Radikal Gazetesi Türkmen İle İslamcılık'ı Konuştu

Radikal'den Ezgi Başaran, Ali Bulaç'ın başlattığı İslamcılık ve ajanlık konusunu merkeze alarak Hamza Türkmen ile bir röportaj yaptı.

Ezgi Başaran’ın röportajı:

AKP İslamcılığı bozmadı, zaten 'moral olarak çökmüş İslamcı döküntüleriyle' kuruldu

Geçen hafta bir çok yazarı çemberine alan 'devletin İslamcıları' tartışmasında söz Diriliş Postası gazetesinden konuya giren İslamcı Hamza Türkmen'de: '70'li yıllarda Terörle Mücadele Şubesi'nde devşirilmeye çalışan İslamcılar olmuştur ama tartışmayı başlatan Ali Bulaç demagoji ve manipülasyon yapıyor.'

Geçtiğimiz hafta ilginç bir tartışma başladı. Ali Bulaç’ın ‘İslamcılar arasında devlet için ajanlık yapanlar vardı, bana da teklif etmişlerdi’ diyen yazısıydı fitili ateşleyen. Hayrettin Karaman, Mümtazer Türköne, Ahmet Kekeç, Salih Tuna, Ahmet Hakan ve Fehmi Koru tartışmaya bir ucundan girdiler. Aslında iki ayağı var: Birincisi; İslamcıların devlet tarafından kullanılması ve bu ‘devletin İslamcılarının’ bugün nerede yer aldıkları... İkincisi; İslamcılık öldü mü, ölmedi mi... İşin bir de Cemaat-AKP kavgası yönü var. Çok faydalı ve derin bir entelektüel egzersiz olabilecek bu tartışma, hemen bir cemaat-AKP hizipleşmesine sahne olduğu için yerinde sayıyor. Ben biraz bunun ötesine geçebilme hevesiyle günlük meydanın dışında kalan işin ehilleriyle konuşmaya karar verdim. Bugün sizi Hamza Türkmen ile başbaşa bırakıyorum. Kendisi bu toprakların her daim faal olmuş İslamcılarından. Milli Talebe Birliği ile başlıyor macerası ve Özgür-Der’in kuruluşu, Yöneliş, Haksöz ve Diriliş dergileriyle bugüne geliyor. “Türkiye’de İslamcılığın Kökeni”, “Türkiye’de İslamcılık ve Özeleştiri” kitaplarından bazıları... Türkmen’in okuyacağınız sözleri İslamcı camianın fikirlerini ciddi bir birikimle yansıtıyor.

Erken Cumhuriyet döneminden bu yana İslamcılık akımı Türkiye'de nasıl evrildi, nasıl değişti?

Yerelde İttihad-ı İslam, Batılılar için Panislamizm çabalarına rağmen Müslüman dünya, I. Dünya Savaşı‘nda mağlup olmuştu. Bu mağlubiyet sonrasında Mustafa Kemal ve kadrosunun “ümmetten bir ulus yaratmak” ideali ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında İslami önderler veya İslamcı kadro tasfiye edilmişti. Müslümanların mirası ellerinden zorla alındı ve büyük acılar yaşandı. 1945’ten itibaren çok partili demokratik sürece geçişte İslamcı çizginin var kalan gücü ulus değerlere tutunarak var kalmaya ve yasaklardan kurtulmaya çalıştı. Ancak bu tutum, ‘milli dindarlık’ diyebileceğimiz sağcı, devletçi, milliyetçi öğeleri de taşıyan eklektik veya sığınmacı bir kimliği oluşturdu. İslamcılar kendi mirasını reddeden ulusal kimlik veya sistem içinde var olmaya çalışmıştı. Bu Türk-İslamcı eğilimi Kemalist sistem bazı kere modernleşmenin aracı olarak bir avantaj, bazı kere de İslamileşmenin önünü açacak bir tehlike olarak gördü.

Sonra?

