Ramazan Yazçiçek İle Zamanın Ruhu Üzerine

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de İslâm dışı modern problemlerin aşılması Kur’ân’ın aydınlığında pekâlâ mümkündür. Bunu gerçekleştirmenin imkânı, vahyi hayata taşıyacak değerler dizisinde; tecdit zindeliğinde saklıdır.

Röportaj: Fatih Bütün

Bir zamandan başka bir zamana çağırmak, çoğumuzca makul görülecek bir şey değildir. Çağrıldığımız tarih, velev ki Peygamber ve güzel arkadaşlarının yaşadıkları dönem dahi olsa… Yaşanmış, yaşanmış ve geride kalmıştır. Peki, tarihsel bir dilime değil de bir ‘ruha’ davet ediliyorsak! Bizim ‘ruh’ dediğimiz şey, sizler ne dersiniz veya daha önce ne denmiştir, burayı münakaşa noktası kılmak istemiyoruz.

Demek istediğimiz şudur: Modern insanı ve maddeye teslim ettiği ruhunu asr-ı saadet ruhuna davetkârız. Yönümüz budur. Her ehl-i İslam’ın bu ruhun temini noktasında bir arayışla sorumlu olduğuna inanıp Müslüman olduğunu iddia edip de ‘böyle bir ruha’ inanmamanın ve dahi böyle bir ‘ruhun’ asla yakalanamayacağını savunmanın ve buna inanmanın elfâz-ı ve hissiyat-ı küfrden olduğunu biliyor;

Bizi, ‘zamanın ruhu’ deyip de kendi varoluş biçimlerine köle kılmak isteyenlerin değil sözlerini, imâlarını dahi iyi niyetli bulmuyoruz.

Gayretsizliği aşıp ataletten sıyrılmak adına ‘zamanın ruhu’nu Ramazan Yazçiçek’le tartıştık, konuştuk.

- Oldukça popülerleşmiş bir kavram olarak 'zamanın ruhu' üzerinde düşünmek istiyoruz. Müslümanın bütünlüklü bir söylem, bütünlüklü bir düşünce biçimi ve yaşamın çareleri arayışının izini süreceğimiz için, kavramın hem popüler yanını hem de Hegel'in tinin görüngübilimi'ndeki kullanımını aşmaya çalışacağız. 'Zamanın ruhu' ifadesi sizde neler çağrıştırıyor, neler düşündürüyor?

Teşekkür ederim. Sözlerime Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla başlarım. Muhakkak ki hamd bütünüyle Allah’a mahsustur.

'Zamanın ruhu' (Zeitgeist), felsefî arka plana sahip bir kavram olup, aynı zamanda aktüelde birçok meselenin kendisinden etkilendiği bir ifadedir. Bu kavramla kastedilen, daha ziyade tarihsel bir kesitin taşıdığı ruh hali, düşünme biçimi ve toplumsal zihniyetin yansıttıklarıdır. Hegel’le kavramsallaşan terimin ortaya çıkışı daha öncelere (Herder) dayanır. İfadenin zaman içinde yüklendiği farklı anlamlar, düşünce yelpazesinde onu ayrı uç yaklaşımlara hizmet eder duruma getirmiştir.

Hemen bütün filozoflarda olduğu gibi Hegel’in yaklaşımları da “pür felsefe” olmaktan ziyade içinde yaşadığı hâkim şartların; sosyo-kültürel ve siyasî konjonktürün izlerini taşır. Hegel’in “mutlak” anlayışı; zihin, ruh, zaman yaklaşımı ve “zamanın ruhu” kavramsallaştırması da o gününün Almanya’sı koşullarında şekillenmiştir. Kavramların serüven farklılığı, özgünlüklerinin de sebebidir. Karşılıklı etkileşimle birlikte her kavramın oluşum hikâyesi özgündür ve zaten lalettayin ifadelerin kavrama dönüşmesi de bir hikâyeye sahip olmalarındandır.

Sıklıkla dile getirdiğim bir hususu burada da paylaşmayı gerekli görüyorum: Her kavram kendi felsefesinin çocuğudur. Hiçbir kavram taşındığı topluma, kültüre kendi felsefî içeriğinden arınmış masumiyette ulaşmaz. Keza kavramlar dinamik karaktere sahip olup değiştirme ve dönüştürme hedeflidirler ve başka alanlara da kendi kasıtlarıyla birlikte taşınırlar. Zeitgeist (zamanın ruhu) kavramı da bundan farklı değildir.

Aynı serüveni yaşayıp aynı sorunlarla yüzleşmeyen toplumların problemlerini aynı kavramlarla çözmeleri muhaldir. Farklı kültür ve toplumlardan alınan ödünç kavramlar, taşındıkları yerlerde çözümden ziyade sorun oluşturma potansiyeline sahiptirler. Çözüm için ihraç kavramlara dayatmacı rol yüklenmesi; çözümün biricik şartı görülmesi durumunda ise infial kaçınılmazdır. Bilinmesi gereken bir husus, her kavramın her toplum için çözüm olamayacağı gerçeğidir. Hele aynı kavramla karşı medeniyetin sorunlarına müdahalenin düşünülmesi, başarısızlığın da ötesinde infial sebebidir. Bu son ifadeyi özele indirgeyecek olursak, modern kavramlar bizim sorunlarımız için mutlak çözüm olmadığı gibi bizim de bu kavramlar üzerinden modern/batıya karşı koymaya kalkışmamız abesle iştigaldir.

