Ramazan Yazçiçek ile ahlak üzerine…

Her şeyin yerinden edildiği bir vasatta Allah’ın bak dediği yerden bakmanın yerini, Allah’ın razı olmayacağı yönelimler, yer yer İslâm’la makyajlanmış ideolojiler almıştır.

Yediden yetmişe herkesin diline pelesenk ettiği, sosyal hayattan özel hayata iş hayatından akademik hayata birçok mecrâda boy gösteren fakat bir o kadar da anlam netliğinden uzak bırakılan bir kavramla karşı karşıyız: Ahlâk. “Önce Ahlâk” diyerek önceliğini ahlâk olarak belirleyen ve eserlerini bu bağlamda kaleme alan mütefekkir-yazar Ramazan Yazçiçek’le ahlâkın soy kütüğü, ilişkili olduğu kavramlar, ontolojik olarak nasıl konumlandırılması gerektiği, Weberyen ahlâk teorisi ve ahlâkın kompartımanlara ayrılıp ayrılamayacağına dair gerçekleştirmiş olduğumuz röportajımızda sözün özüne inme gayretiyle hareket ettik ve sizlerin de bu yolculuğa katılmanızı istedik. Sözü daha fazla uzatmadan birlikte ahlâkın nabzını tutmaya geçebiliriz.

Röportaj: Sercan Ünğan / Nida Dergisi

- Sizin tabirinizle “önce ahlâk” demeden, “ahlâk”ı nasıl anlamalı, tanımlamalıyız?

- Ahlâkı tanımlamadan önce izninizle dil üzerine; kavramlara dair bir şeyler söylemek istiyorum: Cemil Meriç, “Kamus namustur” der. Bu, eskilerin ‘kamusu olmayanın namusu yoktur’ deyişinin farklı bir ifade biçimidir. Kamus, bir milletin hafızasıdır ve emanet olan namus gibidir. Arap dilinde kullanılan “Eş şi’ru Divan’ul-Arab” yani “Şiir, Arapların arşiv dairesidir.” deyimini nakleden Muhammed Hamidullah hoca, bir metni doğru anlayabilmek için kavramların ve başvurulan kaynakların öneminden bahseder.

Kavramlara yüklenen ihraç manalar, farklı kültürlerden alınan ödünç kavramlar gibidir. Doku uyuşmazlığı riski taşıyan bu durum, zamanla kimlik erozyonuna sebeple değer yargılarını tersyüz eder. Farklı dönem ve kültürlerde dile getirilen felsefî kaygılar, kendi serencamında anlamlı olup yaşanan özgün sorun ve siyasal taleplerle şekillenir. Kezâ her kavram kendi felsefî zeminde doğup gelişir. Taşındığı topluma, kültüre felsefî içeriğiyle ulaşan; amacı doğrultusunda değiştirip-dönüştürmeyi hedefleyen kavramlar, dinamik karaktere sahiptirler. Küreselleşen dünyanın ve modern yaşam tarzının kavramları da doğal olarak kendi felsefelerinin çocuklarıdır ve başka alanlara tarafsız olarak taşınmazlar.

Gelinen noktada sekülerleşen Müslüman dili, maalesef kavramlarını yitirmekle kalmadı, yabancı kavramların da istilâsına uğradı. Ülkelerinden önce zihinleri istila edilenler, dilin sekülerleşme fecaâtini isteyerek kabullendiler. Gerçekleşen teslimiyet, içinden geldiği değerlere düşman olanların yanında, ötekine benzeme, kapris, kabul görme ve statü elde etme zaafından beslendi. Ümmete revâ görülen zulüm, diline, medeniyetine karşı kör, sağır ve dilsiz kesilmeyle bir gecede gerçekleşti. Militarizmi yedeğine alan kültürel işgal halen devam etmektedir. Neticede çoğulcu okuma biçimi, liberal kültürün yabancılaştırıcı dili, kavramları aslî mecrasından büsbütün uzaklaştırdı. Konfüçyüs’e sorulan, “Bir ülkenin ıslâh görevi size verilseydi, işe nereden başlardınız?” sorusuna verdiği “Dilden/kavramlardan başlardım” ünlü cevabı oldukça mânîdardır. Buradan, ıslâh gibi ifsâdında nereden başlayabileceğinin teyidini görmek mümkündür.

Düşüncenin barınağı dildir ve bir dili ayakta tutan sütunlar o dilin temel kavramlarıdır. Kamus namusunu muhafazanın yolu, öncelikle ahlâkî sadakattir. Bu ön paylaşım, dil istilasıyla birlikte ahlâkî sadakatin yitirildiği, kavramların yerinden edildiği bir vasatta, ‘Ahlâk’ kavramınında kendine düşen payı aldığına dairdir. Ve şimdi;

Ahlâk, H-l-k kökünden Arapça bir kelime olup aslı, doğru dürüst takdir/planlamadır. Bu kökten gelen kelimeler Kur’ân’ı Kerîm’de yaratmak,  uydurmak,  nasip ve ahlâk mânâlarında kullanılmıştır. ”Ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin." (Kalem, 68/4) âyetinde geçen ‘huluk’ kelimesi, ‘ahlâk’ anlamındadır. Bu ifade, Hz. Peygamber’in ahlâkî anlamda kemâlini, ahlâkının âlemşümul oluşunu anlatmaktadır.

İnsanın iyi veya kötü olarak vasıflandırılmasına yol açan manevî nitelikleri, huyları ve bunların etkisiyle ortaya konan iradeli davranışlar bütünü; bu konularla ilgili bir ilim dalı olarak da kabul edilen ahlâk, Arapça’da, “seciye, tabiat, huy” gibi mânâlara gelen ‘hulk’ veya ‘huluk’ kelimelerinin çoğuludur. Başta hadisler olmak üzere İslâmî kaynaklarda ‘hulk’ ve ‘ahlâk’ terimleri genellikle iyi ve kötü huyları, fazilet ve rezîletleri ifade etmek üzere kullanılmıştır. Ayrıca ahlâk için günlük hayatın çeşitli alanlarıyla ilgili davranış ve görgü kuralları, edep veya âdâb da denilmiştir. İslâmî literatürde ‘edep’ terimi ilk dönemlerden itibaren özel davranış alanları hakkında kullanılırken ‘ahlâk’ ise tutum ve davranışların kaynağı mahiyetindeki ruhî ve manevî melekeleri, insanın ruhî kemâlini sağlamaya yönelik bilgi ve düşünce alanını ifade etmiştir. “Kişinin dini, ahlâkıdır yani mürüvvetidir.” denilmiştir. Burada mürüvvet,  insanî hasletler ve erdemli davranışlar için kullanılan bir ahlâk terimi olup İslâm düşüncesinde kaynağını dinden alır.

- “Yaratılış” ve “ahlâk” kavramlarının etimolojik olarak aynı kökten (h-l-k) türediğini ifade eden görüşlerden hareketle yaratılış-ahlâk arasında nasıl bir ilişki söz konusudur?

Ahlâk ve Fıtrat kavramları birbirine içkin karaktere sahiptirler. Bu alandaki ilişki bilinmeden ahlâkın, niçin üretilmiş toplumsal ve ideolojik telkinlerden öte yaşamla mündemiç bir anlam alanına sahip olduğu kavranamaz.

