Genelkurmay Başkanı'nın önceki gün yaptığı konuşma tartışılıyor; bir zaman daha tartışılacak gibi görünüyor. İki saati aşkın konuşmayı 'Muhteşem bir açılım' gibi görenler de var; 'demokratik bir ülkede asker bu kadar siyaset konuşmaz; konuşsa da bunu ülkenin bütün televizyonları canlı yayında vermez' diyenler de.
Açık olan bir şey var ki; bu tarz tartışmalar sayesinde Türk demokrasisi mesafe alıyor; almak zorunda da. Konuşmanın kritik kelimelerini birkaç dakikalık bir çalışmayla bilgisayarda taradım. Kısa sürede karşıma çıkan tablo sanırım bazı ipuçları veriyor.
28 Şubat döneminde askerler yargıya ve medyaya brifing veriyor, çılgınca alkışlanan konuşmacılar 'ülkeyi kurtarma' havasında atıp tutuyordu. Yanlıştı; çünkü bir avuç seçkin memnun edilirken vatandaş, yaşananları gözyaşları içinde seyrediyordu. O yanlıştan bugün belli bir oranda vazgeçilmiş görünüyor. Başbuğ'un konuşmasında 'terör'den sonra en çok zikredilen ikinci kelime 'din'. Tam 61 yerde 'din' demiş Paşa. Askerin dinle bir problemi olmadığını anlatma ihtiyacından kaynaklanıyor bu vurgu. Neden böyle bir ihtiyaç duyulsun ki! Demek ki zaman içinde birtakım yanlış uygulamalar, yanlış söylemler, askeri de rahatsız eden bir imaja yol açmış. Paşa'nın, bu imajı düzeltmek için askerliğin peygamber ocağı olarak bilinmesine vurgu yapması boşuna değil. Yeter mi? Hayır. TSK, dindar insanlarla barışık hale gelmeli...
27 Nisan gecesi internette yayınlanan o vahim muhtıra hem siyasetteki dengeleri altüst etmişti hem de 'mütedeyyin' halkı rencide etmişti. O muhtıra metnini yazan akademisyen, askeri büyük bir iletişim kazasının içine attı. Halk 'Kutlu Doğum Haftası'nı bile hedef alan açıklamaya cidden gönül koymuştu. Dindar insanların rencide edilmesi bir yana; 'asker demokratik sisteme ve yargıya müdahale ederek toplum mühendisliği yapıyor' havası oluşmuştu. Şimdi daha dikkatli bir dil kullanıyor Genelkurmay. Mesela 44 kez 'demokrasi' demiş Sayın Başbuğ. Yakın zamana kadar laiklik kavramı üzerinde durulur, demokrasiden bilmecburiye bahsedilirdi. Başbuğ, bu 23 kez 'laiklik' diyerek meseleyi demokrasiyle barıştırma yolunu seçmiş. Yeter mi? Hayır. TSK, askerin demokrasilerdeki yerine razı olduğunu, demokrasi dışı yollara başvuranlarla arasına mesafe koyarak göstermelidir.
Sosyal devlet kavramı nasıl anlaşılmalı?
Bir süre önce Balıkesir'de büyük bir iletişim kazası yaşamıştı Başbuğ. Kameraların karşısına geçti ve parmağını sallayarak; hatta haykırarak tehditkâr bir konuşma yaptı. Önceki gün, Paşa'nın daha nazik bir üslup seçtiği gözleniyordu. Balıkesir'deki iletişim kazasından bugünlere gelinmesi, 28 Şubat'tan bu günlere gelinmesi kadar önemli. O yüzden de Harp Akademileri'ndeki konuşma kamuoyuna daha pozitif yansıdı. Genelkurmay Başkanı, 2 bin yıllık bir kurumu (Türk ordusunu) temsil ediyor. Dolayısıyla şahsî bir makam ya da aile şirketi gibi bir yapıyla karşı karşıya değiliz. Bu nedenle de herkes ordusundan daha çağdaş, daha demokrat, daha başarılı bir performans bekliyor. Bu bakımdan Başbuğ'un konuşması daha sıcak ve kuşatıcı bir izlenim uyandırdı. Yeterli mi? Hayır. TSK, kendine daha sempatik ve modern bir iletişim yolunu açmak zorunda...
92 kez 'terörizm' sözcüğüne müracaat eden Genelkurmay Başkanı, 76 defa 'örgüt', 28 defa 'bölücü', 8 defa 'Kürt' kelimesi kullanmış. Bu rakamların gölgesinde 'Kürt sorunu'nun çözümü konusunda çarpıcı bir yaklaşımda bulunuyor Başbuğ. Şu ana kadar asker ve sivil otoritenin yanlışlar yaptığını söyleyerek bir özeleştiri kapısı aralıyor. Hatta daha radikal bir adım atarak, "Terörist de neticede insandır." diyor. Bu, ilginç bir yaklaşım. 'Kürt yoktur, onlar dağ Türkleridir, kar üzerinde yürürken kart kurt diye ses çıkardıkları için Kürt denmiştir' lafından buralara kadar gelinmesi; hatta 'Eve Dönüş Yasası'na sahip çıkılarak hükümete destek verilmesi yabana atılır gelişmeler değil. Yeterli mi? Hayır. TSK, Kürt sorununun sadece askerî bir konu olmadığını fiilen ispat etmek zorunda...