Konjonktürel olarak ortaya çıkan çoğu felsefî öneri, kimi teoloji denemeleri dinî olmayıp siyasî hedefleri mebnî yaklaşımlardır. Batı’da ortaya çıkan yeni veya kadim bir kavramla Hıristiyan ve Yahudi teolojisini değerlendirmek ve belki eleştirmek pekâlâ mümkün olabilir. Ancak İslâm ve kültürü, ilgili yol ve enstrümanlar aracılığıyla ne temellendirilebilir ve ne de değerlendirmeye tabi tutulabilir. Kriterleri belli olan İslâm’ı uçları açık, ideolojik, felsefî sav diyebileceğimiz modern ve gelenek eksenli paradigmalarla karşılama imkânı yoktur. İlgili paradigmalar, meşrûiyet sorunu yaşamamak için çoğu kez geleneğe refere edilerek oluşturulurlar. Zeitgeist kavramının da metafiziğe bakan bir yönünün olduğu gibi. Gerçek bu iken, çoğu kez Batı’da kilise odaklı problematik etrafında oluşan çözüm arayışları sadedinde kavramsallaşan düşünceler, Müslüman kültür zeminine taşınmak istenmektedir. Oysa bunlar yöntem itibariyle aynı olmadıkları gibi içerik itibariyle de aynı değillerdir.

Meseleyi öncelikle bu yönüyle ele almamız, sonraki paylaşımlarımızın daha sağlıklı zeminde ilerlemesini temin içindir.

- 'Zamanın ruhu', bir zaman aralığındaki galib ruhu temsil etmesi hasebiyle kendisine 'teslim olmamızı' isteyen bir içeriğe de sahip. peygamberlerin yaptıklarıyla bir çelişkiye sahib gibi görünüyor!

Bütün peygamberlerin ortak mesajı, içinde bulundukları zaman aralığının galip ruhuna teslimiyeti değil bilakis ayıklayıcı bir hassasiyetle yeniden ihyayı temsil eder. Bu, zamanlar ötesi bir mesajın temsilidir. Sınırlı zaman aralığındaki galip ruh, bozulmayı temsil ediyorsa şayet, peygamberlerin tavrında teslimiyet değil değiştirmeyi hedefleyen bir ihya söz konusudur. Yani Peygamberler statükoyu (galip ruhu) ne temsil ne de tasdik ederler. Bilakis peygamberlerin mesajının özü, ezber bozan bir içeriğe sahiptir. Bu mesaj, çağı ve olayları yeniden şekillendirmek için egemen tutuma “La” deme amaçlıdır. “La”, bir zaman aralığında “galib gözüken ruha” temsiliyeti de teslimiyeti de reddeden inkılabî bir ruhu telkin eder.

- Yaşadığı tarihsel aralığı karakterize eden düşünce, duygu ve ruh haline karşı muhammed (as)'a gelen vahyin dili, tavrı ve oluşturduğu ruh nasıldı? Ve nasıl  bir tutumla başarılabildi?

Peygamberler vahyin aydınlığında usul belirleyen ve uhrevî saadeti hedefleyen bir dil geliştirmişlerdir. Mücadelelerinin esas hedefi, mutmain/hoşnut ruh dünyasına sahip bireyler yetiştirmektir. Nebevî dil ne ruhbanî ne de dünyacı bir dildir. Bu dil, vahyi esas alan İslam (ed-din) dilidir. Onlar, esenlik toplumunun inşasını mutmain bireyler eliyle hedeflemişlerdi. Muhammed (as.)'ın da kendisinden önceki peygamberler gibi mücadelesinin odak noktası burasıydı. Nitekim Kur’ân’da, gönderilen bütün peygamberlerin davetlerinin amacı açık ve veciz bir şekilde ifade edilmiştir.(16/36)

“Andolsun ki biz, «Allah'a kulluk edin ve Tâğut'tan sakının» diye (emretmeleri için) her ümmete bir peygamber gönderdik.” (Nahl, 16/36.) Bilgilendirmenin üzerine geliştiği ortam, haktan sapmış, vahyi tahrif etmiş bir toplumun varlığıydı. Bunun tekrar aslına rücû ettirilmesi de peygamberler vasıtasıyla olmuştur. Mesajlarının özü, sadece Allah’a kulluk ve tağuttan sakındırmaya dayanmaktaydı. Hakka davet, mahdut bir zaman için olmadığı gibi belirlenmiş bir mekâna münhasır da değildi. Bu davet bütün insanlığa yönelik yapıldığı gibi bütün mekânlar içinde yapılmış ilkeleri mahfuz hak bir davetti.

Kanaatimce sorunuzun son kısmı konunun geneline açıklık getirecek içeriktedir: ...Ve nasıl bir tutumla başarılabildi? diyorsunuz. Şurası özellikle unutulmamalıdır: Müslüman, dünyayı yorumlamakla değil, varlığın bilincine vararak değiştirmekle mükelleftir. Değişimin kendisiyle gerçekleşeceği Sünnetullah, imanın salih amel ile teyidindedir. Bu, bireyin öncelikle kendisini değiştirmesiyle başlar. Bütün peygamberlerin yaptığı da evvelemirde buydu. Yani onlar, “emrolundukları gibi dosdoğru olmuşlardı.” Sermayeleri her an buharlaşmaya müsait ‘yorumdan ibaret’ değildi; gözyaşı, ter ve kan, ödenen ete-kemiğe bürünmüş bedel mayasına dayanıyordu. Bütün peygamberlerin başarıları vahye müstenid olan bu tutumlarında saklıydı. İslam, zamansal (temporal); sonlu aralığın malulü; yeryüzü geçiciliğinin mahkûmu olmaya değil, ezeli ve ebedi; es-Samed olan Allah’a teslimiyet şerefine davet etti insanı.

- 'Zamanın ruhuna' karşı gelmek biraz 'akıl dışı', 'gayri makul'!.. 'zamanın ruhu' bu meşruiyyet ve gücünü nereden alıyor?

