Sıcak bir Granada gecesi…
Namı diğer Gırnata, Endülüs’ün zayıflama döneminde iki buçuk asır direnerek, varlığını korumuş gizemli şehir… Endülüs’ün Biricik Gülü ve Son Kalesi diye de adlandırılan bugünkü adıyla Granada gece ayrı bir güzelliğe bürünüyor. Bütün yorgunluğumuza rağmen, otelde dinlenmek yerine şehrin yollarına vuruyoruz yeniden kendimizi…
Albayzin mahallesi, akşamları en çok ziyaret edilen yerlerden biri... Burayı özel kılan pek çok sebep varmış. Benim ilk gözüme çarpan, yüzyıllar geçse de Ortaçağ mimarisini doğala yakın haliyle yaşatıyor olabilmesi… Darro Nehri’nin kıyısında, El-Hamra Sarayı ve arkasındaki Sierra Nevada Dağları’nın muhteşem manzarasıyla insana tarihte yolculuk yapıyor hissi vermesi. Mahallenin gizemli ve romantik duruşu, dönemin birçok yazarı, ressamı, şairi, sufisi, şarkıcısı için de ilham kaynağı olmuş ayrıca.
Albayzin’i geçerek Çingene Mahallesi olarak bilinen Sacromonte’ye geliyoruz. Birbirine komşu olsa da buradaki evler Albayzin’deki avlulu evlere benzemiyor. Kapadokya’da olduğu gibi kayalar oyularak yapılmış (cueva) mağara evler, göze çarpıyor. Daha öncesinde Çingenelerin bizzat yaşadığı bu evlerin çoğu artık turizm maksatlı kullanılıyormuş. Bizde de olduğu gibi İspanyol Tokisinin Çingeneler için şehir dışına yaptığı binalarla takas edilmiş yani. Çingenelerin bir kısmı bu evlere taşınmayı tercih ederken az bir kısmı mahallede kalmaya ve kültürlerini yaşatmaya devam etmişler.
Mağara evlerin dışına gitar ve ökçe sesleri taşıyor. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden beri Gırnata’daki bu evlerde Flâmenko gösterileri yapılıyormuş. Dünyaca ünlü, Flâmenko şarkıcıları, dansçıları ve müzisyenleri bu mahalleden çıkarak Flâmenko’yu tanınır hale getirmişler. “Çingenelerle özdeşleşen bu halk oyunu gösterileri turizm sektörüne önemli bir getiri sağlıyor,” diyor rehberimiz.
Bilet alarak mağara evlerden birine giriyoruz. Loş ışıklı, duvar dibine sandalyelerin sıralandığı, ortada genişçe bir sahnenin yer aldığı otantik bir mekân burası. Flâmenko gösterisi için raks ve müzisyen ekibi hazır. Dört kişilik çalgıcı ekibinden gitaristin gitarın tellerine dokunmasıyla başlıyor gösteri… Uzunca bir taksimden sonra şarkıcı, içten gelen ağıta benzer bir sesle müziğe eşlik ediyor. Çok geçmeden de uzun ince bir kadın; topuklarına kadar uzayan giysisi içinde yüksek ökçeli ayakkabılarını haşince yere vurarak dönmeye başlıyor sahnenin ortasında… Kâh eteğinin bir ucunu eliyle yukarı kaldırıp adımlarına yön veriyor, kâh iki eli havada alkış tutarak kendi etrafında dönüyor.
Dansın ilk yarısı İspanyollarda Fiesta denilen neşeli eğlence tarzından uzak. Eğlenceden çok bir isyanı, başkaldırıyı çağrıştırıyor sanki… Rehberimizin anlattığına göre Çingenelerin yüzyıllar boyunca yaşadıkları baskı ve zulümlerin, danslarına yansımış şekliymiş bu… Şarkıların sözlerinde, sert ökçe darbelerinde o acılara isyanın nümayişi varmış. Ortadaki rakkasenin yüzündeki hüznün de bu mizansenin bir parçası olduğu söylenebilir öyleyse. İspanyolca şarkının ritim ve sözleri de bu protest duruşu tamamlayan ayrı bir enstantane olsa gerek.
Aklıma Yahya Kemal Beyatlı’nın Endülüs’te Raks şiirinin dizeleri geliyor:
Zil, şal ve gül. Bu bahçede raksın bütün hızı...
Şevk akşamında Endülüs üç defa kırmızı...
Aşkın sihirli şarkısı yüzlerce dildedir.
İspanya neş'esiyle bu akşam bu zildedir.