1961 Anayasası’nın sağladığı görece özgürlük imkânlarından Sosyalistler kadar olmasa da, Müslümanlar da yararlandı. İslami bilinçlenmelerini artıracak İslam coğrafyasındaki kültürel birikimin çeviri ve tecrübî aktarımları 1970’li yılların ortalarından sonra bağımsız kimlikli bir İslamilik süreci başlattı. “Tevhidi Uyanış Süreci” diyebileceğimiz bu çizgi özellikle okumuş genç nesil arasında yaygınlaştı; Türkiye tarihinde ilk defa mezhepçi ve batini din anlayışından arınmaya çalışan; sağcı, devletçi, milliyetçi kirlerden temizlenmeye ve sadece biz Müslümanlardanız diyen bir uyanış tohumlanmaya başladı. 1970’li 80’li yıllara kadarki İslami gündeme Türkiye İslamcılığı diyebiliriz. 1970’li 80’li yıllarda palazlanan tevhidi uyanışa ise “Evrensel İslamcılık” da denilebilir. Rejimi veya Batılı oryantalistleri en çok ürküten Kur’an’ı bir hayat kitabı ve hayat düzeni va’zeden ilkelerin kaynağı olarak gören İslami veya tevhidi uyanış süreci olmuştur. Bu süreci iç ve dış mihraklar torpilleyebilmek ya da ötekileştirebilmek için “kökü dışarıda”, “Siyasal İslamcı”, “reformist veya mezhepsiz”, “Vahhabi ve daha sonraları İrancı”, “Radikal İslamcı” gibi genellemelerle, karalayıcı ifade ve terkiplerle tanımlamaya çalıştılar.

80 öncesi ve sonrası devletin İslamcılığa bakışında ne gibi farklar vardı?

1980 öncesi İslamcılık sağcı, devletçi, milliyetçi ve mezhepçi özellikleriyle birlikte bir şeriatçılık tehlikesi olarak görülüyordu. 1980’den sonra özgünleşen ve İslam’ı dar bir inanç sisteminin ötesinde bağımsız bir dünya görüşü olarak gören Müslümanlar daha çok karalandı. Türkiye’de ve “Tevhidi uyanış süreci”nin etkisi devlet tarafından da, muhalif unsurlar tarafından da, milli dindarlar tarafından da engellenmeye, söylemi örtülmeye çalışıldı. Sistem, İslamcı eğilimi “Yerli İslam” ve “Radikal veya Kökü Dışarıda İslam” olarak tasnifleyerek birbiriyle haklar bağlamında eylem birliği yapmasını, diyaloglarını derinleştirmesini engellenmeye çalıştı.

Bugünden dönüp baktığınızda AKP'nin iktidar olması Türkiye'de İslamcılık açısından bir dönüm noktası mıdır?

AK Parti, partici İslamcılığı terk ederek kurulmuş bir partidir. Amacı İslami olanı iktidar kılmak değil, Türkiye’yi hukukileştirmek ve içinde İslamcıların da olduğu tüm muhalif düşünceye ve Çevre’ye ön açmak idi. Hatta Ocak 2004’te İstanbul’da yaptığı uluslar arası kimlik sempozyumunda İslamcı olmadığını, kurumsal olarak laik ve muhafazakâr-demokrat olduğunu ilan etmiş bir partidir. O dönemlerde AK Parti’ye yaklaşanlar İslamcılıklarını terk etmek veya gizlemek zorunda kalıyorlardı. 1 Mart 2003 Tezkeresi nedeniyle AK Parti’ye en büyük itirazı ve muhalefeti de o dönemde ayakta kalıp bağımsız kimliklerini sürdüren İslamcılar yaptı. Hatta 2004’te Bilgi ve Düşünce dergisinde Ali Bulaç, Yalçın Akdoğan, İhsan Eliaçık, Kenan Çamurcu gibi bazı yazarlar, AK Parti’ye Eski İslamcılığı terk edip; özgürlükçü, demokratik, liberal öğeleriyle ve bazı modernist müellifleri içinde barındıran Yeni İslamcılığı önerdiler, ama dikkate alınmadılar. AK Parti’ye göre İslam, Allah ile kişinin vicdanı arasında bir kabuldü. İslamcı değildi, diğer inanç ve düşüncelere saygılı olduğu gibi Müslümanlara hürmetkârdı. Ancak AK Parti yerel ve küresel vesayetten kopma çabalarında, İsrail karşıtı yaklaşımlarında dayanacağı en önemli güç, İslam coğrafyasında halkların iradesi ve ümmet ruhu; Türkiye’de de içinde İslami kimliğini ön planda tutan Müslümanların ve İslamcıların da bulunduğu çevre idi. Yani AK Parti’nin İslamcılıkla itham edilmesinin en önemli nedeni, ‘Merkez’i işgal eden Kemalist oligarşiye karşı, ‘Çevre’nin haklarını savunmasıydı ki çevre içinde Kürtçü, Alevi muhalefet kadar İslamcı muhalefet de vardı.