Batı, kendi varlığını idealleştirmesi neticesinde ‘diğer dünya’ olarak tanımladığı ötekileri kendi değer yargılarıyla dönüştürmeye çalışmaktadır. Öncelikle kendini modern/medeni kabul eden Batı, diğerlerine geleneksel/vahşi ön kabulü ile değer biçmektedir. Yani evirilme Batı’nın bulunduğu yere, modern kabul edilene doğrudur. Kavramlar üzerinden bunu sağlamaya çalışan Batı, insan ilişkilerinin toplamını göremeyip dayatma unsuru yedeğinde taleplerine devam etmiş; vardığı noktayı da “tarihin sonu”, “mutlak” diye ilan etmiştir. Kaygan zeminde erken ilan edilen meşruîyetin ne denli sahici olduğu ortadadır! Batı modernleşmesinin oluşumunda, antik Yunan felsefesini, Rönesans’ı, Reform’u, Sanayi Devrimi’ni görmeden modernleşme çözümlemelerine girmenin anlamsızlığı da ortadadır. Kavramlar üzerinden çözüm önerilerini, ilgili süreçleri yaşamamış ülkelere dayatma vahameti de ortada iken, ‘zamanın ruhuna' karşı gelmeği, “'akıl dışı', 'gayri makul'!” görmenin ne kadar, 'makul' ve ‘aklî’ (!) olduğunu da bizim sorma hakkımız vardır herhalde!

Bugün Müslümanların “inandık” dedikleriyle yaşadıkları arasındaki açı aralığı, üretmeden teslimiyetleri, tecdidin yerini taklidin alması maalesef zamanın ruhunun meşruîyet (!) kazanmasının öncelikli sebebidir. İman edilen ilkeler doğrultusunda koşulları dönüştürmeye dair çaba sarf edilmemesi ve de bütün egemen dünyanın kuşatmasına maruz kalınması da, “gücün meşruîyeti!” garabetini doğurmuştur. Koşulların dönüştürdüğü kimlikler üzerinden gündeme esaret, bunların sahici gündemmiş vehmine kapılmak, zamanın galip ruhuna teslim olma ile sonuçlanmıştır. İşte asıl akıl tutulması buradadır. Nitekim tarihin toplam tecrübesi göstermiştir ki asıl akıl ve vicdan tutulması, mukayyet olanı mutlak, arızî olanı aslî olana tercih etmektir. Bu, bütüncül düşünceden öte bir durum olup, eksikliklerle malul değerlendirmelere sebep; hakikati, görüp dokunduğundan ibaret sanma vehmine esarettir.

Batıda sömürgecilik görünüşte bağımsızlıkla makyajlanmış; örtük sömürgecilik üretilen, ardından dayatılan yeni kavramlar üzerinden devam etmiştir. Yeni durum, ayartıcı olduğu gibi Batı’ya daha fazla bağımlılık ve sömürüye süreklilik imkânı kazandırmıştır. İnsan hakları, özgürlük, hümanizm, demokrasi, küreselleşme, küresel sistem, küresel medeniyet kavramlarında olduğu gibi.

‘Zamanın ruhu’nun meşruîyetini nereden aldığı hususu tartışılmazken, zihin yönlendirme tahakkümünde gelişen yaklaşımları tartışmanın kınanması manidardır. Hiçte masum olmayan kavramlar üzerinden var oluş hakikatinin örtüldüğü; evrensel prensiplere sahip hayat tasavvurunun görmezden gelindiği unutulmamalıdır.

Birçokları bu tür kavramların ‘tasvir edici’ (descriptif) nitelikte olduğunu, başka bir deyişle, ilmî müşahedeye dayandığını öne sürmektedir. Ne var ki, konuyla ilgili literatür gözden geçirildiğinde, söz konusu tezlerin oldukça güçlü ‘kural ko­yucu’ (normatif) unsurlar taşıdığı görülür. Bu durumda sekülerleşme merkezinde geliştirilen hemen her kavram, ‘şimdi-burada’ olup biten bir şey olmaktan çıkıp olması gereken şey pozisyonunu alıyor. Bu kaygılardan hareketle Müslümanın bütünlüklü bir söylem, bütünlüklü bir düşünce biçimi ve yaşamın çareleri arayışının izini ilgili kavram ve paradigmaların izdüşümünde araması, taklit ameliyesinin de ötesinde tahrif ve tahribe çanak tutmak olacaktır.

- Bu ruh hali ve atmosferin insan/müslüman üzerinde ne gibi bir etkisi söz konusu? 

İlgili kavrama tekrar dönelim. Bakınız, Zeitgeis felsefesi belgeselinde yer alan modern sistemlere kafa tutma, yanlışların reddedilmesinden ötürü duygusal olarak insanlarda heyecan oluşturmuştur. Oysa atlanmaması gereken asıl önemli husus, bunun hangi ilkeler üzerinden ortaya konulduğu ve dahası eleştirilenin yerine neyin önerildiğidir. Kimliklerden soyutlanma önerilirken yerine hangi kimlik önerilmektedir? Kimliksizliğin kendisi belirsizlik taşıyan bir kimlik özelliğine sahip değil midir?

Yayımlandığında oldukça ilgi gören belgeselde, Hristiyanlığın hikâyeden oluştuğu ve de dinlerin para ile olan ilişkisi konu ediliyor. Hele 11 Eylül saldırılarının ve farklı ülkelerdeki darbelerin ABD tarafından yaptırıldığı konusunun irdelendiği bölümler bir yönüyle ufuk açıcı olmakla beraber akımın diğer yaklaşımları bütünlüğünde ele alındığında güven verici olmadığı gibi sorgulama tarzının ilgisiz alanlara meşruîyet sağlama hinliği taşıdığı görülmektedir. Bununla kalmayan yaklaşım, önerdiği hayat tasavvuru ile insanı yaratılış amacından koparmakta, sorun olarak addettiği çıkmazları aynı zamanda çözüm diye pazarlamaktadır.

