Aslında Kılıçdaroğlu'nun kurultay yapmak gibi bir niyeti yoktu. Baykal ve Sav tasfiye olmuş, onların ekipleri olarak anılan parti yöneticileri güçlerini yitirmişti.
Seçime giden süreçte bu kişilerin yeni lidere kapılanma noktasına gelmeleri son derece muhtemeldi. Eski liderlik bunu engellemek üzere son bir direnç gösterdi ve kurultaya gidildi. Yargıtay Başsavcısı'nın malum desteği bu gelişmeyi engelleyebilirdi ama 'proje'nin sahipleri akıllıca bir değerlendirme yaptılar: Kurultaya gidilmediği takdirde yaklaşan seçimlerin tüm yükü Kılıçdaroğlu'nun sırtında olacaktı. Bunun anlamı, bir yandan seçim sürecinde parti içinden bazı 'sabotajların' yaşanma ihtimali, diğer yandan da muhtemel bir seçim yenilgisinde Kılıçdaroğlu'nun koltuğu bırakma zorunluluğuydu. Oysa 'proje'de hesaplar ve yatırımlar Kılıçdaroğlu üzerine yapılmıştı ve onu kaybetme riski uzun vadede siyaset dışı kalmayı ima edebilirdi.
Bu süreçte Baykal ve Sav kendilerinden beklenmeyeceği kadar kısa görüşlü davrandılar. Ama belki onlar da haklılar, çünkü siyasette kalmak açısından bundan sonra bir şansları olmadığını düşünmüş olabilirler. Ne var ki bugün CHP dünyasında her şey Kılıçdaroğlu'ndan yana, çünkü onun dışında yarına, geleceğe ilişkin herhangi bir 'umut' ışığı taşıyabilecek kimse yok. Öte yandan kurultay konuşmasının bir kez daha ispatladığı üzere, Kılıçdaroğlu'nda söz konusu umudu dolduran bir fikirsel veya ideolojik içerik bulunmuyor. Ama bu önemsiz bir nokta... Çünkü CHP'lileri bir arada tutan şey fikir veya pozisyon değil, laik kesimin yenilgi psikolojisinden ve dindar alerjisinden beslenen bir iktidara tutunma hevesi. Bu açıdan bakıldığında CHP'yi değiştirmeden 'yeni' gösterme projesinin işlevsel bir siyasi hamle olduğu açık. Hatta Kılıçdaroğlu'nun ülke meselelerini teğet geçen konuşmasının özellikle böyle hazırlanmış olduğunu varsaymamız için güçlü bir neden de var: Eğer amaç seçimde yüzde 35'i zorlamaksa, bu partinin ne kadar değişmiş görünse de 'aslında' değişmediğinin seçmene gösterilmesi gerekiyor. Aksi halde katı Kemalist yüzde 20'yi, yumuşak Kemalizm'in yüzde 10'u ile harmanlamak ve bu muğlaklığı AKP karşıtlığı üzerinden bir çekim merkezi kılmak mümkün olmaz.
Dolayısıyla bu kurultayın en önemli mesajı bu 'değişmezlik' imajının konsolide edilmesi olmalıydı ve nitekim öyle de oldu. Kurultayda Kürt meselesine, Alevilerin taleplerine dair tutarlı bir şeyler duyma hayali içinde olan 'objektif' gözlemciler yanıldılar. Bu etapta önemli olan, getirisi belirsiz ama riski apaçık söylemlerden uzak durmaktı. Ancak Kılıçdaroğlu sadece siyasi söylem tercihiyle katı Kemalizm'in çerçevesi içinde kaldığı mesajını vermedi. Aynı zamanda Ergenekon dünyası ile arasındaki ilişkiyi de tanımladı. CHP'nin genleriyle oynanmamış parti olduğunu söyleyerek görünüşte her türlü dış müdahaleyi reddederken, "düşünenler nerede siz biliyorsunuz" gibi cümlelerle perde arkası destekçilerine selamlar gönderdi. Anlaşılan ulusalcılara vermek istediği mesaj şuydu: 'Fikirsel olarak bir ayrılığımız yok, bana verilen desteğe de müteşekkirim, ama artık bu partinin lideriyim ve kendi özerk pazarlık alanım var...'
Kurultay konuşmasının ikinci önemli mesajı ise, CHP'nin siyasi dilinin neredeyse mizahi bir popülizme doğru gideceğini haber vermekteydi. "Türkiye'nin binlerce sorunu varsa, CHP'nin de binlerce çözümü vardır" türünden banal cümlelerin yanında, Kılıçdaroğlu dilinin dibe çöktüğü "Benim adım Kemal Kılıçdaroğlu. Parayı bulacağım diyorsam parayı bulurum" diyerek utanç verici bir popülizm örneği de sergiledi. Boş konuşmasını süslediği "Türkiye adım adım faşizme gidiyor" veya "Biz üçüncü yoluz" türünden cümleler ise düpedüz gülünçtü...
Serinkanlı gözlemciler kurultayın yeni hiçbir şey içermediğini söylediler. Muhtemelen aynı gözlemi seçim sonrasında da yapacaklar... Çünkü 'yeni' CHP, var olan vesayetçi rejimin biraz yumuşatılarak topluma yedirilmesi projesinden başka bir şey değil. Söyleyecek hiçbir şeyi olmayan, AKP'nin yanlışlarından medet uman, stratejisini hükümetin tuzağa düşürülmesi ve toplumla karşı karşıya getirilmesinde arayan ve bunu gerçekleştirmek üzere de medya desteğine ve manipülasyonlarına bel bağlayan bir proje...
Bu açıdan bakıldığında çok uygun bir parti meclisi oluşturulduğunu teslim etmek gerekiyor. Popülizmle oportünizmin şu anki koşullarda en 'prezantabl' sentezi bu... Süheyl Batum ile Gürsel Tekin arasındaki gerilim ise partinin gerçek asabiyesini yansıtıyor. Çünkü onlar bu partinin ve modernist laiklerin geleceğini temsil ediyorlar ve bu kesimin nasıl bu denli hastalanabildiği sorusunu somut olarak tartışmaya vesile oluyorlar. e.mahcupyan@zaman.com.tr
ZAMAN