Genelkurmay Başkanı, sivil-asker ilişkisini asker kimliğiyle masaya yatırdı. 28 kez 'sivil' kelimesine başvuran Başbuğ, 24 defa da 'millet' sözcüğüne müracaat ediyor. Farklı kullanım biçimleriyle 'kimlik' sözcüğünü 40 kez tekrarlamış. Bu, fena bir yaklaşım değil; ancak Başbuğ, sözü 'bazı cemaatler' kısmına getirince iki saate yaklaşan konuşmadaki açılımın hızı bir anda kesiliyor, bilimsel bakış açısından sapmalara rastlanıyor. 'Akademik bir pencere'den 12 kez 'cemaatler' deyip sonra da ünlü sosyologların ortaya koyduğu düşünceleri 'aşındı' tespitine sıkıştırmak yanlış. Sivilleşmenin, demokratikleşmenin, 'birincil ve ikincil kimlikler'in en tabii gelişmesini bir çırpıda düşmanmış gibi algılamak ya da öyle yansıtmak, iki saat boyunca sürdürülen soğukkanlı ve sempatik yaklaşıma uygun bir manzara sergilemiyor. Başbuğ, beş kez 'mütedeyyin kesimler/mütedeyyin kişi' tabirini kullanıp sonra da 'bazı cemaatler' diyerek birtakım suçlamalarda bulunuyor. Genelleme yoluyla yapılan bu ayrımcı dil, esas konuşmadaki inandırıcılığı zedeliyor. Üstelik 'sosyal devlet' kavramının kullanım hatası, 'cemaat lazımsa onu da biz kurarız, sivil toplum gerekiyorsa onu da biz inşa ederiz' tarzında bir çağrışıma yol açıyor. Kaldı ki bu ülkedeki cemaatler kanunlarla çatışmadığı gibi, toplumsal barışın da garantörüdür. Bir yandan dört kere 'çoğulculuk'tan bahsedilirken ve 'tek tip insan yetiştirme' eleştirisi yapılırken, diğer yandan 'tek tip sivil toplum' ya da 'tek tip mütedeyyin' önerisinde bulunmak (üstelik bunu silahlı güçler adına dillendirmek ya da bu çağrışıma yol açmak) TSK gibi kuşatıcı olmaya mecbur ve 'halkın vergisiyle' ayakta duran ve 'milletine hizmet etmekten başka hiçbir amaçları olmayan' bir kurumdan beklenen modern bir yaklaşım olmasa gerek...
Orgeneral Başbuğ, ABD Başkanı Obama'ya 4 kez atıfta bulunuyor. Obama ile ilgili alıntılarda toplumdaki çoğulculuk vurgulanıyor. Gerçekten de Amerika, farklı kimlikler ve kültürlerin kaynaşmasına verilecek en güzel örneklerden biri. Ancak o kıyaslamalarda bazı çelişkiler gözden kaçmıyor. Birincisi Amerika, Başbuğ'un 18 defa tekrar ettiği 'ulus devlet' modeline çok uygun bir misal değil. Zira ABD'deki federatif yapı, o çoğulcu kimlikleri bir arada tutmak için -zorlanarak da olsa- inşa edilmiş bir sistemdir. Başkan Obama'dan yaptığı "Biz aynı zamanda farklı kökenlerden, ırklardan ve dinlerden gelen, ancak ortak idealler etrafında birleşen bir milletiz." alıntısı, ortak idealler itibarıyladır; devlet sistemi itibarıyla değil. Obama'nın konuşmasıyla ilgili diğer bir analiz hatası, yine çoğulculuk bağlamında ele alınmalıdır. ABD, farklı sivil toplum kuruluşlarının; hatta dinî cemaatleşmenin en zengin ülkesidir. Müntesipleri 10 milyonu aşmış cemaatler vardır Amerika'da ve cemaatler otel işletmeciliğinden eğitime kadar her türlü faaliyetin içindedir. Hollywood yıldızları arasında da rastlarsınız bu kişilere, spor dünyasında da. Sadece misal olsun diye okullardan bahsetmek isterim. Amerika Milli Eğitim Bakanlığı (U.S. Department of Education) istatistiklerine göre Amerika'da yaklaşık 5 milyon çocuk 'dinî cemaat okulları'nda eğitim alıyor. Yine resmî istatistiklere göre bu, yaklaşık 500 bin öğretmen, 28 bin okul, bir o kadar da müdür anlamına geliyor. Demem o ki, Obama'yı örnek alıp, oradaki temel özgürlükleri, burada yasadışı faaliyetmiş gibi sunmak; hatta millet vicdanına mal olmuş sosyal hareketleri ima yoluyla bile olsa suçluymuş gibi göstermek hangi 'masuniyet karinesi' ile bağdaşır?
İlker Başbuğ'un son konuşmasıyla ortaya koyduğu genel hava, daha demokrat, daha liberal, daha özgürlükçü bir yol haritası gibi algılanıyor. Bu, umut verici bir gelişme. Ancak bu yaklaşımın her kesim için yapılması lazım ki inandırıcı ve kalıcı olsun. Geçmişte ayrımcılık yoluyla yapılan hatalar bugün telafi edilmeye çalışılıyor. Bugünkü hataların yarınlarda telafi edilmesine gerek yok ki! Bu ülkenin bütün gerçekleriyle yüzleşmek ve barışmak, en çok bu güzel ülkeye yarayacaktır.
ZAMAN