Burada fıtrat kavramına bir nebze yakından bakmaya ihtiyaç vardır: Varlık/Evren, Allah’ın ‘Fâtır’ sıfatıyla bir ‘fıtrat’ üzere yaratılmış, bu fıtrat üzerinde bir tabiat (bir adet) kazanmış ve hayatını bu fıtrat çizgisi üzerinde sürdürmektedir. Bir şeyin ilk defa yoktan ortaya çıkışı veya bir maddeden/tohumdan meydana gelişi bir ‘fatr’dır. Bunun ortaya çıkış biçimi veya taşıdığı özellikler de ‘fıtrat’tır. Her yaratığın ‘fıtrat’ üzere kazandığı özelliklerine de onun ‘tabiatı’ denir. İnsan bedenine ait bütün organlar ve organların görevleri bir fıtrattır. İnsan ve ona ait organlar fıtrat üzere kaldıkları sürece, Allah’a teslim olurlar. Şayet onlara ifsâd edici etkenler tesir etmezse, fıtratlarında âlemlerin Rabbine teslimiyet vardır.

“(Resûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.”( Rûm, 30/30).

"De ki: "Ben peygamberlerin ilki (türedi) değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım."(Ahkaf, 46/9).

Fıtrattan söz edilen âyetteki ‘fetara’ kelimesi ve Hz. Peygamberin de peygamberlik kurumu içerisinde ilk defa meydana çıkan; türedi biri olmadığını ifade eden ‘bid’ kelimesi ‘yoktan var edilmek’ veya ‘ilk defa meydana çıkmak’ anlamına gelmektedir. İslâm, fıtratın dinidir. Doğuşundan itibaren insanı kötülüğe çeken dış etkenler olmazsa, insanın İslâm’dan uzaklaşması mümkün değildir; ama dış etkenlerin İslâm’ın tersi yönde olduğu bir toplumda, İblis bu etkenleri kullanır. İslâm’da otoritenin görevi bu etkenleri İslâmîleştirmektir.

Fıtrat (F-t-r), Allah’ın varlık üzerindeki “yaratılış kanunu”dur. Bütün varlıklar fıtratları doğrultusunda yürürler. Hilkat, mâ’rufu emreder. Mâ’ruf, bütün ahlâkî değerlerin; iyiliğin, içinde mahfuz olduğu bir kavramdır. Mâ’ruf, ‘selim kalbin ve Şer’î şerif’in güzelliğine hükmettiği; Kitap ve Sünnet’e uygun düşen, insana kolay gelen şey’ olup zıddı ‘münker’dir. Münker ise, ‘her sahih aklın çirkinliğine hükmettiği şey, ‘urf’ olamamış, selim kalp sahiplerinden oluşan kamu vicdanında yer etmemiş, Kitap ve Sünnet’inde çirkin gördüğü şey’ demektir. Fıtrattan ayrı, fıtrata rağmen bir ahlâk telakkisi eksik hatta yanlış olur. Ahlâkın hilkate, yaratılışa bakan yönü Allah vergisi olup vehbîdir. Sonradan kazanılan yani kesbî olan ise fıtrata uygunluğu nispetinde kişide ahlâkî terkibi ortaya çıkarır. Vakıa, kötü ahlâktan ziyâde fıtratın bozulmasıdır artık. Burada maden/cevher diyebileceğimiz öz, ‘fıtrat’tır. Cevherin potada eritilerek cürufundan ayrıştırılıp mücevhere dönüşen tarafı ise ahlâktır. Bizim rıza göstereceğimiz yakınımızdaki cüruf değil, talip olacağımız uzağımızda da olsa İslâm’a ait olan öz/cevherdir. Denilebilir ki hidâyet dahi kulun fıtratına sadakatinin ödülüdür. Nitekim İslâm’a dâvet, öncelikle fıtrata, öze dâvettir.

İslâm ahlâkı ile vazolunan ilkeler ister anlaşılsın isterse anlaşılmasın muhakkak insanın faydasınadır. Kezâ ahlâkın da içinde yer aldığı âlemde her şey insanın hizmetine verilmiş, insan da Allah’a kulluk için yaratılmıştır. İnsanın bazı şeylerin yararını gereğince bilmemesi, o şeyleri yararlı olmaktan çıkarmaz. Bizim her hangi bir varlık ya da hüküm konusundaki bilgisizliğimiz de, Allah’ın onu yaratmasında bir hikmetin olmadığını göstermez. Yaşadığımız düzlemde ahlâka dair sorun, ne sadece metodolojik ve ne de epistemolojiktir. Bunlarla beraber asıl sorun, ontolojiktir. Varlığı, var edeni ve var ediş sebebini bilmek, sonraki olayları doğru anlayabilmek açısından zorunludur.

- Kur'ân'ın ana konuları genel olarak ‘inanç’, ‘ibadet’ ve ‘ahlâk’ başlıklarıyla ifade edilmektedir. ‘ahlâk’ın inanç ve ibadet ile ilişkisi nasıldır?

Kur’ân’ı Kerîm bizi eğitiyor ve bize insanlığımızı öğretiyor. Ahlâkın îmanla, tevhidle olan ilişkisi hayatın her alanında açık ve net olarak görülür. Kur’ân âyetleri, bir iç olgunlaşma imkânı sağladığı gibi hitap ettiği insana topyekûn yaşam tarzı telkininde bulunur. Kişi ahlâkının hayatla ilişki düzeyi, Kur’ân’la ilişkisi kadardır. Kur'ân ahlâkı, ahlâk da hayatı inşâ eder.

Ahlâk, özü itibariyle bir bilince, rıza ile kabullenmeye dayanır. Bir insanın îman-ahlâk problemini çözmeden yol alması; farklı bir ifadeyle, îman ile ahlâkın bağını kopararak mesafe kat etmesi mümkün değildir; çünkü Kur’ân’ı Kerîm, îman-ahlâk bütünlüğüne sahip bir yaşamı öngörür.

Ahlâk, pratiği olmayan bir teori/nazariyat olmayıp bilakis kendi pratiğini zorunlu kılan yükümlülük amelidir. Ahlâklı davranmak, ahlâkî bir erdem, politik bir tedbirden ziyâde îmanın konusudur. Unutulmamalıdır! Tevhidin bilgisini kavramak kişiyi muvahhid kılmadığı gibi, ahlâkın bilgisine sahip olmak da ahlâklı olmak için yeterli değildir. Buradan, bilginin gerekli ve fakat tek başına yeterli olmadığının altını çiziyorum. Yeterlilik, tevhid gibi ahlâkın da amel ile teyid edilmesiyle sağlanabilir ancak.

Çağımızda insanlığın içinde bulunduğu en tehlikeli fitne, “Din Allah’ın, hayat ise kişinin kendisinin” olduğu düşüncesidir. Bu sonuca insanlığın anlamdan uzaklaşıp büyük kopuş yaşaması ile gelindi. Burada reddedilmesi gereken sorunlu laik anlayış, bir yönüyle dine yüklenen çarpık anlamdan kaynaklanmaktadır. Bakiye: Tanrıya karşı insanı ya da insana karşı tanrıyı savunmak gibi çarpık bir din anlayışı. Tanrı-insan karşıtlığı fikri, fâsid bir anlayış olup insanlığın helâkinin habercisidir. Bütün ifsâdî anlayışlarda ortak payda, îman-ahlâk bağının kopmuş olması; Allah, ahiret, hesap yokmuş gibi davranılmasıdır. Oysa İslâm, teoriler gibi karşıtlık üzerinden kendini tanımlayan değil, ‘Hak’ olup vahyîdir.