AKP en başta hem İslamcıları, hem Alevileri hem de Kürtleri özgürleştirmeyi dert edindi mi diyorsunuz?

AK Parti, Cumhuriyet kurulurken özellikle de 28 Şubat sürecinde hakları gasp edilen Müslümanlara, çevre içinde hakları gasp edilen diğer unsurlar gibi özgürlüklerini tanımaya çalıştı. Bu yaklaşım, 28 Şubat asker-sermaye-bürokrasi oligarşisini de, İslamofobik Batı siyasasını da rahatsız ettiği için, 2010 Referandumu’ndan sonra AK Parti’yi İslamcılık yakıştırmasıyla tanımlamaya başladı. Tabii ki biz Müslümanlar, Türkiye’nin bölgesinde bağımsız bir güç olabilmesi için hangi iktidar olursa olsun halkının üst değerleriyle ve ümmet coğrafyasıyla barışmasını ve bu zemindeki özgün değerlerle bir kimlik inşası içinde olmasını isteriz. Bu isteğimiz politik veya reel planda en Batıcı ideolojik zemini oluşturan HDP’de bile başörtülü aday ve mebuslarla, bir müftü mebusla cevap olmaya çalışıyor.

Peki 28 Şubat ve ardından gelen 12 yıllık AKP iktidarı İslamcılığın ruhunu nasıl etkiledi?

Radikal-selefi unsurlar tarafından başından beri; son dönemlerde de Gülen medyası ve Türk veya Kürt ulusçuları tarafından AK Parti’nin İslamcıları ayarttığı, kullandığı ve bozduğu edebiyatı işlenmektedir. İslami camianın gerek fikri çabalarla ve gerek aksiyoner boyutuyla içinde olan birisi olarak, AK Parti’nin 28 Şubat darbesine karşı mücadele etmiş, bağımsız kimliğini izhar etmiş ve ayakta duran bir Müslümanı veya moda ifadesiyle İslamcıyı sarsıcı şekilde ayarttığı ve İslamcılığından vazgeçirdiğine dair bir örnek bilmiyorum. AK Parti daha kurulmamışken, dışarıdan tanımlanan İslamcılık dairesi içinde devrim veya demokratik yolla iktidar olma düşü gören, vahyin gösterdiği toplumsal yasaları yani sünnetullah’ı gereği gibi kavramamış, ama iktidara kilitlenmiş acilci insanlarımız, Müslümanlarımız çoğunluktaydı. Bu tür heyecanlı romantik İslamcılarımız, Türkiye ve dünya sisteminin gerçeklerini öğrendikçe, hayatın zor geçitleri ve sistemin zorbalıkları ve işkencesiyle tanıştıkça öncelikli hedeflerine ulaşamayacakları gerçeği ile karşı karşıya geldiler.

Yani ‘iktidara kilitlenmiş acilci Müslümanlar’ dediğiniz kimseler AKP’den önce vardı...

1985-95 yılları İslami uyanış ve bilinçlenme süreci açısından Müslümanlar için üretim, yayın, üniversite etkinlikleri, teşkilatlanma açısından altın yıllardı. Ama büyük çoğunluk iktidarı ele geçirmeye veya devrime endekslenmiş bir acelecilik içindeydi. Hayatın ve dünya sistemini öğrendikçe devrim yapamayacaklarını, Erbakan gibi iktidara gelinse de muktedir olacak bir güç ve niteliğe sahip olmadıklarını görmeye ve aceleciliğe dayanan öncelikli hedefleri konusunda şüpheye düşmeye başladılar. 28 Şubat darbesinden sonra da büyük bir İslamcı kesim öncelikle hedeflerini yitirdiği için boşluğa ve diğer eklektik alt kimliklere sapmaya başladılar. Yeterli sayıda sağlıklı özeleştiri ve yenilenme gerçekleştirebilecek öncülerden mahrumluk vardı. 28 Şubat süreci bir hayli bilgi ve beceri kazanmış büyük bir kesim için bir dağılma ve savrulma düşkünlüğünü getirdi.

