Ramazan, Oruç ve Takva İlişkisi

MUSTAFA SİEL

Orucun farz kılındığı 2.Bakara Suresi 183. ayette, belki siz takvalanırsınız (leallekum tettegun) denilerek, aynı zamanda orucun temel hikmeti de beyan edilmiştir.

Takva teriminin Türkçe anlamı hakkında farklı çeviriler kullanılmaktadır. Korunmak, sakınmak, sorumluluk bilinci, bu çevirilerin en çok kullanılanlarıdır.

Terimin kök anlamı olan “vegaye”’den yola çıkarsak, bu kökün daha ziyade; kişinin kendisine zarar vermesinden çekindiği bir dış tehdit ile arasına önleyici bir engel koyarak korunmaya çalışması anlamında kullanıldığı görürüz. Mesela savaş esnasında kullanılan kalkanlar ile günümüzde kurşundan korunmak için kullanılan çelik yelekler gibi.

Buna göre takva, kişinin ahiret azabına karşı korunmak için, bu azap ile arasına manevi bir koruyucu – kalkan edinmesi anlamına gelecektir.

79.Naziat Suresi 37’den 41’e kadar olan ayetlerde, takvanın özet halinde net bir açıklamasını buluyoruz. Dünya hayatını tercih ve neticesi nefsin hevasına uyarak hakkın sınırlarını tanımamazlık ve çiğnemek, yani tuğyan iken; ahirette Rabbinin huzuruna varıp hesap vereceğinin korkusuyla, nefsinin hevasına uymayıp hakkın sınırlarını çiğnememek ise takva olarak tanımlanabilir.

5.Maide Suresi 35. ayette, Allah’tan ittiga edebilmek için (ettegullah), en önemlisi Allah yolunda cihad olan muhtelif amelleri vesileler edinin diyerek, takvanın sadece haramlardan kaçınmakla mümkün olmadığı, bunların yanında kişinin üzerine düşen cihad ve diğer görevleri de yerine getirmesiyle gerçekleşebileceği ortaya konmuştur.

Tüm bu açıklamaları göz önüne aldığımızda, takva teriminin Türkçe en yakın anlamlısı sakınmak ve korunmak gibi gözükmekte ise de, bu çevirilerde yukarıda verdiğimiz geniş anlamı ifade edebilmekten yoksun olduklarından, takva teriminin çevrilmeden Arapça kelimelerle (takva, ittiga, muttaki gibi kalıplardan cümleye uygun olanla) meallendirilmesi daha uygun olacaktır kanaatindeyim.

Özellikle Muhammed Esed tarafından tercih edilen, takva teriminin sorumluluk bilinci olarak çevrilmesi, bana göre hatalıdır. Çünkü sorumluluk duygusu, güçlü olanın zayıf olana karşı duyacağı bir duygudur. Ana babanın çocuğuna karşı sorumluluk duyması gibi. Zayıf olan güçlü olana karşı sorumluluk duymaz, saygı ve bağlılık duyabilir. Bu nedenle, Allah’a karşı sorumluluk değil, saygı (haşyet) duyulabilir ancak.

Bu girişten sonra asıl konumuza, ramazan, oruç ve takva ilişkisine gelelim. Ayette, oruç tutmanın tutanlarda belki (lealle) takva oluşturabileceği ifade edilmektedir. Ayette kuvvetli ihtimali ifade eden, kuvvetle umulur ki (asa) teriminin değil de, belki (lealle) teriminin kullanılmış olması üzerinde de durulmalıdır.

Oruç tutmak takvaya vesile olabileceği gibi, olmayabilir de. Vesile olabilmesi için oruç tutanda bir takım şartların bulunması gerektiği açıktır. Bu şartlar, Kur’an’ın rehberliğinden yararlanabilecek takva sahiplerinin (huden lil muttegin) temel özelliklerinin açıklandığı 2.Bakara Suresi 1’den 5’e kadar olan ayetlerde özetlenmiştir. Şirksiz yakini bir iman ve salih amel olarak özetleyebileceğimiz bu temel şartlara sahip olan bir mü’min hakkını vererek oruç tutması halinde, takvasını ziyade edecek ve pekiştirecektir.

Bu mü’minin oruçla takvalanmasını iki yönden incelemek gerekir. Birincisi, oruç tutmanın direkt takvaya vesile olmasıdır. Sadece Allah rızasını gözeterek oruç tutan ve oruçtaki yoksunluklara yakınmadan sabreden bir mü’min için oruç, doğrudan bir takva vesilesidir.