Kur’ân’a göre din, sadece inanç ve duygulardan ibaret değildir. Din, sosyal, siyasal, kültürel ve ahlâkî denebilecek prensiplerin tümüdür ve hayatın toplamına şâmildir. Farklı bir ifadeyle din, bir bütün olarak yaşam tarzıdır. Ed-din olan İslâm’ın konusu ahlâkın da konusudur. Dinin sorun olarak gördüğü her şeyi bir şekilde ahlâk da sorun olarak görür. Müslümanların temel dâvâsı olan ahlâk, hayatın toplamına rengini veren, akideyle iç içe olan değerler bütünüdür. Dini, teorik söylem ve sınırlı ritüellerden ibaret sanmak, ed-din olan İslâm’ı, Batı’daki religion kavramıyla karşılamaktan kaynaklanır. Buradan beslenen sorunlu bakış, ‘etik’, ‘moral değer’ denilen ifadelerin kısırlığıyla mâlûl olup ‘ahlâk’ kavramını karşılamaz.

Egemen erk, anlamsızlaştırma, değersizleştirme politikasıyla iktidarını onaylatıp sürekli kılma hesabındadır. Hatta reddedip değersizleştirdiğini dahi çıkarı gereği kutsanır kılmaktan çekinmez… Ahlâk kavramı önce içeriğinden arındırıldı, ardından yerine kullanılan ihraç kelimeler dinle irtibatlandırılarak seküler bir formla İslâm’a karşı kullanıldı. Bu vasatta etkilenen kavramların başında ahlâk gelir. Uçurumun eşiğinde olan insanlık bu sonuca, işlerinde Allah’ı yok sayma ile vardı.

Kalem Sûresi’nde geçen Rasûlullah (as)'ın üzerinde bulunduğu toplam hali, bütün insanlık için örnekliği ifade eder. "Ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin."âyetinde, Allah’ın tasvip ettiği ve de yüce olarak vasfedip övdüğü ahlâk, Hz. Peygamberin Ahlâkı'dır. Açık ve net olarak insanlığın uyması için işaret edilen örnek ahlâk, Rasûlullah’ın Ahlâkı’dır. Hz. Aişe’nin söylediği, “Muhakkak ki O’nun Ahlâkı Kur’ân idi.” (İbn Hanbel; Müslim) ifadesinde de Rasûlullah’ın Ahlâkı’nın kaynağını buluruz. Farklı bir ifadeyle O’nun hali ne idiyse Ahlâk’ı da o idi. Zira Hz. Peygamberin güzel yaşantısı, örnekliği bizim için dinî-dünyevî hayatı kuşatan ahlâkın temel prensiplerini gösterir. Ve nitekim Kur’ân’ı Kerîm’de bahsi geçen diğer peygamberlerin söz ve davranışları, olaylar karşısında takındıkları tavırları, uyarılara muhatap oluşları, dua ve tövbeleri hep vahiy temelli ahlâk anlayışına dayanır.

İslâm insanlığa pür iyi olmayı emreder. İyilik yapan insan mutlu olur. Hevâ-heves ile işlediklerinden haz duyan insanlara mukabil Müslüman, iyi yani ahlâklı bir iş yaptığı zaman bundan huzur duyar. Başkası için iyilik yaparken mutlu olmak… İyilik yapmayan insanlar iyilik yaparken mutlu olunacağını anlayamazlar kuşkusuz! Karşılıksız iyilik; kendisi fakir iken ihtiyaç içinde olanlara yarım hurma ile olsun infâk edenin mutluluğu, ibadî kaygıyla yaşanabilir ancak. İşte İslâm-ahlâk ilişkisi bu düzlemdedir. İslâm ahlâkı gösterişçi dindarlığa yol vermez. Bu yönüyle de Müslüman, yaşantısında hayat bulan her bir ahlâk ilkesini uhrevî kaygıyla yaşar ve bütün insanlığa şâmil düstûra dönüşmesini arzular.

- Asıl-Usûl İlişkisi Bağlamında Ahlâkın Yeri Ve Önemi Nedir?

Ahlâk merkezi bir kavram olarak asıl iken, İman-İslâm kavramları ile birlikte düşünüldüğünde çevre bir kavramdır. Aslında usûlün asıla mukaddem olması, ahlâkı her iki durumda da öncelikli kılmaktadır. Usûl üzere olmanın lüzumu; usûlünce davranmanın elzem oluşu, ahlâkı öncelemeyi gerektirir. Asıla vâsıl olmak için usûl kapısını bilme zorunluluğu gibi ahlâkın da söz ve hikmete bakan yüzü vardır. Burada usûlün asılla olan ilişkisi ne ise ahlâkın da îman ile ilişkisi aynıdır. Asıla rağmen bir usûl, îmana-İslâm’a rağmen bir ahlâk düşünülemez.

Mâlûm, ‘usûl’, ‘asıl’ kelimesinin çoğuludur. ‘Asıl’, kendisine dayanılan esas, kök, mebde, menşe, delil ve özdür. Asıla muhalif yol ve yönteme usûl denilemez. Metot ve yöntem sözcükleri usûl kavramının eş anlamlısı gibi kullanılsa da, bu kullanımlar hatalıdır. Vahyî sınırlamaya tabi olmayan metot ve yöntem ifadeleri, vasıtası oldukları disiplinin/işin leh ve aleyhine pragmatisttirler. Misyonları, taşıdıkları yüke hakîkat düzleminde sadakat göstermek değil; münhasıran taşınmanın gerçekleşmiş olmasıdır. Usûl, asla râcidir. “Usûl”ün de bir “asıl”ı vardır; bu asıl, keyfîliğe yol vermez. Ahlâkın da İslâm ile bağı bu şekildedir. Usûl, asıl için olduğu gibi ahlâk da îman içkindir. Asıla götürmeyen usûlde bir usûlsüzlüğün olması ne ise, İslâm’a muhalif yaklaşımların ahlâkîliği de aynıdır. Arzu ve hevese uyarak; kat’î ve küllî yasalara ve de şer’î delillere aykırı her usûl gibi bu yöndeki ahlâkî edimlerin de şer’ân meşrûiyeti yoktur. ‘Asıl hanesine usûl kapısından girilir’ dediğimizde neyi kastediyor isek, ‘Önce ahlâk’ söylediğimizde de aynı kaygıları dile getiriyoruz. Örneğin bilginin ahlâkî karakterini muhafazanın önemini ele alalım: “İlim ahlâkı” ilimden daha önemli olup “ilm”in kendisine öncelik arz eder. Buradaki önem, ilmin izzetini muhafaza içindir. Çünkü ahlâksızlığa vasıta kılınan ilim, ilim değil sahibine yük, muhataplarına zarar sebebidir. ‘Ahlâk’ ve ‘ilim’, ‘ahlâksızlık’ ve ‘kötülük aracına dönüşmüş bilgi’yi kendisiyle birlikte barındırmaz. Sirayet etmişse şayet, artık o, ‘ahlâk’ ve diğeri de ‘ilim’ değildir.