Teknolojinin sağladığı kolaylık, insanoğlunun yaşamını alabildiğine değiştirmiştir. Diğer taraftan teknolojiyle birlikte ortaya çıkan yeni sorunlar insan yaşamında tahribatlar oluşturmuş ve bunların nasıl giderileceği hususu yeni problem alanlarına dönüşmüştür. Gelinen gelişmişlik düzeyi imar mı, imha mı yüklüdür? Var oluş (ontolojik) hakikati açısından bakıldığında, gerçekte ne yapılırsa imardır ve imha olan nedir? Emperyalizmin Kapitalizmle ilişkisi dikkate alınmadan sistem eleştirileri yapmak ne kadar tutarlıdır? Parasal sistem yerine yaşamı teknoloji odaklı tasarlamayı öneren Zeitgaist felsefe, ilke koyucu sorunsalını nasıl cevaplayacaktır? “İnsanı özgürleştiren ve yaşam kalitesini artıran şeyin, insan yaratıcılığının ürünü olan teknoloji” olduğunu; ve yine, “dünya kaynaklarının akıllı yönetilmesi”ni önerirken, ilke koyucuyu (us) değiştirmediği gibi kurucu ilke (egocentric) açısından da çelişki üzerine çelişki yaşamaktadır. Hizmet ettiği sınıfın değişmesinden öte bir farklılık taşımayan modern hurafeler, ilgili paradigmanın metafizik yedeğini oluşturmaktadır.

Efendinin değişmesiyle tekrarlanan köleliği özgürleşme olarak sunmak, modern illüzyonist maharetin ürünü olsa gerek. İnsanlık, Batının bütün özgürleştirme yalanlarına karşı yüksek sesle ‘kral çıplak’ diyemedi. Fakat Heidi’nin ayaklarının neden çıplak olduğu gerçeği, kraldan daha çıplak bir hakikat olarak tarihe not düşmeye devam etmekte… Evet, bu gerçek, şimdilerde vicdanlarda da olsa dillendirilmektedir. Bir gün yüksek tepelerde karanlık yüzün zulmü haykırılacak ve Heidi, Alplerden topladığı kır çiçeklerini yalınayak Suriye’li çocuklara verecek.

Burada bizi ilgilendiren yön, bir anlık veya konjonktürel olarak hamasi duyguları okşayan ve hatta doğru konuların dile getirildiği görüşlerin sağlam zemine dayanmaması halinde meşru görülemeyeceğidir. Kaygımızı besleyen buna benzer bir örnek “on dokuz mucizesi” komedisinde yaşanmıştı. Hamasi duygularla ilgi ile izlenen durumun ardında Yahudi Kabalizmi çıkmıştı. Kur’ân’ı övüyor gibi gözüken, mucize olduğunu söyleyen yaklaşımın vardığı yer, Kur’ân ayetlerini inkâr vahyi de sorgulamaya tabi tutma idi. Dolayısıyla ödünç kavramlara da içi boşaltılan kendi kavramlarımıza da hassasiyetle yaklaşmamız gerekir. Yani dile getirilen kavramdan daha önemli olan o kavram ile neyin kastedildiği, ne anlaşıldığıdır. Bu inceliğin farkında olmak, aktüel atmosferin Müslümanlar üzerindeki etkisinin yönünü belirleyecektir.

- Aileler, eğitimciler veya entelektüeller, müslüman nesillerin şahsiyet ve idraklerinin safiyetine gözünü dikmiş, onları tehdit eden bu çarpık yönelimlere nasıl davranmalılar? 

Öncelikle içinde bulunulan çağı, olayları ve insanları doğru tanıma zorunluluğumuz var. Çözüm, sorunun doğru tespiti, içinde bulunulan şartların doğru okunması ile başlar. Paylaşımımızın nirengi noktası da burasıdır. Yaşanılan anı; zamanı doğru okumak ayrı, zamanın egemen ruhuna teslimiyet; aklî davranmayı ve makulîyeti ancak zamanın ruhuna teslimiyette görmek apayrıdır. Birinci durum gerekli iken ikinci tutum zillettir. Demek istediğim sarkacın iki kefesini de doğru okumak zorunda olduğumuzdur.

Bir şeye iyi veya kötü, doğru veya yanlış diyebilmek için, önce neyin iyi ve doğru ve yine niçin iyi veya doğru olduğunu bilme zorunluluğu vardır. Bu farkındalık bizi yapmamız gerekenlere bilinçle götürecektir. Bunlar yol işaretleridir. Dikkat ederseniz burada içinde bulunulan şartlara asla bigâne kalmadan kendi değerleri üzerinde yürüme lüzumundan söz ediyorum! Zamanın şartlarından bihaber olan kişi, şartların malulü olduğu gibi geleceğe dair söz sahibi de değildir. Zamanın şartlarına esir olan ise büsbütün başkalaşmış demektir. Maalesef vakıa genellikle iki cehenneme duçar olma sarkacında ilerliyor. Hatalar birbirinden besleniyor. Tarafların meşruîyetlerini ötekinin hataları üzerinden temine çalışması tıkanmışlıktır, hinliktir, körlük olup İslam’ın asla kabul etmediği bir durumdur.  Bu girift noktanın aşılması lazım!

- Bu ruh ve düşünce dünyasına karşı 'müteyakkız durmak' yeterli mi sizce? Bunun dışında alınması gereken bir pozisyon var mıdır?

Buraya kadar daha ziyade zamanın ruhuna teslimiyetin yanlışlığı ve sonuçları üzerinde durduk. Şimdi diğer hususa; alınması gereken pozisyona bakabiliriz sanırım. “Zaman”ın getirdiklerini, anın gerçeklerini ne kadar doğru bilip değerlendiriyoruz? İçinde bulunulan anın esiri olmamanın gerekliliği kadar, dünyada olup bitenden haberdar olma zorunluluğumuz da vardır. Bu noktada ilmî gelişmelere; toplumsal değişim ve dönüşümlere ne kadar duyarlıyız? Çağın gittiği yönü ne denli doğru okuyoruz? Akıntıya kapılan mı akıntıya yön veren miyiz? Ve hatta üzeri yapraklarla örtülmüş debisi yüksek akıntının yönünden dahi haberdar mıyız?

Bakın Rabbimiz Kur’ân’da “zaman” kavramına özel bir yer vermiş ve dikkatimiz tekrarla “zaman” üzerine çekilmiştir. Kur’ân’da, insanın iman kervanındaki sorumluluğu bütün zamanlarla bağlantı kurularak anlatılmıştır. İnsanın var oluşu; yaratılış amacı bildirilirken, zamanlar ötesi; dünü, anı, yarını kuşatan sorumluluk hep kulluk merkezinden dile getirilmiştir. Bu, sınırlı bir zamanla mukayyet olmayan hakikattir.