AKP’nin kuruluşunda bu İslamcılar mı görev aldı diyorsunuz?

Kimlik itibariyle bileşenlerden oluşan AK Parti 2001-2002 de kurulurken alanda iş yapabilen en önemli kadrolarını, bu öncelikli hedefini yitirmiş ve İslamcılığı örselenmiş tipleri toparlayıp muhafazakâr-demokrat çizgide mobilize ederek oluşturdu. Yani kimseyi İslamcılıktan saptırmadı, saptıramadı. İslamcılığı bırakmış veya moral itibariyle çökmüş ama birikim ve tecrübe sahibi eski İslamcı döküntüleri toplayarak muhafazakâr-demokrat politikalarını inşa etti. Yani AK Parti’nin İslamcı ruhu kullanma veya çözme bağlamında etkilemesi değil, İslamcı ruhunu yitiren kişileri toparlayıp kendi hedefleri doğrultusunda mobilize etmesi söz konusu olmuştur. Ama vesayetten kopma süreci güç kazandıkça, İslamcı ruhu örselenen kişi ve kimliklerde tam tersine müspet gelişmeler olmuştur.

Öyleyse ‘esaslı’ İslamcılık nedir, ne değildir?

İslamcılık kavramı Kur’an’da geçmez. Ancak mücahid, muvahhid, hilafet, İslami devlet, İslami hareket kavram ve terkipleri gibi İslami olan durum ve eylemleri ifade eden üretilmiş kavramlardan birisidir. Arapçası İslamiyyin’dir ve bu kavramın ilk defa M.S. 874 yılında doğan İmam Eş’ari’nin “Muhteliful İslamiyyin İhtilaful Musallin” kitabında kullanıldığını biliyoruz. Osmanlı son döneminde 1904’ten itibaren İttihad Terakkici Yusuf Akçura’nın bu kavramı Osmanlı Devleti’nin yıkılışını durdurmak için “İttihad-ı İslam” terkibiyle paralelleşecek tarzda “Üç Tarzı Siyaset” çalışmasında gündeme getirmiştir. Ancak Osmanlı devletini kurtarmak için Müslümanların kalan gücünden yararlanmayı amaçlayan bu kavramsal kullanım, Sırat-ı Mustakim mecmuası yazı kadrosundan Babanzade Ahmet Naim tarafından “İslam Kavmiyetçiliği Reddeder” kitabında olumlanmamıştır. O zaman Müslümanları uyandırmak ve ümmet arasında vahdeti sağlayarak yeni bir diriliş hamlesi gerçekleştirmeye çalışan ıslah kadroları, İslam veya Müslim kavramlarının anlatılmasında “cı, ci, lık, lik” eklerine ihtiyaç olmadığını belirtmişlerdir. Ancak 1930’lardan sonra Kemalizmin hayatımızdan Kur’an-ı Kerim’i uzaklaştıran devrimlerine karşı, İslam’ı bütün üniteleriyle savunma duygu ve özleminin adı İslamcılık olmuştur. Çünkü Cumhuriyet döneminde resmi ideolojinin İslam’ı bütün olarak algılayan, algılamaya çalışan Müslümanlara “gerici, yobaz, mürteci” ithamlarına karşı İslamcılık tanımı bir cevap anlamına geliyordu. Bugün ise üretilmiş bir kavram olan İslamcılığı olumlu anlamda kullanan Müslümanlar; Müslümanlığın bir alt kimlik değil üst kimlik olduğunu vurgulamak eğilimindedirler. Bugün içerik itibariyle bazı tartışmalarla birlikte İslamcılık ifadesi daha ziyade bilinçli Müslümanları, seküler veya sentez kimliklere sahip olan, İslam’ı dar bir inanç ve ibadet ritüeli olarak gören dindarlardan daha ileri ve daha Kur’ani bilince sahip olan insanlar için kullanılıyor.

Yani?

