iktidar çevrelerinde ve genel manada İslami camiada zafer duygusundan ziyade buruk bir sevinçle karşılandı. Her ne kadar “halkın onayına sunulan değişiklik kabul edilmiştir, dolayısıyla amaç hasıl olmuştur” denilse de bunun pek de arzu edilen sonuç olmadığı ortada. ‘Hayır’ oylarının yüksekliği önümüzdeki dönem açısından ister istemez bir risk faktörü olarak algılanmakta ve bu da anayasa değişikliğinin kabul edilmiş olmasından duyulan sevinci gölgelemekte.
Bu noktada özellikle iktidar çevrelerinin referandum sürecini ve sonucunu hamasetten uzak bir tarzda değerlendirmeye tabi tutması önem kazanıyor. İktidar çevreleri bunu yapar mı, yapmaz mı bilemeyiz ama iktidarın politikalarından, olumlu ya da yanlış icraatlarından doğrudan etkilenen, bir biçimde bunun yükünü sırtlanan İslami camianın bu sorgulamayı yapması şart. Bu kaygıyla kendi zaviyemizden bazı hususların altını çizmeye çalışacağız.
Ümmetin Düşmanlarının Kaybetmesi Kazanımdır!
Ortaya çıkan görüntünün yol açtığı burukluğa rağmen referandumun az bir farkla dahi olsa kabul edilmesi rahatlatıcı olmuştur. Eğer tersi gerçekleşmiş olsaydı ki, bu çok da uzak bir ihtimal değildi, sadece 700 bin seçmenin oyunun yönünü değiştirmesi ya da ‘evet’ diyen bir buçuk milyon kişinin sandığa gitmemesi buna yeterdi, şu anda çok daha kaotik bir ortamı soluyor olacaktık. Kemalist-Kürtçü-Gezici-Esedçi ittifakın yıpratma taktikleri karşısında kazanımlarımızın aşındırılmasına yönelik bir süreç belirginlik kazanacaktı. Bu yönüyle buruk sevincin açık bir hezimetle karşılaştırılamayacak kadar ‘iyi’ bir şey olduğu görülmeli.
Referandumda ‘evet’ oylarının beklentinin çok altında kalmasının sorumluluğunun kimde olduğu kıyamete kadar tartışılabilir. AK Parti, MHP tabanının Bahçeli’den çok muhalifleri dinlediğini iddia ederken, MHP ise AK Parti’nin kendi seçmeni içinde hatırı sayılır bir kesimi ikna edemediğini ileri sürmekte. Her iki iddianın da gerçeklik payı taşıdığı söylenebilir. ‘Fire’ daha çok MHP’den gelmekle birlikte, AK Parti’nin de şu veya bu ölçüde ‘ikna’ sorunu yaşadığı inkâr edilemez.
Muktedir Olmak ile Mütehakkim Olmak Farklı Şeylerdir!
Çok çeşitli sebepleri olmakla birlikte bu durumun en temelde anayasa değişikliğinin esbabı mucibesi hakkında tatmin edici bir tez ortaya konulamamasından kaynaklandığı söylenebilir. Tayyip Erdoğan Türkiye siyasi tarihinin en sevilen-güvenilen ismi olsa da ‘tek adam’ görüntüsünün kolay kolay içe sinmediği anlaşılıyor. Bu da hem doğal, hem de güzel bir şey! Kadro hareketi olmak yerine lider merkezli anlayışın; istişare, dayanışma, ortak karar alma süreçlerini çalıştırma yerine “en iyisini Reis bilir” mantığının hayırlı olmadığı gibi, ilerletici de olmadığını, başta ‘Reis’in kendisi olmak üzere herkese haksızlık teşkil ettiğini düşünüyoruz.
Eğer “amacımıza ulaştık, sistem değişti, önümüzdeki maça yoğunlaşalım” mantığıyla hareket ediliyorsa yapacak bir şey yok. Nitekim hala medyadaki iktidar sözcüleri güya özeleştiri adı altında “demek ki, halka değişikliğin mahiyetini yeterince anlatamadık” söylemiyle işin özünü ıskalamaya devam ediyorlar.
Oysa erdem ve adalet “bir şeyleri yanlış yapıyor olabilir miyiz?” sorgulamasından geçer! Ve eğer referandumun hayırlı bir neticeye vesile olması isteniyorsa bu husus üzerinde mutlaka kafa yorulmalıdır. Ne yazık ki, Erdoğan’ın seçim sonrasında sıcağı sıcağına gündeme getirdiği ilk mesajın ‘idam’ üzerine olması pek de umutlu olmaya zemin bırakmıyor!
Tevazu kaybedildiğinde salim tefekkür, o kaybedildiğinde ise salih amel imkanı ortadan kalkıyor. Ve gelişmelere, eleştirilere, nasihatlere iktidar kibriyle bakmaksa açıkça çürütüyor.