İkincisi ise, oruç tutmanın kişinin zahiri ve batini amellerinde oluşturacağı etkilerle dolaylı olarak – endirekt takvaya vesile olmasıdır. Hakkınca oruç tutan bir mü’minin zahiri amelleri dediğimiz söz, tavır ve davranışları oruçtan olumlu etkilendiği gibi, batini ameller dediğimiz düşünce ve duyguları da oruçtan olumlu etkilenerek, takvada ziyadeleşmeye ve pekişmeye vesile olacaktır.

Bu durumda, oruç tutmanın sadece bir şeylerden kaçınmak şeklinde pasif bir kulluk eylemi – ibadetten ziyade, bunun yanında bir şeyleri gerçekleştirmeye çalışmak şeklinde aktif bir kulluk eylemi – ibadet olduğunu söylememiz yerinde olacaktır sanıyorum. Lakin günümüzde oruç tutmak daha ziyade pasif bir sembolik ibadet olarak algılanmaktadır.

Oysa yukarıdaki hikmetlerin gerçekleşmesi için, kişinin oruç tutuğu sürece ve hatta iki oruç arasındaki süre ve süreçte her daim aktif bir bilinç ve çaba içinde olması gerekeceği açıktır. Aksi halde, oruç tutmaktan ziyade, sadece kendini bir takım yoksunluklara zorlamış olacaktır.

Hatta, orucun bütün bir ramazan ayı boyuncu farz kılındığını tekrar hatırlarsak, bütün bir ramazanın kesintisiz bir oruç bilinç ve duyarlılığı içinde yaşanması gerektiği ortaya çıkar. Kişi ramazan ayının başlaması ile, 29 yada 30 gün sürecek manevi bir iklim altına girmiş olarak hissetmelidir. Çünkü kişi sadece oruç tuttuğu gündüz vakitleri değil, oruçlu olmadığı gece vakitleri de bir bilinç ve duyarlılık içinde olmalıdır ki, takvasına vesile olabilsin.

Zaten böyle bir bilgi ve bilinç olmasa bile, pratikte bu durum az çok gerçekleşmektedir. Çünkü, ramazan ayının girmesiyle birlikte, kişiler ister istemez oruca odaklanmakta, günlük hayatlarını az - çok oruç odaklı olarak, yeniden programlamaktadırlar.

Oruçlu olunan gündüzleri kişilerin fiileri ve sözleri orucun etkisinde olduğu gibi, duygu ve düşünceleri de bu etkiye göre az çok şekillenmektedir. Lakin bu etkiler sadece oruçla kayıtlı kalmamakta, iftar ve sonrası, uyku ve sahurda da devam etmektedir.

Öyleki, en sıradan kişiler bile, oruç esnasında oruç yoksunlukları nedeniyle kulluğunu ve acziyetini, Allah’a olan muhtaçlığını hissetmekte, düşünmekte ve yaşamakta iken, iftar anında en uç noktalarda olmak üzere, Allah’ın üzerindeki nimetlerini ve O’na olan minnetini hissetmekte, yani şükretmektedir.

Nitekim, oruç ve ramazanla ilgili ayrıntıların verildiği 2.Bakara Suresi 185. ayetin sonunda, orucun Allah’ı büyüklemeye (ve li tükebbirullahe) ve belki şükretmeye (ve leallekum teşkurun) vesile olacağı hatırlatılmaktadır.

Burada belki şükredersiniz denmiş olması önemlidir. Çünkü, 10.Yunus Süresi 22 ve 23 ile 31.Lokman Suresi 32 ve 33. ayetlerde anlatılan denizde fırtınaya yakalananlar misalinde olduğu gibi, her şeyden ümidin kesildiği dehşetli korku ve sıkıntı esnasında herkes Allah’ı büyüklerken, sıkıntı geçtikten sonra insanların ancak bir kısmı şükretmektedir.

Yine, ramazan ayında mütevatir bir sünnet olarak bireysel olarak kılınan teravih dediğimiz nafile – tatavvu namazı da, oruç ve ramazan ikliminin bir yansıması ve gereğidir. Oruç ve sonrasında oluşan olumlu duygu ve düşüncelerin, kişinin kendi arzusuyla (tatavvu) fazladan (nafile) olarak, ikişer rekat ve aralarında istirahatlar vererek sekiz rekata kadar kılacağı namazlarla bizzat Yüce Allah’a sunulması, ifade edilmesidir aslında teravih.