Usûlsüz vusûl mümkün olmadığı gibi ahlâksız yol alıp menzile varmak da mümkün değildir. Unutulmaması gereken temel husus, usûle dair her çabanın asıl için; ahlâka dair her kaygının da, kendi asılını yani îmanı doğru anlayıp ayakta tutmak için olduğudur.

- Ahlâka, weberyen düşüncedeki gibi ‘protestan’ı veya katoliği...’ tasnifi şeklinde bir ayrımla bakılmasına ne dersiniz?

Aynı serüveni yaşayıp aynı sorunlarla yüzleşmeyen toplumların problemlerini aynı kavramlarla çözmeleri muhaldir. Farklı kültür ve toplumlardan alınan ödünç kavramlar, taşındıkları yerlerde çözümden ziyade sorun oluşturma potansiyeline sahiptirler. Çözüm için ihraç kavramlara dayatmacı rol yüklenip çözümün biricik şartı görülmesi ise, büsbütün infialdir. Kavramların serüven farklılığı, özgün oluşlarının da sebebidir. Karşılıklı etkileşimle birlikte her kavramın oluşum hikâyesi farklıdır ve zaten lalettayin ifadelerin ‘kavram’a dönüşmesi de özgün bir hikâyeye sahip olmalarındandır. Burada bilinmesi gereken husus, aynı kavramlarla farklı toplumların sorunlarının her daim çözülemeyeceği gerçeğidir. Son ifademizi özele indirgeyecek olursak, modern kavramlar bizim sorunlarımız için çözüm olmadığı gibi, ihraç kavramlar üzerinden modern Batı’ya direnmeye kalkışmamız da sonuçsuz bir çabadır.

Konjonktürel olarak ortaya çıkan çoğu teoloji denemesi dinî olmayıp siyasî hedefleri mebnî yaklaşımlardır. Batı’da ortaya çıkan yeni veya kadim döneme ait bir kavram ya da felsefî öneri, Hıristiyan veya Yahudi teolojisini değerlendirip eleştirmek için pekâlâ zemin olabilir. Ancak İslâm inancı ilgili yol ve enstrümanlar aracılığıyla değerlendirmeye tabi tutulamaz. Kriterleri belli olan İslâm’ı uçları açık, ideolojik, felsefî sav diyebileceğimiz modern veya gelenek eksenli paradigmalarla karşılama imkânı yoktur. Hakîkat bu iken, çoğu kez Batı’da kilise odaklı problematik etrafında oluşan çözüm arayışları Müslüman kültür zeminine taşınmak istenmektedir. Oysa yaşananlar, yöntem itibariyle de içerik itibariyle de apayrı dünyaların konusudur.

Anlam kaymasına uğratılan kavramlar, üzerine oturduğu düşünceyi de yerinden eder. İslâm düşüncesini anlayabilmek için Kur’ân’ın temel kavramlarını; İslâm düşüncesinin anahtar terimlerini bilme zorunluluğu vardır. Kur’ân’ın varlığa, hayata bakışı, dolayısıyla dünya görüşü bunu gerektirmektedir. Meseleyi öncelikle bu yönüyle ele alıyor olmam, sonraki paylaşımın daha sağlıklı zeminde ilerlemesini temin içindir.

Kapitalizmin ruhunu Protestan ahlâkında gören XIX. yy. düşünürlerinden Max Weber (1864-1920), içinde yetiştiği toplumun sorununu kendi sosyolojisinde reel-politik düzlemde okumaya tabi tutmuştur. Zenginleşen Protestanlara mukabil fakir kalan Katolikler arasında bir değerlendirme yapan Weber, rahip ve papazların manastıra kapanmasına reddiye olarak hayatın içinde olmayı önerir ve buna Protestan ahlâkı der. Kapitalizmin gelişmesinde Protestan ahlâkın etkili olduğunu öne süren Weber, çileciliği reddederken;kapital üreten, bunu gelecek kuşaklara bırakmayı öngören bir yaklaşımı kavramsallaştırır. Weberyen yaklaşım, Kapitalizmin neden mâlûm coğrafyada geliştiğine dair sorgulamalar yaparken, Katoliklerin daha yoksul olmasında acaba dini düşüncelerinin etkisi var mıydı? sorusunu gündeme taşır. Aslında Kalvinci bir anlayıştan beslenen Weber’i anlamak için Jean Calvin (1509-1564) ve Luter’in fikirlerinin izini sürmek gerekir.

“Paylaşmak mutluluktur” söyleyen Weber aynı zamanda “Gelişmişlik, kişinin dinidir” der. Dinin sosyal hayatla ilişkisini gündeme getiren, Katoliklerin akıbetinden kurtulmayı Protestan ahlâkında gören Weber, insanın dünyayla-malla olan ilişkisini akılcılık üzerinden değerlendirir. Hıristiyan din adamlarını reddederken Hıristiyanî söylem ve kilise îmanından arındırılmış şekilde değerlendirilemeyecek Weberyen yaklaşım, aslında pür felsefe değildir. İçinde doğduğu ortamın ve siyasî erkin turnusolünde değerlendirilmesi gereken bir yaklaşımın mimarı Weber, Alman siyasî ve fikrî hayatının odak noktasında yer alan bir ailede yetişmiştir. Yine Weber’i, toplumu en hassas analitik araçlarla incelerken, savaşın, Almanya’nın “ruhunu temizleyeceğine” inanan bir diğer yüzüyle tanırız. Bu portre Weberyen anlayışı okuma açısından önemlidir. Weber’i, dinî fikirlerin, sosyal tabakaların ekonomik, etik ve ideolojik yönelimlerde etkili olduğu tezi sebebiyle Karl Marks’ın anti tezi olarak görenler olmuşsa da, Protestan ahlâkını aşkından, kutsaldan arındırıp rasyonelleştirirken İslâm söz konusu olduğunda ise kendi metodik ilkelerini (verstehen) yıkan bir tutarsızlık içinde görürüz. İslâm’ı geleneksel oryantalist söylemin gözlüğüyle değerlendiren Weber, söylemlerinde açıkça İslâm karşıtı bir pozisyon alır.

Konuya dair analizi popülerleşmiş bir kavram olan 'Zamanın ruhu' (Zeitgeist) üzerinden sürdürelim: Felsefî arka plana sahip 'Zamanın ruhu' kavramı, aynı zamanda aktüelde birçok meselenin kendisinden etkilendiği bir ifadedir. Hegel’le kavramsallaşan bu terimin ortaya çıkışı, düşünce yelpazesinde onu ayrı uç yaklaşımlara hizmet eder duruma getirmiştir. Hemen bütün filozoflarda olduğu gibi Hegel’in yaklaşımları da ‘pür felsefe’ olmaktan ziyade içinde yaşadığı hâkim şartların; sosyo-kültürel ve siyasî konjonktürün izlerini taşır. Hegel’in ‘mutlak’ anlayışı; zihin, ruh, zaman yaklaşımı ve ‘zamanın ruhu’ kavramsalı da o gününün Almanya’sı koşullarında şekillenmiş, siyasaldan arî olmayıp zamanla ideolojiye evirilmişti.