Haksızlıklara “Dur” Demenin Zamanı Gelmedi mi?
15 Temmuz sonrası yaşanan gelişmelere baktığımızda ‘mağduriyetler’ şikayetinin ısrarla görmezden gelindiğini, üzerinin örtüldüğünü gördük. Hukuk devleti olma vasfıyla çelişen uygulamalar ‘olağanüstü hal’ söylemi ve pratiğiyle meşrulaştırılmaya çalışıldı.
Önlenebilir tek bir mağduriyetin dahi giderilmesinden imtina edilmesinin vicdanlarda derin bir sızıya yol açması gerekirken sayısız mazlumun feryadına kulaklarını tıkayanların içine düştükleri acıklı hal yazık ki, hepimizi acınılacak bir hale düşürdü! 15 Temmuz’da cuntaya karşı büyük bir fedakârlık ve cesaretle ortaya konan direnişten buraya gelmemiz ise olayın en üzücü tarafıydı.
İlginçtir, referandum sonucunun yol açtığı burukluk ve bunun nedenleri üzerinde durulurken dahi iktidar çevreleri mağduriyet olgusunun dindar-muhafazakar tabanda meydana getirdiği küskünlüğü telaffuz etmekten kaçınıyor, muhtemelen bunun bir zayıflık alameti olarak algılanabileceğinden endişe ediyorlar. Oysa şu aşamada tam da yapılması gereken şey bu olmalı, otoriter devlet zihniyetinin ürettiği mağduriyetlere bir an önce son verilmesi için vicdan sahipleri harekete geçmelidir.
Milliyetçilik Cahiliyedir!
Referandum neticesinde belirginleşen gerçeklerden biri de şudur ki, MHP ile girilen koalisyon kazandırmamış, bilakis kimlik ve imaj kayıplarına yol açmıştır. Üstelik de “koalisyonlara son veriyoruz” söylemi dillendirilmek suretiyle girilen bu yönelim kalıcı bir bağımlılık riski taşımakta, iktidarı MHP’nin dayatmalarına açık hale getirmektedir.
AK Parti ve Erdoğan her ne kadar içinden geldiği Milli Görüş kimliğinin barındırdığı birtakım örtük milliyetçi tortuları üzerinde taşımakla birlikte, en temelde otoriter nitelikli devletçi-milliyetçi dayatmalara karşı bir itirazı temsil ederek siyaset sahnesinde var olmuşlardır. Buna karşın son dönemlerde devlet-vatan-milliyetçilik söylemlerinin yukarıdan aşağıya çok hızlı bir şekilde taşındığı görülmektedir. Bu söylem kısmen olağanüstü konjonktür gerekçe gösterilerek, kısmen de MHP’ye duyulan ihtiyaç nedeniyle çok yaygınlaştırılmış, derinleştirilmiştir. Öyle ki millet kavramını her zaman Ümmet anlamında kullandığını bildiğimiz Erdoğan dahi bu süreçte “Türk milleti tabirinden neden rahatsızlık duyuluyor, anlamıyorum” diyebilmiştir.
Milliyetçilik bir kimlik kirliliğidir, açık cahiliyedir! Ayrıca da insanların kendilerinin seçmedikleri, kendilerinin elde etmedikleri verili kimliklerini dünya görüşü olarak öne çıkartmaları anlamında bir ilkelliktir. Öncelikle ilkesel olarak buna tavır almaya mecburuz. İktidar açısından da 16 Nisan akşamı ortaya çıkan görüntünün bu sorgulamayı kolaylaştırmış olması gerektiğini ümid ediyoruz.
Bize Düşen Uyarmaktır!
Son olarak İslami camianın, çevrenin, tabanın, artık hangi kavramla adlandıracak olursak olalım, İslami çerçevede toplumsal-siyasal bir değişim arzusu duyan tüm kesimlerin gidişata ilişkin daha sorgulayıcı ve sorumlu bir yaklaşım geliştirmesi gerektiğini vurgulayarak sözümüzü tamamlayalım.
Bugüne dek mevcut iktidarın Ümmetten, halktan, mazlumlardan yana ortaya koyduğu her adımı, her icraatı destekledik, desteklemeyi de sürdüreceğiz. İslam’a ve Ümmete düşmanlık potasında birleşenlerin ellerinin güçlenmesini, etkilerinin yaygınlaşmasını ise her zaman varlığımıza yönelik bir tehdit olarak algıladık, karşı koymaya devam edeceğiz. Mamafih bu saflaşmada benimsediğimiz pozisyonun bizi asla iktidarın yanlışlarının ortağı yapmasına da izin vermeyeceğiz! Böylesi bir yanlış sadece kendi kimliğimizin, varlığımızın inkârı anlamına gelmez, dost bildiklerimize de en büyük kötülük olur!