Yani İslamcılık “İslam’ı dar bir inanç sistemi değil, inanç dâhil bir dünya görüşü olarak algılamaktır.” Veya İslamcılık, “İslam’ın bütün ünitelerini hayata ve nefislerimize hâkim kılma ideali ve aksiyonunun adıdır.” Bu tanımlar bütünlüğünde bakıldığında İslamcılık tanımı,  Kur’an’daki  “mü’min, muslih, salih, sıddık, şahid, şehid, muttaki, alim, takva vb.” kavramların hayatlaşan bir tefsiridir. Yani  “İslamcılık; itikattan siyasete, kültürden ekonomik çabalara kadar Kur’an’ın ve sahih Muhammedi Sünnet’in fıtri ve evrensel ölçülerine yönelmenin önemli bir imkânıdır.” Bugün ise Batı ve Batı ile işbirliği içindeki unsurlar İslamcılık eleştirileri veya ithamını, Cumhuriyetin ilk ve orta yıllarında kullanılan “mürteci, yobaz, gerici, örümcek kafalı” gibi ifadelerle bütünleştirmek istiyorlar. Bu da Türkiye’deki ulusçuların, sosyalistlerin ve liberalistlerin ilerlemeci/leener ütopik ve Batılı paradigmaya eklemlenmiş tarih felsefelerinden beslenmektedir.

Ali Bulaç'ın başlattığı bir tartışma var. Devlet için çalışan ajan İslamcılar ve İslamcılık öldü ekseninde dönüyor. Dışarıdan baktığınızda bu tartışmaya, ne görüyorsunuz?

Bulaç bu tartışmayı, ajanlıkla yargılanma sürecindeki neo-conların ve siyonizmin muhibbi Fethullah Gülen ve Cemaati'nin araç olarak kullandığı kurumlarında ve konuyu saptırarak, Recep Tayyip Erdoğan’ı yıpratmaya dönük kampanyaya katılarak gündemleştirmeye çalışıyor. Bulaç, 2002’de, yani AK Parti’nin kuruluş tarihinde İslamcılığın durdurulduğu komplosunu işlemeye çalışırken, aynı gazetedeki arkadaşı Mümtez’er Türköne’ye pas atıyor; o da İslamcılığın 2002’de durdurulmadığını, aslında bittiğini, bitirildiğini işliyor. Tam bir Hacivat-Karagöz düeti. Oysa aynı Ali Bulaç aynı gazetede 2012 yılında İslamcılık tartışmalarını, İslam’ın bir bütün olduğu, itikâdi, ibâdi ve siyasi boyutuyla algılanması gerektiği teziyle başlatmış: ama en başta gazetenin liberal, demokrat, ulusalcı ve gelenekçi yazarları tarafından terslenmiş ve en fazla da Türköne tarafından yıpratılmıştı. Şimdi Paralel Yapı’nın aynı gazetesinde İslamcılığın 2002 yılında, yani AK Parti ile durdurulduğunu gündemleştirip, AK Parti’ye vurmak için Türköne ile paslaşmaya kalkışıyor. Oysa bu cenahta dün AK Parti İslamcılaşıyor diye eleştiriliyordu; şimdi de İslamcılığı bitirdi veya durdurdu diye eleştiriliyor. Kısa sürede farklılaşan bu politika manevrasını, samimi bir analiz çabası olarak değil, birileri veya bir kaos projesi adına tetikçilik yapıldığı şeklinde okumak mümkündür. Ayrıca Bulaç’ın birçok haklı eleştiri taşıyan yaklaşımları yanında bir sosyolog olarak yaptığı yapıcı anlamda “ıslah ve inşa sosyolojisi” değil, pesimizmi yaygınlaştırmaya matuf “zaaflar sosyolojisi”dir. Ve birileri adına tetikçilik yapma acziyetine düşüldükten sonra, zaaflar sosyolojisine tutunarak işkence altında veya Gülenciler gibi kumpasa getirilerek ajanlaştırılmış bazı kişiler üzerinden İslamcılık hakkında karalayıcı genellemeler yapabilir. Netice itibariyle de yapılan şey İslamcılık konusunda şüphe ve vehimler yayabilmektir.