Zaman insana, insan da Allah’a şahit tutmuştur Kur’ân’da. La ilahe İllallah şahitliğin en büyüğü ve en açık ilanı olarak Allah’ın bahşettiği bir yüceliş ve yükseliş imkânıdır. Ve kendisiyle hayat bulduğumuz vahiy de, tıpkı zaman ve insan gibi şahit kılınmıştır.

Allah zamana ve onu oluşturan parçalara yemin eder. “Asra yemin olsun… Soluklanan sabaha yemin olsun… Kuşluğa yemin olsun… Gündüze yemin olsun… Geçip gitmekte olan geceye yemin olsun… Şafağa yemin olsun…” Vahiyle yapılan bu yeminlerde maksat, zamanın insana şahit olduğunun hatırlatılmasıdır. Burada amaç, insanın zamanı iyi, doğru ve verimli kullanmasıdır. Aksi durum, zaman nimetinin aleyhte şahitliğidir. İki yönüyle de ziyandır bu. Birincisi zaman emanetini zayi etmek suretiyle, ikincisi onu aleyhte bir şahide çevirmek suretiyle ziyandır. Bütün bu mesajlarda ortak nokta, zaman, insan ve vahiydir. Üçünün aldığı odak ise “şahitliktir.” Örneğin, “Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı.” (Bakara, 2/183) denilir ayette. Burada, İslamî hükümlerin zamanlar ve zeminler üstülüğüne dikkat çekilmekte ve tüm semavî şeriatların ortak noktalarından birinin oruç olduğu belirtilmektedir. İnsanlığa açılmış ilahi bir kredi olan oruçla mü’min, insanlıkla yaşıt bir kervana dâhil olmuş, “insanlıkla yaşıt iman ailesi”ne mensubiyet, oruç üzerinden ilan edilmiştir. Ben buna ‘bir zincir halkası’ olmakla ‘bir zincirin halkası’ olmak arasındaki muhteşem fark diyorum. Yaratılış amacı, insanlığın evvelini ve sonrasını bütün zamanlara bağlayan bir inanç olup insanı başıboşluktan ‘bir zincirin halkası’ olma aidiyetine yükselten şereftir. Bu husus idrak edildiğinde beşerî ideolojilerin evrensel İslam inancıyla kıyasının dahi mümkün olmayacağı anlaşılacaktır. Çünkü fark, mutlak olan ile mukayyet olanın farkıdır da ondan.

Bu bilincin müşahhas olarak ortaya konulacağı alan “Tecdit” ibadetidir. Tecdidin terki ya da Reformizm’e tahvili, zamanın ruhuna teslimiyet olup akıntıya kapılmaktır. Tecdid, doğası gereği durağanlıktan ötedir. Bir değişim dinamiği olarak tecdit, vahyi ölçü alır ve dinamizmi öngörür. Reform ise insan merkezci bir yaklaşım olarak salt aklı ölçü alır. Bu çıkış noktaları amaç ve hedef farklılığını baştan ortaya koyar. Bununla, doğal olarak neye rağmen olamayacakları sorunsalı gündeme taşınır. Bunlardan ilki İlahî, bir diğeri profan karakterlidir. Biri İslâmî bir diğeri laik hedeflidir. Tecdit, tedrici değişimi öngörür, özeldir. Kendine ait olanı (Müslüman) kendince (İslâmî) ihtiyaçla orantılı bir şekilde ihya eder. Reform ise değiştirmek istediğinin doğasını dikkate almaz; sekülerdir, genellikle dayatmacıdır ve hatta ihtiyaç hissettiğinde militarist güçleri arkasına almaktan sakınmaz, faydacıdır.

Modernizmle, Müslüman toplumlara ve özellikle de İslâm’a sekülarizmin reforum talebini gerçekleştirecek yönde; Protestan Müslümanlık rolü verilmek istendi. Bu talep abesle iştigalin de ötesinde tam bir faciaydı. İslâm düşüncesi, gelenekle gelen mistik; ruhçu tutumların merkeze alınmasını reddettiği gibi rasyonalizmi merkeze alan; bütünlüğü çözen ve bireyselleştiren, yaşamı kutsalın müdahalesinden soyutlayarak bir anlamda sekülarizasyona uğratan bir dünya görüşü olarak moderniteyi de reddeder.

Sosyolojik serüvenleri zamansal ve mekânsal farklılıklar içerse de tevhîdin yaşama müdahalesi hep aynı olmuştur. İslâm, vahye rağmen merkeze alınanlara itibar etmez. Bugün de pozisyon almanın odağında bu dinamiğe yeniden ihtiyaç vardır. İslam’ın amacı insanın dünya ve ahiret saâdetini temin etmeye yöneliktir.  Teslimiyet ile başlayan bu bütünlük yaşamın her cephesinde gözükür.

Taklit taassubunun zihinleri dumura uğrattığı, tecdit bilincinin köreldiği, ortaya çıkan yeni sorunlara Kur’ânî çözümler üretmek zorunluluğunun ertelendiği bir gerçeklik zemininde, Müslümanların yeniden uyanış ve Kur’ân’la diriliş zorunluluğu vardır. Müslüman için esas olan, değişim gerçeğiyle yüzleşirken Kur’ânî çözümler üretmektir. Yozlaşmanın kendisiyle başladığı önemli bir kırılma noktası olarak gördüğümüz beşerî mülahazaların mutlaklaştırılması, tecdid hareketini tıkamış, Müslümanlara bedeli ağır faturalar ödetmiş ve ödetmeye de devam etmektedir. Bu durum, dinin doğru anlaşılmasının önündeki önemli engellerden biri olma özelliğini korumaktadır.