Başka bir örnekle sorunuzun cevabını tamamlamış olayım: Kurtuluş Teolojisi (Liberation Theology), 1960’larda Latin Amerika’da fakirlerin, acı ve ıstırap çekenlerin, ezilenlerin, zulüm görenlerin inanç algılarından yola çıkılarak oluşturulmuş bir teoloji denemesidir. Aslında bu, akademik tartışmalar için ortaya atılmış akademik bir söylem değil, Hıristiyan bir söylemin pratik yaşama aktarılmasını öngören bir kilise teolojisidir. II. Vatikan Konsili’nden (1962-1965) sonra Hıristiyan dünyasındaki modern problemlere çözüm arayışları çerçevesinde ortaya çıkan Kurtuluş Teolojisi, Marksist argümanları kabullenip kullanan ve toplumsal kurtuluş hareketine bu yüzüyle katılan farklı bir ‘dinsel anlayış’tır. Dikkat edilirse Kurtuluş Teolojisi’nde de din adamlarının ve teologların tanımladıkları şekliyle değil, -özünde Marksist felsefeye rağmen- kutsal kitaplarda ifade edildiği şekliyle Tanrıya ve ona îman etmeye vurgu yapılarak siyasî bir hareket oluşturuluyor.

Hıristiyanların dinsel kimlikleriyle siyasî bir mücadeleye katılması neticesinde gelişen Kurtuluş Teolojisi, daha çok pratik koşullar tarafından belirlenen ‘teolojik bir paradigma’dır. Bu bağlamda geleneksel Marksizm, devrim için kazanılmış Hıristiyan işçileri, özellikle gerici bir yapının, yani kilisenin (papazların) karşısına koyuyordu. Bu çizgiyi savunan, aralarında çok sayıda papaz ve tarikat mensubunun da bulunduğu sayısız Hıristiyan, toplumsal mücadeleye girerek Sandinist Devrimi’ne kitlesel katılımda bulundular.

İlgili iz sürümün ardından şunları söyleyebiliriz: İlk selef yaklaşımında ve temel İslâmî disiplinler tarafından meselelere akılcı yaklaşımından ötürü ‘Kelâm disiplini’ dahi kaygıyla karşılanmıştır. Oysa biliyoruz ki Kelâm’ın öncelikli hedefi, İslâm’ı, yabancı kültürel ve düşünsel saldırı ve etkilere karşı savunmak olmuştur. Dolayısıyla teolojik her bir paradigmanın İslâm’da izdüşümlerini aramak, Kelâm’ın mücadelede muarızı olduğu yaklaşımların safında pozisyon almak; en yalın okumayla onların yanlışına düşmektir.

İslâm vahyi tahriften korunmuştur. Oysa Hıristiyanlığın bütün metinleri tabiatları gereği beşerî müdahalelere maruz kalmış; tarihin bir döneminde, bir toplumsal bağlamda ve bu bağlama son derece bağımlı bir şekilde ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla geçmişte veya günümüzde Hıristiyan teolojisi ile temellendirilen paradigmaların ister genel anlamıyla isterse Hz. Peygambere gönderilen literal din anlamıyla İslâm’da karşılığını aramak anlamsız bir çabadır. Bununla beraber modern toplumların problemlerine dair üretilen paradigmalarda İslâm’dan unsurların olması başka şey, bu unsurları muhtevî paradigmaların ‘İslâmî’ kabul edilmesi ve/veya oradan hareketle ‘İslâmîsini oluşturma’ ise bambaşka bir şeydir. Nitekim Hıristiyanlığın aslı vahiydir; İslâm’la benzer hükümlerinin olması da mümkün hatta normaldir. Diğer taraftan modern dönemin problemlerine çözüm arayışı sürecinde, modern zihnin ürünü felsefî/teolojik yaklaşımların birer felsefî/dinsel metin olarak Hıristiyanî müktesebattan karşılık bulmaları normaldir. Korunmuş olan Kur’ân’dan buralara karşılık bulmaveya ilgili paradigmaları “İslâmîdir” diye niteleme ise temelsizdir. Kezâ Hıristiyanlık gibi tarihsel ve de beşerî müdahalenin olduğu muharref inançlardan beslenen paradigmaların İslâm’da karşılığını aramak beyhûde olup garez yüklüdür.

Zeitgeist veya Kurtuluş Teolojisi nevi yaklaşımların içerik ve yöntemi dikkate alındığında İslâm’da bunların meşrûiyeti olmadığı ortadadır. Aynı şekilde Weberyen okuma gibi daha farklı üretmeler de,ne yöntem ne de amaç itibariyle İslâm’la örtüşürler. Bilgi kaynakları, amaçları, yöntemleri farklı dinsel metinlerden beslenen beşerî doktrinler, vahye dayalı korunmuş din olan İslâm ile örtüşmezler. İslâm eklemlenmeye ihtiyaç duymadığı gibi özüne ters unsurları yedeklemeyi de kabullenmez. Çünkü İslâm’ın kendisi bir bütün olarak teslimiyet; kurtuluş, fazilet (fudûl) ve ahlâktır.

Hülasa, Weberyen yaklaşımda dile getirilen sorunun varlığı, dile getiriliş yolu kendi bağlamında anlaşılabilir bir çözüm önerisi iken, ortaya konulan anlayışın, İslâmî okumaya tabi tutulduğunda dillendirilen sorundan daha az problemli olmadığı aşikârdır. Protestan ahlâk üzerinden kapitalizm, tartışılmaz matah bir şey gibi pazarlanırken, aslında emperyalizmi doğuran sürecin ayak izleri faş ediliyor! İlgili düşünce, bölünmüş bilinç zafiyetiyle mâlûl olup, modern parçacı okuma anlayışına münhasır başka zafiyetler de taşımaktadır. Neticede Hıristiyanlığın yoğurduğu Batı anlayışı dönüp Hıristiyanlığı yoğuruyor ve emperyalizmi ortaya çıkarıyor. İlgili Protestan veya Katolik ahlâk tasnifinin bizdeki ‘Ahlâk’ anlayışıyla ne metodolojik nede epistemolojik alakası vardır. Dahası savlar, ontolojik zeminde de ayrı dünyalara aittirler. İslâm’ın ahlâka bakışı, varlığı var edenle bağı yönüyle kök nedenselliğe dayanmaktadır ve nitekim ahlâk kaynağını Kur’ân’dan alır.

- İslâm'ın ortaya koymuş olduğu ahlâkı diğerlerinden hangi noktalarıyla ayırmalıyız?

“Şüphesiz Allah, adâleti (hâkim kılmayı ve uygulamayı), ihsânı (görevini tastamam yapmayı ve iyilik ehli olmayı) emreder.” (Nahl, 16/90). Râgıb el-İsfahanî bu âyette geçen adâlet kelimesiyle ahkâma; ihsân kelimesiyle de şerî’atın ahlâkî ilkelerine işaret edildiğini söyler. İbâdet kavramı, mekreme/mekârim-i şerî’at (ahlâk ilkeleri) kavramından daha genel bir anlama sahiptir. Her ahlâkî ilke ibadettir, ama her ibâdet ahlâkî ilke değildir. İbadetlerin bilinen farzları; belirlenmiş sınırları, yerine getirirken tadil-i erkânı vardır. Bu nedenle onları terk eden kimse zalim yani haddi aşandır. Ancak her ahlâkî ilke öyle değildir. İnsan ibâdetlerle ilgili vazifelerini hakkıyla yerine getirmediği sürece şerî’atın ahlâkî ilkelerini tamamlaması, o konuda kemâle ermesi mümkün olmaz. Bir yönüyle de bu, îmanın, cüz’î kabul olmayıp küllî teslimiyet olmasındandır.