Peki ama sözünü ettiği gibi 'ajanlık yapan İslamcılar' var mı yok mu?

Ali Bulaç’ın Yüksek İslam Enstitüsü’nde Nurcular hakkında -ki o dönemlerde henüz bağımsız ve tevhidi bilinçlenme süreci yeşermemişti- ajanlık teklifi alması Kemalist oligarşinin yaptığı işlerden birisiydi. 1970’li 80’li yıllarda vahyi öğreti ile daha yeni yeni bilinçlenen partili veya partisiz Müslümanlara vahyin sosyal yasalarına, yani sünnetullaha ters olmasına rağmen arız olan öncelikli hedef yanlışı, iktidar veya İslami devlet olmak aceleciliği idi. Birisi devrimci birisi demokratik yolu seçmişti. Bu acelecilikle İslamcı saflarda tabii ki bazı faydacı yanlışlar yapıldı ve Bulaç’ın bu konulardaki eleştirisi de haklı olabilir; ama haklı olmayan Gülen camiasını ve yerli ve küresel vesayet aktörlerini sevindirecek şekilde İslamcılığın saçma sapan bir milatla 2002 tarihinde durdurulduğu iddiasıdır. Bir de her ideolojik harekette karşılaşılacağı gibi İslamcıların ajanlaştırıldığı gibi gizemli bir edayla ajanlaştırma konusunda olabilecek bazı münferit olaylardan çıkarak bir itirafçı gibi Bulaç’ın şüphe ve tereddütler uyandırmaya çalışması gerçekten üzücü olmuştur. Türkiye’deki tevhidi uyanış sürecine emeği geçmiş olan Bulaç, ağabey dediğimiz yakın kişilerimizden birisiydi. O yakın olduğumuz yıllarda bu bilgileri bizlere aktarıp önümüzü niçin açmadı ve bizi tedbirliliğe niçin yöneltmedi?

Burada bir ironi var. Siz böyle bir ajanlık meselesine pek inanmıyorsunuz anladığım kadarıyla...

İslamcıların ajanlaştırılmasıyla ilgili iddiaları tamamen saçma buluyorum. Ancak 70’li yıllarda İkinci Şube’de, daha sonraları Terörle Mücadele Şubesi’nde işkence altında devşirilmeye çalışan İslamcılar olmuştur. Ama Müslümanların tevhidi iç dayanışması, her türlü fahşadan uzak duran özgüvenleri içinde devşirilmiş bir kişinin rol alması; ya da tutarlılığını devam ettirebilmesi zaten mümkün değildir ve olmamıştır da. Genellikle bu tür olaylar veya ithamlar İslami mücadele kadroları dışında kalmış sığıntı ve yılışık tiplerin; ya da İslam düşmanlarının dedikodu edebiyatı olarak gündemleşmiştir. Derin devlet ve küresel istihbarat örgütleri tabii ki Ticaniler, Aczimendiler, Gülenciler gibi İslami usulü niteliksiz, açıklık ve şura ilkesini önemsememiş bazı gurupların içine sızıp, onları yönlendirmeye çalıştığı olmuştur. Ama dini anlamada itikâdi ve siyasi metodolojk yeterliliği, şura ilkesini, şahidlik ve açık İslami kimliği önemseyen gerçek İslami uyanış, ıslah ve inşa çizgisi üzerinde ötekilerin bir ajanlık ajandası ve bir kurgu üretmesi mümkün değildir.

Peki tartışmanın başka bir büyük ayağına geçelim: İslamcılık öldü mü?