- Hem siyasal hem toplumsal düzlemde sürekli bir değişim, yenilenme, gelişim ve ilerlemeden bahsediliyor. Bu 'değişim'i, özellikle müslümanlarda oluşturduğu  düşünce, his ve hayat anlamında nasıl değerlendiriyorsunuz, gözlemlerinizi almak istiyorum.

Bilgi akışının hızlanması, ulaşım imkânlarının artması ile birlikte kültürlerin bir başka yere aktarımı da kolaylaştı. Karşılaşmalar etkileşimi etkileşimler de beraberinde değişim ve dönüşümü kaçınılmaz kıldı. Değişimin yönü, çekimin güçlü olduğu tarafadır. Bugün çekim, gücün egemenliğinin elindedir. Dolayısıyla güç odaklarının hamasi duygularla geçiştirilemeyecek bir hassasiyetle doğru okunup tetkik edilme zarureti vardır.

Örneğin sosyal medya gerçekten ‘sosyal’ midir? Kişilik ve kimlik sorununa dönüşmeden sahici paylaşım alanları oluşmakta mıdır, yoksa maskelenmiş suratlarla kendini gizleyerek kutsayan yeni terapi seansları mıdır yaşananlar?

Henüz mezun olmuş nükleer enerji mühendisi bir yakınımla konuşuyorum. Çok değil on-on beş yıl önce hocalarının bilgisayarla üç ayda yapabildiği bir çalışmayı şimdiki bilgisayarlarda sadece on beş dakikada ve daha da kapsamlı yaptıklarını söylüyor. Hakikaten baş döndürücü hızlı bir gelişme! Merak ediyor ve soruyorum: Arta kalan seksen dokuz gün, yirmi üç saat, kırk beş dakikayı nasıl değerlendiriyorlar acaba? Teknolojinin sağladığı bunca imkân daha çok kan, gözyaşı işgal ve katliamlara sebep oluyor ve mucitlerin insanlaşmasını değil barbarlaşmasını sağlıyorsa şayet, burada gelişme, ilerleme mi var yoksa ölüm makinalarında büyüme, obezleşme mi? Kendi refahının devamını, başka toplumlara barbar saldırganlıkla temine çalışan; açgözlülüğünü hümanizm teraneleriyle perdeleyen modern dünya, gelişmişliğini gelecek kuşaklara hangi ahlakî temeller üzerine izah edecektir? İnove edilen her bir ürünün insan haysiyet ve onuruna katkısı düşünülmüyorsa şayet, burada cevap bulması gereken temel soru atlanıyor demektir. Nükleer enerji örneğinden hareketle, nesnel görünürlük ve sağladığı kullanımın içinde gerçekleştiği zamanın ruhunun doğru okunması tam da burada önem arz ediyor.

İslam’ın bütüncül yaklaşımının ehemmiyeti kendisini vahye dayamış olmasındadır. Keza beşer, İslamlaştıkça insanlaşır. Yaratılmışların nesnesi değil öznesi olan insan, zamana; görünürlükten ibaret olana pozitif kıymet biçerse, zamanın ruhunu doğru okumadığı gibi topyekûn ifsadı mahfuz bir tehlikenin eşiğinde demektir. Her şey insan için iken, “insan” nedir ve ne içindir? Biyo-psiko-sosyal ve kültürel yönlü bir varlık olan insanın, ‘varlık sebebi’ nedir? Varlığın öznesi olan insan, nesnesi olduğu mutlak kudretin (Allah’ın) rıza ve takdirinin neresinde yer alıyor? Bedeninden önce haz yüklü egosu obezleşen beşer (human), dur-durak bilmeden nereye sürükleniyor? Ne zaman insanlaşacak bu varlık? Putları ve putperestliği reddederken, ego putuna teslimiyeti özgürlük sanma putçuluğundan ne zaman kurtulacaktır?

- Peki, müslümanların sosyaliteleri, siyasal, kültürel algı biçimleri anlamında değişen nedir sizce?

Değişimi ve yönünü bilip görmek zorundayız dedik. Değişeni görmek ayrı değişene “buldum” diyerek abanmak ayrıdır. Birincisi gerekli ikincisi ise helak edici hüsrandır. Gerekli olan yerinde konumlandırılırsa doğruya ulaştırır insanı. Hz. İbrahim’in arayışında olduğu gibi. “Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü, Rabbim budur, dedi. Yıldız batınca, batanları sevmem, dedi.” (Enam, 6/76-79) Görünenin o anlık olduğunu fark edince tekrar rücû eder Rabbine. Ta ki mutlak olanı bulup, mukayyet olanı terk edinceye dek. O, anı bilir ancak mutlak olana teslim olur.

Belli bir zaman aralığında ortaya çıkan düşünce ve kabul dünyasını “mutlak” olarak addetmek ve bunun dışındaki yaklaşım ve sorgulamaları akıl tutulması olarak dayatmak… İşte hakikate yönelik körlük buradadır. Zamana ve içinde cari olan duruş ve düşünüş biçimine kıymet biçecek gerçek ölçü, vahiydir. Vahiy, varlıkla bağı tesis eden bütüncül bir düşünme biçimini emreder. Bunu gerçekleştirmenin biricik imkânı, değişenin ne olduğunun bilinmesiyle birlikte çözümün nerede olduğunun da tespitindedir.

- Nasıl bir gerçeklik içerisinde yaşıyoruz; bu gerçeklik kendisini nasıl ve ne şekilde dizayn etmiş gibi görünüyor?