Ahlâka dair hiçbir konu yoktur ki bir şekilde dinî olmasın. Ebedî kurtuluş mesajı olan Kur’ân’ı Kerîm, hayat tarzı olarak dinin belirleyicisi, Hz. Peygamberin Sünneti de salih amel cümlesinden Kur’ân’ın tefsiridir. Ahlâkın kemâli, kişi hâlinin ibâdetle yakınlaşmasındadır. “Sana zulmedeni affetmen, hilm ve şecâ’atin; sana vermeyene, seni mahrum bırakana vermen, cömertliğin; seninle ilişkisini kesenle ilişkini sürdürmen de, ihsânın nihâi noktasıdır.” Bütün peygamberler (as), ortaya çıkan dönemsel ahlâksız tavırlardan önce ahlâksızlığın kökeniyle; ahlâksızlığın asıl sebebi olan şirkle mücadeleye; adâlet ve ihsânı ikameye çalışmışlardır.

İslâm, insanlığı problemlerin kendisinden neşet ettiği aslî sorunla mücadele etmeye dâvet eder. Açlık, sefâlet, kadın hakları, hasta hakları, uyuşturucu kullanımının önlenmesi, sapık cinsel ilişkiler gibi irtikâp edilen ahlâksızlıklarla mücadele ederken, "Bu ahlâksızlığı yapmayın!" uyarısından önce, "Ahlâksızlığın her çeşidini üreten topyekûn şirkten/câhiliye inancından uzak durun!" telkininde bulunur. Bu sebeple, ‘iş ahlâkı’, ‘işçi ahlâkı’, ‘meslek ahlâkı’ gibi meslekî formasyonu gerektiren sorumlulukların ahlâk terkibi üzerinden verilmesini doğru bulmuyorum. Çünkü bütün kötülüklerin kendisinde ürediği bataklık, câhiliye bataklığıdır. Câhiliye, bin bir surat ahlâksızlığıyla her dem sahnededir ve mücadelenin aslî konusudur. Bu telkine yakînen inanan kalpler, insanlığı tehdit eden câhiliyeden uzak dururlar. Allah’ın hududu noktasında; îman-küfür, şirk-tevhid, adâlet-zulüm bağlamında ikna olmamış toplumlar ise, kötü dedikleri şeylerden, insana, topluma zarar vereceği endişesini duydukları hususlardan ya sınırlı akılcı değerlendirme ya da yasal müeyyide oranında sakınırlar. Bu nevi çözüm yaklaşımları aslî olmayıp arızî, ilkeli olmayıp faydacıdırlar. Çözüm diye önerdikleri görüş ve yasalar, insanlığı felâha ulaştırmaktan uzaktır ve dahi yeni sorunlar üretmekte de gecikmezler. İslâm’ın âmentüsünde mevcut olan ahlâk ilkeleri ise faydacı olmayıp ilkeli, arızî olmayıp aslî çözümler vaz’ eder.

- Evrensel, tüm din ve ideolojilerin kabul ettiği ‘ortak bir ahlâktan’ bahsedilebilir mi?  Biraz daha somutlaştırayım: tefecilik, hırsızlık, dolandırıcılık vb... Bunların tüm dünya görüşleri ve sistemlerde sû-i (kötü) ahlâkı temsil ettiği için ‘ortak bir ahlâk’ anlayışına ne dersiniz?

Akl-ı selimce faydalı ve de sürekliliği tecrübe edilmiş her iyi sonuç mâ’ruf hükmündedir. Mâ’ruf, İslâm’ın âlemşümul ilkeleri içinde yer alır. Aynı zamanda İslâm, insanı sistemlerin, ideolojilerin oyuncağı olma zilletine terk etmez; pansuman çözümlere mahkûmiyetle kobay gibi acı ve ıstırap çekmesine de rıza göstermez. İslâm, ahlâksızlığın ortaya çıkmadan kaynağında önlenmesini hedefler. Şirk ve müşriklerden uzak durulması, ahlâksızlığın evvelemirde gözetilen tedbiridir.

Bilindiği üzere ideolojilerin ilkelerini insanlar belirler. Bu süreçte ortaya çıkan ahlâkî kurallar sınırlı ve eksik olup en fazla, etik,moral değer denilen ifadelere karşılık gelir. Batılı anlayışta ahlâk yerine kullanılan etik, aslında faydacı (pragmatik) karakteriyle apayrı anlam alanına sahiptir. Bir sınıfın faydası gözetilirken diğer taraftan başkaları mağdur edilmekte, yeni sorunlar üremektedir. Kapitalizmi doğuran ahlâkın özünde Protestan Ahlâk’ı olduğu bilinmektedir. Kapitalizm ve Emperyalizm, Batılı insanın mülkiyetle kuracağı ilişkinin tanzimi sürecinde doğmuştur. Bu süreçte insanın varlıkla ilişkisinin tanzimi hulk (fıtrat) zemininde değil, pür akıl ekseninde ele alınmış, protestan bir okumayla çözüme gidilmiştir. Ardından süreç, etik denilen kendi ahlâkını üretip her şeyin hatta dinin dahi sekülarizasyonuyla sonuçlanmıştır.

"Eşyayla kurulacak münasebetin üzerinde geliştiği ilkeler, eşyanın kendisinden daha az değerli değildir." Mülkiyetle kurulacak ilişkiyi belirleyen ilkeler de mülkiyetle tanışmanın kendisinden yani mala sahip olmaktan daha az değerli değildir. Farklı bir pencere, günahı meşrûlaştırmak günah işlemek gibi değildirKezâ günah işlemek kötüdür ancak günahı meşrûlaştırmak ise çok daha kötüdür! İslâm’ın ahlâka bakışı ile ideolojik yaklaşımların temel farkı buradadır. Burada ahlâkın araçsallaştırılması (instrumentalization) ile ahlâkın faydacılıktan uzak ilke esaslı özne kılınması arasındaki farka dikkat çekmek istiyorum. Ahlâk, fıtrat eksenlidir dolayısıyla amacı dışında başka bir gâye için vasıta kılınması da ahlâksızlıktır. Kezâ araçsallaşan ahlâk, ardından, işçiyi, kadını, bilgiyi, dini, varlığı da araçsallaştırmakta gecikmez. Çünkü zemin kayarsa üzerindekiler de kayar.