“İslamcılık” kavramı ile eğer İslami uyanışı, yeniden vahye ve fıtrata yönelik köklü değişim ve dönüşümü, yani inkılapçılığı ya da ıslah çabalarını kastediyor isek; İslamcılık Müslüman coğrafyasında ve Türkiye’de en fazla gündem olduğu ve imkânlar oluşturduğu dönemini yaşıyor. Gazze direnişini ve 1991-92 Cezayir’deki FIS çıkışını istisna tutacak olursak, Batı’nın Arap Baharı dediği, İslamcıların da daha ziyade Ortadoğu Devrimler Süreci veya Ortadoğu İntifadası dediği 17 Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan isyan ateşinden önce Fas’tan Libya’ya, Mısır’dan Suriye’ye, Yemen’e kadar ciddi bir sessizlik yaşanıyordu. Ekonomik, sosyal, hukuki sorunlarından daha çok özellikle İsrail’in 2008-2009 Gazze katliamı karşısında ses vermek isteyen Müslüman ülkelerdeki İslami hareketlere yapılan baskı ve tutuklamaların oluşturduğu sıkıştırılmış öfke, Tunus Devrim Süreci ile birden alevlendi.  Benzer sorunlarla kimliği ezilen insanların ve Müslümanların öfke ve isyanı, Batılı istihbarat örgütlerince denetlenemeyen büyük bir hız ve kitleleşme ile tüm Ortadoğu’da yayıldı. Bu dalga Türkiye’deki İslami uyanışı, bilinçli veya duygusal İslamcıları da ateşledi. Diyebiliriz ki Ortadoğu Devrimleri ve Mısır’daki Rabia direnişi 28 Şubat Süreci’nden bu yana hem AK Parti kitlesinin İslamcılığa yönelmesine, İslamcı kadroların da hareketlenmesine neden oldu. 28 Şubat sürecine gelirken en fazla öncelikli hedef yanlışı ile tıkanan Türkiye’deki İslami çevre ve cemaatler ciddi bir durgunluk hatta dağılma sürecini yaşamıştı.  28 Şubat darbesi ve mağlubiyetinden bu yana Türkiye’deki İslamcılık denilen ayakta kalmış nitelikli birikim zenginleşen bir tecrübe kaynağı olarak her yıl daha da tazelenerek merhale merhale ilerliyor. İslamcılıktaki bu yeni ve yapıcı eğilim tabii ki hem AB’yi, hem ABD’yi hem onlarla güdümlü çalışan Gülenciler gibi işbirlikçi çevre ve cemaatleri rahatsız etti. 2015 Haziran ayı sonunda Zaman gazetesinde başlatılan ve İslamcı denilen İslami mücadele kadrolarıyla beraber,  inanç ve düşünce özgürlük alanlarının önünü açan AK Parti’yi gecikmiş bir manipülasyonla 2002 yılından beri hedefe koyan İslamcılık eleştirilerinin mantığı hiç de sağlıklı bir yerde durmuyor.

Öyleyse bu İslamcılık tartışmasını da cemaat ile AKP arasındaki yarılmanın bir sonucu olarak mı yorumlamak gerekir?

Bulaç’ın sünnetullah’ı gözetmeden iktidara endekslenmiş ve “İkinci Kuşak İslamcılar” dediği kesime yönelttiği eleştirilerin önemli bir kısmı doğrudur. Ona göre ıslah ekolünden Nahda Hareketi gibi, İhvan Hareketi gibi merhale merhale kitleleşecek bir yol takip eden, alttan gelen bir dalgayı ifade eden “Üçüncü Nesil İslamcılık” önemliydi. Ama son İslamcılık tartışmasıyla yaptığı şey, hatları birbirine karıştırarak İslamcılığı bir kaos içinde göstermek ve AK Parti’nin kuyruğuna takılmakla itham etmek. Yani 28 Şubat süreci öncesi ve sonrasında iktidar olma heyecanlarını kaybedip savrulan birikimli tipleri, Erdoğan’ın kahvelerden, nargile salonlarından toplayıp birikimlerini verimli olarak kullanması İslamcıların hükümet veya devlet tarafından devşirmeleri değildir. Zira onlar, İslamcılıktan anladıkları vahyi bilinç ve yönelimlerini yitirmiş; liberalizme, sufizme, tarihselciliğe, sol ve sosyalist öykünmeciliğe, köşe dönmeciliğine hatta anarşizme savrulmuş bireyselleşmiş ve çözülmüş “Eski İslamcı” tiplerdir. Hedef yanlışlığından ortaya çıkan hayat ve yeni hedef boşluğu, birilerini İsmet Özel gibi “Türk Müslümanlığına ve ulusçuluğuna” birilerini de “Kürt Müslümanlığı ve ulusçuluğuna” savurmuştur. Bulaç’ın yanlışı veya bilinçli manupülasyonu ise, çözülmüş Eski İslamcıların AK Parti politikaları içinde istihdam edilip değerlendirilmesini, sanki İslam veya İslamcılar devlet tarafından devşiriliyormuş gibi göstermesi demagojidir. Cemaat, AK Parti bileşenlerindendi. Cemaat önce AK Parti’nin İslamcılaştığını 2008’ten itibaren keşfetmeye başladı. Ama Cemaat’in uluslar arası güçlerle Erdoğan karşıtı bir ittifak yapması veya uluslar arası güçlerce Türkiye’nin küresel vesayetten kopma mücadelesine karşı araçsallaştırılmasından sonra AK Parti’den tasfiye edilmeye başladılar. Gülenciler, tasfiyeye, küresel güçlerin desteğinde karşı çıktı. Olmadı bu sefer devletin en kılcal damarlarına kadar takiyye yöntemi ile girmiş olan elemanları ile Erdoğan ve çekirdek ekibini tasfiye etmeye çalıştılar. Bu çabası 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri’nde de devam etti. Sonra da Bulaç, Dumanlı ve Türköne gibi kalemşorlar tarafından İslamcıların devlete devşirildiği ve 2002 yılından itibaren İslamcılığın AK Parti tarafından durdurulduğu veya bittiği keşfedildi.