Gerçeklik dediğimiz görüngü anlık doğru sanılarımızdan ibarettir çoğu kez. Bugün modern dünya ‘bilimi’ insanlığa bir iman umdesi gibi dayatmıştır. Bu sonuç, elle tutulanın ‘mutlak doğru’ addedilmesindendir. Oysa dün mutlak doğru diye tanıtılanlara bugün sadece yanlış denilmiyor, mutlak yanlış denilebiliyor. İnsanı yanıltan temel etken üzerinde yeniden düşünmek; bakışımızı buradan başlayarak düzeltmek zorundayız. Popüler bilinirliği açısından söyleyeyim: Sahi modern tıp kolesterol için ne diyor? Yumurtanın kalp kriziyle ilgisi nedir? Kanserde tedavi protokolü nasıldır? Kaç tıp doktoru bu konularda mutabıktır sizce? Hemen her alanda buna benzer örnekler vermek mümkündür. İnsanlar bilgiyle değil şüpheyle büyütülüyorlar adeta. Ve insan daha ziyade hayatın içinde el yordamıyla doğruyu buluyor sanki. İnsanın, verilen bilgilerin(!) insafına terk edilmesi durumunda bugün olduğu seviyenin dahi gerisine gitmeyeceğini kim söyleyebilir? O halde “gerçek/hakikat” denilen şeyin aktüel olarak muhatap kılındığımız gerçeklikten ibaret olmadığını bir kez daha düşünmeliyiz. Şimdi biz aktüel gerçekliğe/görünene; vehim ve kuruntuya mı, mutlak gerçeğe mi talip olacağız? Biri, zamanın ruhuna esir olmak iken, bir diğeri zamanın Rabbine teslim olmaktır.

 İdeolojiler, insanı ve dünyayı kendi eksenlerinden yorumlamaktalar. Dün bunu felsefî yaklaşımla yaparken bugün militarizmi de arkalarına alarak dayatmaktadırlar. Bu gidişata sahici reddiye ve karşı duruş ancak İslam’la mümkündür. Zamanın ruhunun hakikati temsil ettiğini; buna direnmemenin gerektiğini söylemenin körün fil tarifini ‘isabetli bulmaktan’ farkı yoktur.

Evet, zamanı bütün boyutlarıyla doğru okumak; tarihin adil şahitleri olmak zorundayız. Bakın bugün ümmet coğrafyasında ortalama her gün bin insan öldürülüyor. Emperyal dünyanın bombardımanından kaçabilenler de birbirlerini öldürüyorlar! Açlık, sefalet, hastalıklar ve şimdilerde yaşanan dram; evlerinden yurtlarından göçe zorlananlar… Bu acılar istatistiklere sığmaz. Katliamlar karşısında yetersiz beslenme, önlenebilir hastalıklarda ölüm oranları, sosyal adaletsizlikten bahsetmek lüks sorunlardan sayılır oldu. ‘Öteki dünya’ya yaşatılan bunca travmatik olayın fizikî ve ruhsal faturası, tarihin tanıklığında kime yazılacak? Emperyalizm için bir “yasallaştırma” mekanizması olarak çalışan BM ve diğer kuruluşlar, adaletsizliği ve işgalleri temin ve teyid eden rolü üstlenmişler. Bireysel ve toplumsal hareketlerin ağları üzerinden sağlandığı markalar, sınırları aşan yaygınlık ve güce sahiptir. Neslin ve ekinin ifsadının tarihi tanıklarıyız bugün. Bunlar da zamanın barındırdıklarındandır.

Diğer tarafta kendi gerçeğimizle birlikte gördüğümüz bir başka dünya daha var. Bugün kitap okumanın, bilgiye ulaşmanın yolları farklılaştı. Devasa kütüphanelerin yerini mini tabletler, akıllı telefonlar aldı. Sizi sesinizden tanıyan çağrı merkezleri… Bilgi akış ve paylaşımındaki hız; sosyal medya denilen alan, internetten satış, e-kitap, cep telefonu oyunları, online sipariş, rezervasyon ve dahası… İnsanların günlük yaşamına giren yeni olgular olup baş döndüren hızla yaygınlaşmaktadır. Bildiğimiz kaya ve taşları kimisi inşaat malzemesi; mıcır ve kum olarak kullanırken kimileri de aynı taşlardan bilgi deposu olarak bilgisayar çipi üretmektedir. Otomotiv sektöründe soya bitkisinden araç koltukları, buğday saplarından, tedavülden kalkan dolar kâğıtlarından da arabalara organik ön göğüs aparatları yapılmaktadır. İnsansız hava araçları olarak duyduğumuz aygıtlar cep telefonuyla aynı teknolojiyi kullanmakta. Hülasa yaşamımıza bir şekilde giren her bir olgu, sınırlı bir alanda değil her alanda ve birbiriyle senkronize işliyor. Hemen her alanda inovasyon; yeni ürün ve fikirler üretilip geliştirilmektedir. Dur-durak bilmeyen bir dinamizm söz konusudur. Kendisinden önceki teknolojileri tedavülden kaldıran bir okuma söz konusu bugün. Büyük patlama inovasyonu (Big bang ınnovation) yeni rekabet stratejileri öngörüyor. Bu, sadece iş dünyası (business) için değil hemen hemen yaşama dair her alanda öngörülmektedir. Bunu yaparken de en çok başvurulan metot, inovasyon, ortak akıl ve sinerjidir.

Burada sözü asıl şuraya getirmek istiyorum: Bu kavramlar bize yol göstermez sadece bize fikir verir. Niçin? Bakın Batının iş ve sosyal alanda neredeyse en çok kullandığı, inovasyon, sinerji, ortak akıl arama kavramları aslında bize yabancı değil. İslam kültüründe uhrevî hayata bakan yönleriyle birlikteki amaç ve hedefin de Allah’ın rızasıyla belirlendiği ibadet boyutu taşıyan kavramlar vardır. Oysa modern kavramlar amaç ve hedef itibariyle tahrip ve tahrife hizmet ettirilme potansiyeli taşımaktadır. Kur’ân kavramlarının, yaşanılan anın sorunlarına çözüm olabilmesi için örtüsünden sıyrılıp yeniden ihya edilmesi gerekir. O halde aktüel olarak zamanın getirdiği gerçeklik dünyasını görmemek körlük ancak hakikati bunlardan ibaret sanmaksa ebedi körlüktür. Müslümanlar olarak, tecdit, ümmet/cemaat ve istişare kavramlarına hiç bu gözle baktık mı? Kur'ân kavramlarının sahip olduğu anlam derinliğini hiç bu yönüyle düşündük mü? Kur'ân’ın her an her şeyi dirilten ve kendisinde hayat bulduran enginliğine hiç bu açıdan yöneldik mi?