Her ne kadar ramazan ayı ve oruç, yukarıda belirtilen etkilerin oruç konusunda pasif tutumda olan kişilerde bile az çok oluşmasına direkt vesile oluyorsa da, olması gereken kişinin aktif olarak bu etkileri en yüksek düzeylerde hissetmeye çalışmasıdır.

Bu ise, kişinin ramazan ayı boyuncu her daim bir ibadet bilinç ve duyarlılığı içinde olmaya çalışmasıyla mümkün olabilir. Kişi her an orucu duyumsamaya çalışmalı, her daim bir ibadet ve kulluk teyakkuzunda bulunmaya çalışmalıdır.

Bu teyakkuz, hem tavır, davranış ve sözlerinde, hem de düşünce ve duygularında hakim olmalıdır kişinin. Yani daha hassaslaşmalı kişi, kendisini ğayba (Allah ve ahirete) daha yakın hissetme gayret etmelidir.

Oruç esnasındaki yoksunluklardan yakınmak yerine, bu yoksunluklarla kulluğunu, acziyetini, Allah’a olan mutlak ve vazgeçilmez ihtiyacını, Allah’tan başka hiçbir varlığın ihtiyaçlarını gidermeye ve kendisine bir fayda sağlamaya güç yetiremeyeceğini, dünya hayatının eksik ve geçici olduğunu ve benzeri düşünce ve duyguları hakim kılmaya çalışmalıdır iç dünyasında.

İnsanın olgunlaşabilmesi, kendini ve Rabbini bilmesi için sıkıntılar, yoksunluklar ve acılar önemli vesilelerdir. Bunlar vesilesiyle kişi Rabbini bütün benliğinde duyumsayarak tekbir edebilir (büyükleyebilir). Sıkıntı, yoksunluk ve acı çekmeyen insanın ise büyüklenmemesi (istikbar) ve bunun neticesi tuğyan etmemesi, kendini ve Rabbini unutmaması neredeyse imkansızdır. Oruç esnasında çektiğimiz sıkıntılara bu açıdan bakılması, oruçta çektiğimiz sıkıntı ve yoksunlukların acı ama tedavi edici bir ilaç gibi görülmesi gerekir.

İftar esnasında ve sonrasında ise,  zaten kendiliğinden hissedilecek şükür duygusu düşünce bazında da tefekküre dönüştürülmeye çalışılmalı, oruç ile dünya hayatı arasında kurulan ilişki gibi, iftar ve sonrası ile cennet arasında bir paralellik kurulmaya çalışılmalıdır.

Ayrıca, kendisinin oruçlu olduğu esnada duyduğu yoksunluklar gibi ve daha ağır yoksunluklar ve acılar içinde yaşayan insanların, bu acı ve yoksunlukları neredeyse hiç iftar etmeden yaşadıkları da hatırlanarak, bu mazlumlar için üzüntü duyulmalı ve kişiyi onlar için elinden geleni yapmaya sevk edecek seviyede sorumluluk bilincine erişilmeye çalışılmalıdır. Bu bilince erişilmesi ve gereğinin yerine getirilmesi de, orucun kişisel takvaya dolaylı bir etkisidir.

Çünkü, Allah’a karşı takvanın mutlak bir neticesi ve gereği, bizden zayıf olanlar ile bizden daha zor şartlarda imtihan edilenlere karşı merhamet ve sorumluluk hissetmek; onların sıkıntılarını paylaşmaya ve elimizden geldiğince gidermeye çalışmaktır.

İmkanı olanların olmayanlara karşı sorumluluk duyması, kulluğun ve imtihanın mutlak gereklerindendir. Bu nedenledir ki, zekat ve diğer infaklarla sorumlu tutulmuşuzdur. Yine, en geç bayram sabahı ihtiyaç sahiplerine ulaştırılması mütevatir bir sünnet olan fıtır sadakası, bu sorumluluk bilincinin bir yansıması olarak düşünülmelidir.

Konuyu uzatmak mümkün. Lakin her birimiz kendi iç dünyamızda geliştirmeliyiz bu tür düşünce ve duyguları. Malum, ramazan aynı zamanda tefekkür ve tezekkür ayıdır.