Bu iki dindar kesimin tutuştuğu kavganın seviyesi, birbirlerine yakıştırdıkları sözler, birbirleri hakkında ortaya döktükleri iddialar Türkiye'deki dindarlar ve İslamcılar için ne ifade ediyor?

AK Parti laik, muhafazakâr-demokrat yani seküler bir kuruluştur. Yaptığı yanlışlara mazeret bulacak değiliz; ama zaten cahili sistem içinde kirli bir yoldan yürüyerek fıtri olana ve çevre’ye özellikle de dindarlara alan açmaya çalışmaktadır. Tabii ki bu hizmetlerinde en azından fıtri, genel geçer ahlaki ilkelere uyması istenir. Eleştirilerini belden aşağıya değil, ya genel ve tutarlı analizlerle ya da somut belgelerle ortaya koyması gerekir. Gülen Cemaati ise küresel güç odakları nezdinde meşruiyet bulabilmek için kendisine “Hizmet Hareketi” dese bile, asıl iç aidiyetini egzotik dini ve İslami yorum ve ritüellerle oluşturmaktadır. Cemaat, Gülen Hocaefendi’lerini mehdi veya rüyasında Hz. Muhammed’le görüşen yaşayan bir ermiş olarak değerlendirmekte ve inanmaktadır. Kur’an’ın zandan kaçındırıcı tefekkür ölçülerine rağmen keşfi, ilhamı ve rüyayı epistemolojik bir kaynak olarak gören Cemaat, Gülen’in bildirimleri doğrultusunda hareket etmektedir.  Ama bütün bu zaaflarına rağmen İslami dar ilmihal bilgilerine hürmet göstermekte, okudukları Cevşen dua kitabında Rabbimizin bir çok ayetiyle muhatap olmaktadırlar. Gülen’e ve rüya tabirlerine bağlılıkları Kur’andan çok çok önde olan bu cemaat’in çıkar amaçlı diğer insanları ve Müslümanları gizliden dinlemeleri, filme almaları, sonra bu bilgileri şantaj aracı olarak kullanmaları; polis-adliye arasındaki elemanları ile kurdukları paralel ilişkilerle birçok kişiyi ve iş adamını kumpasa düşürmeleri ne İslam ahlakı ile, ne vicdanla, ne de insanlıkla bağdaşır bir tutum değildir. Yanlışı başka yanlışlarla engellemenin Müslümanlar kültüründeki tanımı şeytanlaşmaktır. Her iki camia da şeytanlaşma tuzağından kaçınmalıdır.

(RADİKAL)

 

Röportaj Haberleri

Suudi Arabistan'da İslam, sekülerleşme ve Bin Selman reformları
“Filistin özgürleşmediği sürece, bu travma asla geçmeyecek”
Netflix abonelerine yalnızca eğlence değil "politik görüşlerini" de satıyor
Nazmul İslam: Bangladeş’te devrim bir süreç esas mesele şimdi başlıyor!
"Sinvar’ın yolunu sürdüreceğiz"