Refah ve tüketimin doruk noktasını yaşayan modern Batı apayrı bunalımların eşiğindedir. Müstakil bir konu olan bu hususta şimdilik şunları söylemekle yetineceğim: Modern dünya düşünsel bir bunalım içindedir. Bunun nedenlerini bilmek için modernliğin serüvenini bilmek gerekir. Üretilen Batı efsanesinin ardında derin sorunlar ve bunalım yüklü bir bakiye vardır. Bulunduğu refah seviyesini korumak için giriştiği sömürü, talan ve işgaller toplumsal cinnete dönüşmenin eşiğinde bir gerilim oluşturmuş. Bütün zenginliğine rağmen, yığınla evsizlerin (Homeless) bulunması, bekâr annelerin (Single mother) her geçen gün şaşırtan oranlarda çoğalması… Sapık ilişkiler, uyuşturucu bağımlılığı, toplumda itibar gören eşcinselliğin ciddi oranlara yükselmesi ve dahası havsalaları daraltan nesli ve ekini ifsad eden nice cinnet halleri... Belirsizlikler ve şiddet yüklü bir çağ bunları ve daha fazlasını barındırıyor içinde. Zamanın ruhu bütününde bunları da görmek ve doğru okumak zorundayız!

- Söylediklerinizden anladığım; bize kendisini realite olması dolayısıyla hakikat gibi dayatan, kendi karakter ve gerçekliğine teslimiyet ve tâbiyetimizi uman hatta cebreden hâkim ruh, bilgi bilinç ve his dünyasına mahkûm değiliz. Müslümanı zamanın ruhuna yenik düşüren ve yine onu galip çıkartacak olan ne olacaktır, sizce?

Doğrudur. Başta söylediklerimize atfen, kavramların yüklendiği anlam ve serüvenini kendi zemininde tanımak, doğru okumak zorundayız. Aksi takdirde ne bilgi ne de hedef itibariyle mutlak hakikat ile örtüşmeyen anlamlar yükleyip kavramların peşine düşme riski vardır. Tevilin tahrife dönüşmesi de bu kabil bir şeydir.  Zeitgeist’i bu bağlamda okumak ve değerlendirmek gerekir.

Cebreden “zamanın ruhu” hâkim anlayışını tepkisel bir okumadan ziyade ilkeli var oluş imanıyla karşılayacak tecdit ameliyesini canlı ve sürekli kılmak zorundayız. Felsefî içeriğiyle “zamanın ruhu” uçları açık faydacılığıyla her türlü şerri ikameye müsaitken, tecdidî yaklaşım, ilkeleri mahfuz bir tutarlılığı ifade etmektedir.

Zamanın ruhu sadece sahip olduklarını yansıtır. İslam inancı ise bütün zamanların sahibinin insan için gerekli olan bilgilere insanın sahip olmasını emreder. Değişen zamanın ruhuna talip olmak, soğana, sarımsağa meyledip helva ve bıldırcın etini görmemektir. Değişen zamanın ruhunu görebilmek feraset, “zamanı/mekânı ve hakikati” ondan ibaret sanmak ise gaflettir. Sanırım, “zaman sana uymuyorsa sen zamana uy” malayani deyişi de bu teslimiyetçi ruh halini resmetmektedir. Kafaları bulandırıp tahrife zemin hazırlayan bu nevi yaklaşımlar Müslüman tutarlılığıyla bağdaşmaz. “Zamana andolsun ki insan hüsrandadır…” ayetinde saklıdır zamanın sakladıkları. İman, amel ve hakkı-sabrı tavsiye… Kur'ân’da yemin edilen zaman bütün sakladıklarıyla anlamlıdır. Ne ana teslim olmak ne dün ile oyalanmak ve ne de yarın ile avunmaktır gerçekte zamanın ruhunu dikkate almak. Zamanın ruhuna vakıf olmak, bulunduğumuz şahitlik noktasından bütün zamanların şahit olduğu noktaya bakabilmektir. Her kaderin üstünde bir kader, her bilenin üstünde bir bilen; her hesabın üzerinde bir hesap vardır. Ellerin üzerinde el, sözlerin üzerinde söz vardır. Ve kuşkusuz her şeyin üstünde bir güce sahip Allah (cc) vardır.

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de İslâm dışı modern problemlerin aşılması Kur’ân’ın aydınlığında pekâlâ mümkündür. Bunu gerçekleştirmenin imkânı, vahyi hayata taşıyacak değerler dizisinde; tecdit zindeliğinde saklıdır. Din diliyle dünya dilini vahyin aydınlığında insan diline dönüştürecek bir hikmete muhtaçtır insan. Modern hayatın talepleri noktasında hedef belirleyenler, her ne kadar hedeflerini meşrulaştıracak ifadelerle makyajlasalar da, bu, fasit bir durumun zebunu olmaktan öte değildir. Müslüman, önüne, İslâm’ın talep ettiği; Müslümanca yaşamanın imkân arayışı zemininde hedefler koymalı ve belirlediği hedeflere ulaştıracak amaca muvafık araçları kullanmalıdır. İşte bu, vahyin aydınlığında tecdid diliyle “buradayım” diyebilmektir.

“Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesna.” (Asr, 103/1-3).

Teveccüh edip önemli bir konuda soru yönelttiğiniz için teşekkür ediyor, sözlerimi Allah’a hamd ederek tamamlıyorum.

Kaynak: Nida Dergisi, Sayı: 170

Röportaj Haberleri

“Suriye’ye geri dönüş tartışması, empati yoksunu ve yersiz”
Türkiyeli bir mücahid ile Suriye devrimi üzerine…
"Solun bir kısmı mezhepçilikten bir kısmı da İslam düşmanlığından Esed'i destekliyor"
Suriye'nin korku hapishaneleri: Sednaya, Tedmur ve Suriye’nin yeni hafızası
"Suriye devrimi Türkiye'nin de zaferidir!"