Çingeneler… Kuzey Hindistan kökenli olan bu halk, dünya üzerindeki 45 milyonluk varlıklarıyla şimdi Flâmenko’nun içinden sesleniyor havsalama… İşte tarihe kısa bir yolculuk daha…
Çingenelerin yeryüzünde varoluş mücadelesi birçok halkın tarihiyle kıyaslandığında en az ilgi çekeni belki de… Çingeneler için, “Hindistan’ın Pencap-Sind Nehir havzası boyunca Pakistan ve Afganistan’ın da içinde bulunduğu bölgelerden MS. 1050 civarında İran ve Anadolu üzerinden dünyaya yayılmış Hint-Avrupa kökenli halkın adıdır.” diye bir tarif geçiyor kaynaklarda…
Avrupa’ya Geliş
Çingenelerin Avrupa’ya gelişleri 15. Yüzyıl’ı buluyor kayıtlara göre… İspanya’ya ise 1425 ile 1499 yılları arasında gelirler. Fakat geldikleri günden itibaren dilenci, hırsız, berduş, içkici olarak görüldüklerinden horlanmaya ve dışlanmaya maruz kalırlar. Ve yıllar yılı yoğun bir takip altına alınırlar… Katolik İsabelle ve Ferdinand’ın krallığı zamanında, 1499 yılında Çingenelere yönelik devlet terörü zirveye çıkar. İşkence, idam, öldürme ve yıldırma politikalarıyla, Çingeneler üzerinde adeta bir korku heyulası estirilir. Ve 1611 tarihinde Çingeneleri İspanya’da sınır dışı etme kararı alınır. Buna gerekçe olarak da ispiyoncu ve haince davranışlarda bulunmaları, serserice yaşamaları, fuhuş ve ahlaksızlık yapmaları, sık sık çocuk kaçırma ve hırsızlık olaylarına karışmaları, dinsiz, kitapsız olmaları gösterilir. Çingenelere uygulanan bu zulüm ve baskılardan İspanya'da bulunan Yahudi ve Müslüman kökenli azınlıklar da etkilenir. Endülüs’ün çöküşüyle, her alanda kendini gösteren İspanyol hegemonyası sınır tanımaz. Ferdinand’ın emriyle yüz binlerce Çingene, Yahudi ve Müslüman, asimile olamadıkları bahanesiyle çeşitli baskılardan geçirilir, işkence görür, öldürülür, sınır dışı edilir…
Fakat bütün tehcir ve sürgünlerde soykırım hedeflense de geriye ille birileri kalır, kalmalıdır da… İspanya’da kalan Çingeneler de uzun yıllar yaşam mücadelesi verirler. Korkunç işkencelere ve zulme hedef olurlar. Kısmen de olsa asimilasyona uğrarlar. Ta ki 1700’lü yılların sonlarına doğru Çingenelere bazı haklar tanınır. İspanya’da toprak almalarına, dernek kurmalarına, iş sahaları oluşturulmasına fırsat verilir. Fakat bu bahar rüzgârları uzun sürmez. İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasında Çingeneler için tekrar zor yıllar baş gösterir. Faşist yönetimler tarafından yine etnik ayrımcılığa tabi tutulurlar. Hem İspanya’da hem diğer Avrupa ülkelerinde soykırıma uğratılırlar.
İkinci Dünya Savaşında Faşist Almanya’nın yaptığı Yahudi mezalimi o günden bu yana her dönem ısrarla anılsa ve tartışılsa da Almanların aynı zamanda Çingenelere yaptığı zulüm tarih kaynaklarında yeterince yer almaz. Çingenelerin insandan sayılmaması ve tarih boyunca dünya halkları üzerinde oluşturdukları olumsuzluklar buna sebep gösterilebilir. Fakat tarih kimsenin tekelinde olmadığı gibi, herkesin keyfiyetine göre yorumlanmayı da hak etmez. Hele ki söz konusu olan yüz binlerce insanın hunharca katledilmesiyse…
Nazi Almanya’sında, üstün ırk paranoyasıyla Çingeneleri “Yok edilmesi gereken aşağılık ırklar!” olarak gören Almanlar, Çingeneler üzerinde başlattıkları baskı politikalarını soykırıma vardıracak kadar ilerletirler.
Asimilasyon zulmü
Çingenelerin kendine özgü hayatı, Yüzyıllar boyunca Kuzey Hindistan’dan Avrupa’ya olan durdurulamayan göçleri hem Almanların hem diğer Avrupa halklarının nefretine hedef olur. Saf kan Alman olmak ve Alman kalmak ülküsünde olan Naziler, ırklarının Çingenelerle birleşerek bozulacağı paranoyasıyla 1937’den itibaren Çingeneleri İflah olmayan suçlular olarak yaftalar ve toplama kamplarına sevk eder… Bu kamplarda zulüm, baskı, işkence gören 34.000 Çingene’nin katledildiği belgelerle kanıtlanmıştır. O dönem Rusya, Ukrayna, Kırım, Yugoslavya gibi ülkelerdeki öldürülen Çingenelerle birlikte bu katliamın 500 binlere kadar çıktığı resmi tarih kaynaklarında yer almıştır.
