“Savaş zamanı, hakikat o kadar kıymetlidir ki, yalanlardan bir duvarla korunur.”
Taraf’ta yayımlanan Yasemin Çongar’a hitaben yazdığı mektubunda Aysel Tuğluk’un en çok katıldığım cümlesi bu oldu. Maalesef o cümle de Winston Churchill’e aitmiş.
Yoksa, tutmayan Devrimci Halk Savaşı stratejisi, halka karşı devrimci savaşa doğru evrilen PKK, artık bir adresi bile olmayan anne karnındaki bebekleri vurabilen köhne silahıyla aşil topuğu olan meşruiyetine ateş edip intihar ederken, Kürtlerin öldürülüp intihar süsü verilmeye çalışıldığına inanmak zor.
Hem barışı öldürüp, hem de silahı karşı tarafın eline tutuşturmanın son haftalardaki adı “imzalanmayan protokoller” hikâyesi oldu.
Taraf’ın bile barıştan ümidini kesmiş başlıklar attığı Habur’dan, Reşadiye’den sonra devletle oturdukları masadan neşeli seslerini duyduğumuz PKK’nın şahin liderlerinin çalışılmayan yerden çıkan “Peki o halde neden hâlâ savaşıyoruz” sorusuna cevap olarak ürettikleri “Ama Başbakan protokolleri imzalamadı” gerekçesi hem Tuğluk’un yazısında, hem Şerafettin Elçi’nin Neşe Düzel’le röportajında, tabii ki cepheye kağnılarla mermi taşıyan barış aktivisti entelektüellerin ve yazarların yazılarında karşımıza çıkmakta.
“Protokoller Başbakan tarafından imzalanmadı” iddiasının doğru olup olmadığını bilebilecek tek kişiye sormayı akıl etmekten başka bir iddiası yok bu yazının. Öcalan’ın 6 Temmuz 2011 tarihli görüşme notunda söyledikleri, bu iddiayı daha imza aşamasında çökertiyor. Şöyle diyor Öcalan:
“Protokoller konusunda kamuoyunda bir yanlış anlaşılma ve algılama olmuştu. Karayılan da söz etmiş. Protokoller kamuoyunda yanlış anlaşıldığı gibi bizim ve devlet tarafından karşılıklı imzalanmış bir şey değildir. Protokollerde imza söz konusu değildir. Protokoller karşılıklı imza şeklinde değil de çözüme ilişkin üzerinde mutabakata varılan bir metin şeklindedir. Daha o aşamaya gelmiş değiliz. Halen heyetle protokoller üzerinde görüşmeler ve çalışmalar devam ediyor, üzerinde çalışılıyor.”
Ortada imzalanacak bir şey olmayınca Başbakan’ın imzalamaması da doğal yani.
Peki, bu protokollerde neler vardı? Bunu da Haziran 2011’de Hasan Cemal’e konuşan Murat Karayılan’dan öğrenelim:
“Birinci protokol: ‘Türkiye’de Kürt sorununda demokratik çözümün ilkeleri’ başlığını taşıyor. Yani demokratik yeni anayasa konusu...
İkinci protokol: Türkiye’de devlet ve toplum ilişkilerinde adil bir barışa ilişkin ilkeleri konu alıyor. Üçüncü protokol: Demokratik ve adil barış için acil eylem planı...”
6 temmuz tarihli görüşmede Öcalan da bu içeriği doğruladı. PKK’nın silah bırakmasını sağlayacak bir Barış Konseyi ve yeni anayasada yapılacakların konuşulacağı bir Anayasa Konseyi’nden bahsetti. Ve iki konseyin kurulması hakkında devletle uzlaştıklarını duyurdu.
Peki, bir de Neşe Düzel’e aynı protokolleri gördüğünü söyleyen Şerafettin Elçi’nin anlattığı protokollere bakalım: “Bu protokolün içinde, anadille eğitimin yanı sıra, Kürt kimliğine anayasal güvence sağlanması, Kürtlerin özyönetime, yani BDP’nin demokratik özerklik dediği bir statüye kavuşması ve Öcalan’ın ev hapsine çıkarılması da vardı.”
Ne Karayılan ne de Öcalan’ın anlattığı protokollerde demokratik özerklikten, anadilde eğitimden bahis olduğu dikkatinizi çekmiştir. Peki, protokoller arasındaki bu fark nereden geliyor?
Karayılan’ın Hasan Cemal’e anlattıklarından bu üçlü protokol fikrinin Öcalan’dan geldiğini öğreniyoruz. Yine aynı röportajdan öğreniyoruz ki Öcalan, bu protokolleri sadece devlete sunmuyor İmralı’ya da gönderiyor Mayıs 2011’de.
Söz yine Karayılan da: “Önderlik ‘KCK ve devlet bu protokolü kabul ediyor mu, etmiyor mu; bana cevap vermelidirler. Eğer her iki tarafın da görüşleri olumlu olursa o zaman ben bu sorunu kısa bir sürede çözerim’ dedi. Biz bunun üzerine yönetim olarak toplantı yaptık, Önderliğimizin hazırladığı bu protokolleri kabul ettik.”
Tekrar Aysel Tuğluk’a kulak verelim: “Devlet, İmralı ve Kandil arasında gelip giden çözüm protokollerindeki özerklik ifadesi etkili oldu. Özerklik, İmralı’nın talebi olarak protokollere girdi, ama yine Öcalan tarafından ‘esneklik payı’ olduğu da belirtildi.”
Tuğluk’tan son bir alıntıyla meseleyi toparlayalım: “Verilen görev kapsamında kaldılar ve ‘eylemsizlik ile geri çekilmeyi’ hiçbir şart kabul etmeden ısrarla talep ettiler. Esas gündem buydu. Kırılma nedeni de yine bu dayatma oldu.”
O halde toparlayabiliriz. Öcalan, bir Barış Konseyi kurulup PKK’nın sınır dışına çekilmesi, Anayasa Konseyi kurulup anayasadaki değişiklikler yapılması konusunda devletle anlaştı. Bu anlaşma içinde Öcalan’ın görüşme notlarında iki yıl daha tartışılsın diye ertelediği demokratik özerklik yoktu. Barış Konseyi içinde Öcalan da olacağı için onun ev hapsine alınması da bu uzlaşma içindeydi. Devlet uzun vadede anadilde eğitimi ve yerel yönetimler reformunu da kabul etti. Öcalan, bu mutabakatı Kandil’e gönderdi. Kandil’de, bu protokollere Elçi’nin de gördüğü anadilde eğitim hemen ve demokratik özerklik şartları eklendi. Eklemeler Öcalan’a geldi. Öcalan “tekrar görüşün” diye geri gönderdi. Tekrar aynı talepler geldi.
Kandil, esas olarak demokratik özerklik ilan edilmeden sınır dışına çekilmeye karşıydı. Devlet de Kandil’in anladığı anlamda demokratik özerkliği kabul etmeye.
Buna rağmen Öcalan 6 temmuzdaki görüşmede Barış Konseyi mutabakatını duyurdu. Sonra ne olduğu malum. Öcalan’ın “Anlaştık, 1-1,5 ayda kurulacak” dediği Barış Konseyi’nin kurulması bile beklenmeden 14 temmuzda önce Silvan saldırısı geldi ardından da Diyarbakır’da demokratik özerklik ilan edildi.
Tabii bu aslında serinin devam filmi. İlk filmi izlemeden anlamak zor...
yildirayogur@gmail.com
TARAF