Bugün emperyal Batı, hegemonyan hedefleriyle insanlığı kasıp kavurmaktadır. Batının sömürgeci, işgalci tavrı, ahlâk ve değerler anlamında söyleyecek sözünün kalmadığının teyididir. Batıcı zihniyet, bizatihi Allah’ı tanımama, ona karşı büyüklenme, onu unutma, nimetlerini ve âyetlerini görmezlikten gelme yani nankörlük halidir. Bu yönüyle emperyal anlayış, birçok ahlâksızlığın temel nedenidir. Batının sömürgeci zihniyetinin ağır sonuçları, batı aklına, dahası aklı kullanış biçimine olan güveni de sarsmıştır. Kurbanların çaresizliği veya sömürülecek imkânları üzerine kurulan ilişkiler ifsâd edicidir. Pusuya yatan vahşinin avının mâsûmiyetini kollaması gibi, hesabın başkalarının çaresizliği üzerine yapılıyor olması da yaman bir ahlâksızlıktır! Daha vahimi bu tür örtük ahlâksızlığın, ahlâk, iyilik, merhamet adına kirli algıyla yönetiliyor olmasıdır! Aktüelde yaşanan bu nevi ahlâksız tavırlar bireysel ölçekte ortaya konulduğu gibi, toplumsal düzlemde de caridir. İfsâdî tavır, çoğu kez egemen emperyal iradeyle eşgüdüm içinde ortaya konulmaktadır.

Küresel ölçekte eko-dengeyi tahrip edenler, yaşattıkları felâketin faturasını dahi sömürdükleri toplumlara kesme eğilimindedirler. Gelişmiş ülkelerin doğayı tahriplerinin ardından oluşan çevre kirliliği, gıda üretiminin azalması ve hatta tükenmesi sonrasında köleleştirdiklerine yetersiz beslenme, açlıktan-hastalıktan ölümleri önleme adına gıda yardımı yapıyor olmaları da makyajlanmış ahlâksızlıktır. Bu vasatta yapılanlar iyilik olmayıp küresel ahlâksızlığın sofistike ahlâksızlıkla yamanmasından başka bir şey değildir. Kezâ onlar için gerekli olan modern köleliğin devam etmesi, üretimin durmamasıdır. Süregelen küresel ahlâksızlığı görmezden gelmek ve hele ideolojik zeminde onları tasvip, takdir etmek ise büsbütün ahlâksızlıktır. Emperyalizm kendisi ahlâksızlık iken, ahlâkı, zulüm ve ifsâdını perdelemede kullanması, devâ bulmaz bir ahlâksızlıktır.

Kur’ân’ı Kerîm sağlam bir inanç sistemi oluşturmayı hedeflemiş bunu fıtrat zemininde bina etmiştir. Bu durum Kur’ân’ın beyanıdır. Burada sorun, ahlâk ifadesinin zaman içerisinde îman ile zorunlu bağının koparılmış olmasındadır. Ahlâkın farkındalıkla, şuûrla yapılan davranışlar bütünü olduğu düşünülürse, cahilî olandan İslâmî olana geçişin ahlâkî bir vecibe olduğu görülecektir. Bu ayraç, ahlâka nereden başlamak, nereden bakmak gerektiğini gösterir.

İslâm’ın zorunlu gördüğü ‘iyiliği emr kötülüğü men’ etme mes’ûliyeti, salt bireylerin veya sınıfların ahlâklı olmalarını hedeflemez. Bilakis İslâm, toplumun tümü için adâletin tesisini, bozgunculuğun bertaraf edilmesini; topyekûn mâ’rufu hedefler. İyilik, ahlâkın şubelere bölünmesi yoluyla elde edilemez ve tanımlanamaz. Buna göre ahlâk teorilerinde rastlanan “güçlülerin ahlâkı”, “mazlumların ahlâkı” gibi sosyolojist yaklaşımlar yahut “meslek ahlâkı”, “vazife ahlâkı” şeklinde tasnifler, ‘iyi’nin zuhuruna temel teşkil edemezler. Zümre için geliştirilmiş ahlâkın bizzat kendisi ahlâksızlığı da zümreleştirmeye ve onaylamaya mecbur kalır; zümre ahlâkı, ahlâksızlığa gebedir.

Boyun eğenlerin rızasıyla oluşan hegemon güç, baskın sınıfın zulmünü meşrûlaştırdığı için ahlâksızlıktır. Bu tespit, “Zulme rızanın zulüm olduğu” hakîkatinin beyanıdır. Örneğin köle, tepkisel bir tavırla isyan ediyor, efendinin değerlerini aşmıyor bilakis o değerlerden beslenip yararlanarak merhamet arzusunu dillendiriyor ise, burada bir ahlâktan bahsedilemez. Efendinin yol ve mantığını taklid eden köle, aslında özgürleştiği ilk ândan itibaren kölelere sahip bir efendiliği hayal eden ahlâksızlık peşindedir. Kezâ o, benzeşme hırsını tutkulu biçimde yaşarken bunu özgürleşme olarak algılar ve yansıtır. Oysaki tutsağı olduğuna karşı kendini kanıtlama, kurtulma hırsından öte, hakîkate, hürriyete; sadece Allah’a kulluğa varma çabasını öncelediğinde hürleşebilir o insan. Aksi durumda prangaları ile efendisinin kölesi iken, çözüldüğündeise tutkularının kulu/kölesi olmaya devam edecektir. Ahlâkî hususları salt birey gibi bir zümreye has kılmadan kök neden ve kök cevabı evvelemirde doğru belirleme zorunluluğumuz vardır. Küllî yanlışa esaretle, cüzî yanlıştan görece uzaklaşmak çözüm değildir. Kuşkusuz ortak payda önemlidir ve bunun asgarisi fıtrata sadakattir. Neticede ‘ortak bir ahlâk’tan bahsedilecekse şayet, buna, “İdeal ahlâk” diyelim; bu ahlâk, îman eksenli “İslâm Ahlâkı” olabilir ancak.

- Kişisel ahlâkla ‘toplumsal ahlâk ve kamu ahlâkı’ arasındaki ilişki nasıl olmalıdır? Buna dayalı olarak siyasal ve kamusallığın da bir ahlâkı, manevîyatı var mıdır?

İslâm kişisel ahlâkı doğrudan kullukla alakalı gördüğü gibi siyasal/kamusal alan için de âidiyeti aynı tonda dile getirir. Mükellefiyete gelince, bu, tâkatle orantılı olup merhalenin konusudur. Kişisel ahlâkla toplumsal ahlâk arasındaki kopuş, laik sapmadır. Kişisel düzeyde önemsediğimiz ahlâkî değerlerin ve yapılan vurgunun toplumsal ve siyasal alandaki ifade biçimi, sahipleniş ve savunusu, İslâm’ın sosyal-hukukî-iktisadî bir yaşam anlayışıyla doğrudan ilişkilidir. Burada oluşan açı aralığı sapmayı gösterir. Farklı bir ifadeyle yeryüzünde fitnenin kalkıp dinin Allah’a has kılınması; bireysel ve toplumsal zeminde yaşam tarzının İslâmlaşması, Müslüman için nihaî hedeftir.

Müslüman için ahlâkın askıya alındığı bir zaman ve mekân yoktur. Müslümanlar için geri dönüldüğünde yaşanacak değil, gidilen her yerde ifa edilmesi gereken mükellefiyetler vardır. Müslüman, yaşadığı zaman ve mekânla bütünleşir. Kulluk, askıya alınmış bir ahlâk anlayışını öngörmez. Müslüman, zamanın çocuğu (İbnuzzaman) olmak yani gerçek zamanlı yaşamakla mükelleftir. Zamanın esiri olmak, içinde bulunduğu zamana uymak ise, bozulmaya razı olmaktır. ‘Zamane çocuğu’ olmayıp ‘zamanın çocuğu’ olmak! Ânın mes’ûliyetinin idrâkinde olmak, zamanı diri tutmaktır.