Alman arşiv belgelerinde de Çingenelere yönelik zulümlerle ilgili detaylı bilgilere yer veriliyor. Bunlara göre ağır işlerde çalıştırılan binlerce Çingene’nin, Dachau Kampı’nda fırınlarda yakıldığı ortaya çıkıyor. Yine arşiv belgelerine göre Almanların nüfuz sahası içinde bulunan ve "3. Bölge" olarak bilinen toplama kampında en az 500 bin Çingene’nin yakılarak imha edildiği belirtiliyor. Ölümleri bile tarihi vesikalarda uluorta rakamlarla belirtilen Çingenelerin dünya üzerindeki insaniyet arayışları ise hâlâ sürmekte…
Bu kısa tarihçeden sonra Flâmenko gösterisi adı altında yapılan halk oyununun, neden böyle isyan yüklü şarkılara ve sert ayak vuruşlarına sebep olduğunu anlamak kolaylaşıyor. Hemen her yerde halk oyunları bölge bölge bile farklılık gösterir ve genellikle o bölgenin fiziki, coğrafi, gelenek görenek ve karakteristik özelliklerinden yola çıkarak ritim tutar. Mesela Karadeniz yöresinin Horon’u ile Elaziz’in Çayda Çıra’sı hiç birbirine benzemez. Birinde Karadeniz’in hırçın dalgalarının asabiyeti, diğerinde ise Hazar Gölü’nün sakinliği…
Flamenko’nun tarihine baktığımızda ise… ilk bakışta İspanyolları temsil eden bir müzik ve dans türü gibi görünse de basit bir folk türü olmanın ötesinde kompleks ve yoğun kültürel geleneğe sahip halk gösterisi olduğu kabul görür. Berberi Arap Müslümanlar, Yahudiler ve Çingenelerce ortaya çıkarıldığı görüşü ağır basmaktadır.
Çingenelerin raks ve müziklerinin ülkeden ülkeye farklılık gösterdiği kesin. Bu sıcak Flâmenko gecesinde, sahnedeki gösteriyi seyrederken bizim Sulukule Romanlarının yaptıkları raks şekli geliyor gözümün önüne. İkisini kıyaslayınca tabii uzaktan yakından bir benzerlik kuramıyorum. İspanya ve Türkiye Çingenelerinin en belirgin ortak yönü; müziğe ve dansa düşkünlükleri ve yetenekleri olabilir, bu alanda aktif olmaları ve geçim kaynağı haline getirebilmeleri de eklenebilir sanırım.
Gelibolu Semineri
Çingenelerle ilgili Türkiye’deki genel değer yargıları yıllar içinde gelişme gösterse de eğitim, toplumsallaşma ve insan hakları alanında hâlâ önemli eksiklikleri içinde barındırdığını söyleyebiliriz. Bundan iki yıl kadar önce Gelibolu’da, Müslüman Romanların faaliyet gösterdiği bir dernekten seminer daveti almış ve icabet etmiştim. Benim için sıra dışı bir etkinlikti. Giderken nasıl bir çevreyle karşılaşacağımı bilmediğim için de biraz tedirgin ve gergindim.
Meğer her şey Gelibolu’ya varana kadarmış. Beni terminalde bekleyen baba- kızın güler yüzü ve samimiyetini hatırladığımda bugün bile içimin ısındığını söyleyebilirim. Hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın, kimliklerinden ve tarihlerinden dolayı hep bir azınlık, ezilmişlik psikozu içine itilen bu kardeşlerim, İslam’ın her insana bahşettiği o asil ve güzel duruşlarıyla beni mesrur ettiler. O akşam mütevazı derneklerinde uzun bir sohbet yaptık. Birbirimizi anlamaya tanımaya çalıştık. Sohbetimizin sonunda ise insanları kardeş ve değerli kılan şeyin vicdanları ve inançları olduğu konusunda bir kez daha hemfikirdik.
Velhasılı kelam, dünyanın neresinde olursa, kim olursa olsun, bizim insanlara önyargılarla değil, iyi niyetle yaklaşmaya ihtiyacımız var. Hak ve adalet terazisi; insanları ırklarıyla, soylarıyla, meşrepleriyle, statüleriyle değil de insaniyetleri ve vicdanlarıyla değerlendirdiğimiz zaman işlevselliğini koruyor.
Flâmenko gecesinden çıkıp otele yürürken, seyrettiğim rakstan çok Trakyalı Müslüman bir çingenenin söyledikleri takılıyor aklıma… Dünyadaki asıl terör kaynağı kocaman devletlere, o anlı şanlı eli kanlı liderlere nasıl da yakışmış söyledikleri…
“Ezilmişiz çünkü örgütlü topluluk değiliz biz. Sanki dünyanın bütün namussuzluklarını biz yapıyormuşuz gibi muamele görmüşüz. Bizim de bir dil yapımız var. Doğamıza uygun yaşama biçimimiz var. Ama her şeyden önce insanız. İnsan olduğumuzu kabul ettirmek için, Çingeneliğimizi inkâra kalkmışız. Maddi gücümüz yok, eğitimimiz yok, kültürümüzü değerlendiremiyoruz. Bir can derdi, bir boğaz derdine düşmüşüz. Öyle de gidiyoruz." (Murat Kurt Haksöz Haber)
Kaynak: Kültür Ajanda Dergisi / Haziran Sayısı