İslâm bütün insanlığa ‘ortak bir kurtuluş reçetesi’ sunmuştur. Bireysel ya da kamusal alan ayırımı yapmaksızın yaşama dair sözü olan İslâm, hayatın toplamına şamil ilkeler vaz’ eder. İslâm ahlâkı, vahy eksenli olup beşerî olandan ötedir. İman etmeyi emreden Allah, îmanın tabiî yaşam tarzının da salih amel cümlesinden olduğunu buyurmuş; sosyal yaşamın İslâmîliğini mümkün değil, zorunlu görmüştür. İslâm, insanlığa bireysel ve toplumsal huzuru vadederken siyasal ve kamusalı bu rahmetten mahrum bırakmaz. Siyasaldan arınmış ruhbanî ya da vicdanlara hapsedilmiş bireyci anlayış gibi, kuralların salt normatif uygulanmasını dahi muteber kabul etmez! Bu ilke, İslâm’ın, hayatın toplamına sözü olan îman eksenli bir sistem anlayışına sahip olmasındandır. Ahlâkın bireysel ve toplumsal boyutta uyum içinde olma zorunluluğu İslâm’ın bütünsel özelliğindendir. Kezâ ahlâk, bireyler gibi toplumları da ayakta tutan vicdan sütunlarıdır. Nitekim bir toplumda yozlaşma öncelikle ahlâkî zeminde başlar ardından ahlâksızlar, hukukî zemini kendi talepleri doğrultusunda kurgular.

- Son olarak vermek istediğiniz bir mesajınız var mıdır?

Birçok alanda olduğu gibi ahlâk konusunda da asıl problem yöntem veya isimlendirme değildir. Krizin esas kaynağı, varlık konusundaki yanlış tasavvurdur. Kaynağından edilen kavramlarla varlığın hakîkatine doğru bakılamaz. Ahlâk üzerine düşünceler ortaya koyarken ölçümüz ne modern psikoloji, psikiyatri kuramları ne de mistik, ruhanîyatçı, münzevîlik zemini olmalıdır. Konuya salt ahlâkçılık (moralizm) zâviyesinden de bakılmamalıdır. Konuya dair İslâmî tasavvur, fıtrat zemininde, vahyin rehberliğinde her dem inşâ olmalıdır.

Yaşamın her alanında tebârüz eden ahlâk, ilkeli ve tutarlı olmayı gerektirir. Aksi takdirde elde kalan bakiye, kontrolsüz, hesapsız, uçları açık tavırlar yekûnudur. İktidar erkinin halkına revâ gördüğü zulüm, fâsid ortamlarda uygulama imkânı bulur. İktidar üreten ve zulmü sürekli kılan her onaylanmış algı, kitlelere evrensel doğrular gibi sunulmaya başlanır. İfsâdın evrenselleşmesi daha ziyade kavramlar üzerinden yaygınlaşır. Bilginin kirletilmesi her zaman seküler araçlarla; yasal dayanakla yürütülmez kuşkusuz. Tarih boyunca ifsâd, gelenek ve hatta dinin bozulması yani tahrif edilmesiyle yürürlüğe konulmuştur. Değişkenlere dönük bilgi teorileri üretilirken “bilginin ne”liği bilinmiyorsa; varlığın kendisine konu olduğu bilgi, vahyî dayanaktan yoksun bir anlayışla ele alınıyorsa şayet, sorun var demektir. Bu anlayışla, öznenin ahlâkîliği atlanırken nesnelerin “etik” olup-olmadığından dem vurulması, etik makyajlı ahlâksızlıktır sadece.

Her şeyin yerinden edildiği bir vasatta Allah’ın bak dediği yerden bakmanın yerini, Allah’ın razı olmayacağı yönelimler, yer yer İslâm’la makyajlanmış ideolojiler almıştır. "Körler memleketinde görmenin bir hastalık sayıldığı" garipliği ve dahası mağduriyeti gibi, ahlâksızlığın yaygınlaştığı bir toplumda da ahlâklı kalabilmenin bu kabil garipliği, mağduriyeti yaşanır. Modern dünyada egemen zalimler eliyle kimyasallarla nefessiz kalan insanlığın ahlâksız kalmaması için direnmek gerekir. Kezâ ahlâksız kalmak, nefessiz kalmaktan daha ölümcüldür! Evet, ahlâklı kalabilmek, ahlâksızlığa karşı topyekûn direnmekle mümkündür! Ve bilinmelidir ki “Ahlâksız ortamlarda ahlâklı kalabilmenin imkânı, ahlâksızlığa karşı direnmekten geçer.” Bu bir niyet, bu bir îman işidir.

Sözün özü, “Lâ ilâhe illallah” îman ilkesi olduğu gibi bir ahlâk ilkesidir aynı zamanda. Ahlâklı olmak, nefsî arınma ile başlayan toplumsal sorumlulukları yerine getirmekle devam eden kesintisiz bir süreçtir. Müslüman şahsiyetin ayağa kalkması îman iledir ancak yol alması ahlâk iledir.

- Bu önemli konuya dair sorularımızı cevapladığınız için teşekkür ederiz.

Teveccüh gösterip soru yönelttiğiniz için ben teşekkür ederim.

* Röportajda atıf yapılan kaynaklar ve ileri okumalar için bkz. Ramazan Yazçiçek, Bilgiden Bilince, Ekin Yay., İstanbul 2019; Râğıb el-İsfahanî, İslâm'ın Ahlâkî İlkeleri, Terc.: Abdi Keskinsoy, Beşikçi Yay., İstanbul 2003; Râğıb el-İsfahânî, Müfredât, (I-II), Mütercimler: Abdullbaki Güneş, Mehmet Yolcu, Çıra Yay., İstanbul 2006; Mehmet Okuyan, Kur'ân-ı Kerîm Sözlüğü, Düşün Yay., İstanbul 2015; "Zamanın Ruhu" Üzerine Ramazan Yazçiçek ile Röportaj: Fatih Bütün, Nida, Malatya 2015, s: 170, s. 17-24; Haluk Burhan, Ahlâk Ayaklanması, Pınar Yay., İstanbul 1999; Ramazan Yazçiçek, "Kurtuluş Teolojisi -'Kurtuluş Teolojisi'nden Hareketle 'İslâmî Bir Kurtuluş Teolojisi' İmkânı-, Tezkire, Ankara 2004, s: 40, s. 68-91; Abdurrahman Kurt, "Weber'in İslâm Görüşü Üzerine Bir Değerlendirme", Uludağ Üniv. İlâhiyat Fakültesi Der., c: 19, s: 1, 2010, s. 1-23.

Röportaj Haberleri

“Suriye’ye geri dönüş tartışması, empati yoksunu ve yersiz”
Türkiyeli bir mücahid ile Suriye devrimi üzerine…
"Solun bir kısmı mezhepçilikten bir kısmı da İslam düşmanlığından Esed'i destekliyor"
Suriye'nin korku hapishaneleri: Sednaya, Tedmur ve Suriye’nin yeni hafızası
"Suriye devrimi Türkiye'nin de zaferidir!"