RÖP: İRFAN BOZAN / AL JAZEERA
Sosyoloji Profesörü olan Ergün Yıldırım Türkiye’de İslâmcılık, din sosyolojisi ve milliyetçilik konularında çok sayıda kitaba imza attı. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanlığı görevini yürüten Ergün Yıldırım ile Türkiye’de İslâmcılığın tarihi seyri ve AK Parti’nin bu tarihsellikteki konumunu konuştuk. Yeni Şafak Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapan Yıldırım, 2002’de iktidara gelen AK Parti’nin, 2011 ve 2012 yıllarında bir kırılma yaşadığı görüşünde. Yıldırım, kırılma döneminden sonra AK Parti’nin reformcu siyaset yerine kendisini tehdit eden güçlere karşı kendini savunma siyasetine döndüğünü söylüyor. Yıldırım’a göre bu durum konjonktürel ve geçici.
"Soğuk Savaş dönemi İslâmcılığı milliyetçilik ile ciddi bir temas içinde"
Uzun yıllardır İslâmcılık konularında çalışıyorsunuz. Türkiye’deki İslâmcılık anlayışlarını kabaca tasnif etmenizi istesem neler söylersiniz?
Türkiye’de İslâmcılığın farklı yorumları ile karşılaşmak mümkün. Bu hem tarihsel dönem ile alâkalı bir durum, hem de bu İslâmcılığı temsil eden aktörlerin, yazarların, pozisyon alan insanların kimlikleriyle, özellikleriyle ilgili bir durum. Türkiye’de bugün ile mukayese ederek üç dönemden bahsetmek mümkün. Yani İslâmcılığı kabaca üç döneme ayırabiliriz. Birincisi 19. yüzyıldaki kuruluş dönemi, ikincisi Soğuk Savaş dönemi ve üçüncü olarak bugünkü dönem. Kuruluş dönemindeki Mehmet Akif Ersoy, Filibeli Ahmet Hilmi, Sait Halim Paşa gibi İslâmcı şahısların metinlerine baktığımız zaman, istişareden, meşveretten yani bugünkü deyimle siyasi katılımdan yana olan bir tutumları var. O nedenle zaten istibdat eleştirisinde bulunuyorlar. Aynı zamanda bu dönemin İslâmcıları Batı’ya karşı tümüyle reddedici bir tutum içinde değiller. Batı ile daha eklektik tutumları var. "Batının bilimini alalım, ahlâkını, kültürünu almayalım" gibi bir yaklaşım içinde bulunuyorlar. Nitekim bugünlerde yeniden gündeme getirdiğimiz Mehmet Akif Ersoy “Asım’ın Nesli”nde Asım’ı Berlin’e göndererek orada eğitim almasını istiyor.
Soğuk Savaş dönemi İslâmcılığı neydi?
Soğuk Savaş döneminin İslâmcıları çok daha farklı tarihi şartlar içinde yaşıyorlardı ve İslâm’dan aldıkları ilhamı da farklı şekilde yorumladılar. Bu dönemin İslâmcıları daha ideolojik bir kimliğe sahip bulunuyorlar. Batı karşıtı bir tutum içinde ve daha milliyetçi bir tutumları var. İlk İslâmcılar milliyetçiliği, kavimcilik üzerinden eleştiriyorlar ve ciddi bir mesafe içinde bulunuyorlar. Mesela Sait Halim Paşa, "İslâm beldelerinde sınır olmaz" diyor. Ulus devletleşme sürecine, bazı devlet adamlarına gönderdiği mektuplarda ciddi anlamda eleştirerek bakan bir isim. Soğuk Savaş dönemi İslâmcılığı ise milliyetçilik ile ciddi bir temas içinde. Türkiye’de bir düşüncenin varoluşu ya da aydınlar hareketinin kendisini temsil etmesi ana ideoloji olan milliyetçilik ile kurduğu ilişkiye bağlı belli ölçülerde. Çünkü ondan yararlanarak kendi varlığını temsil edebiliyor. Sol entelektüeller için olduğu kadar İslâmcı entelektüeller için de bu durum söz konusu. Necip Fazıl Kısakürek’te çok açık bir biçimde bunu görüyoruz. Bu dönemin İslâmcılığı, Soğuk Savaş'ın, ideolojik tınıların çok yoğun olduğu şartlarda antiemperyalist bir söylemle bütünleşiyorlar. O nedenle çoğunlukla her şeye karşılar. Avrupa’ ya da karşılar, komünizme de karşılar, kapitalizme de karşılar. Yani bir "antilikler" tutumu söz konusu. Yahudilere de karşılar gayrimüslimlere de karşılar. Ermeni ve Rum karşıtı söylemler vardır bu dönemde. Bu aslında genel İslâmi anlayışla çok tutarlı bir tutumu yansıtmıyor. İslâm’ın peygamber dönemi uygulamalarına baktığımızda, Kur'an-ı Kerim’deki önermelerine baktığımızda bunlarla çok örtüşmüyor. Bu İslâmcılık, Soğuk Savaş döneminin milliyetçi havasıyla, Türkiye’nin antikomünizm çerçevesinde edindiği rol ile yakından ilişkili.
"AK Parti 2011-2012’ye kadar çoğul ve demokrat İslâmcılık dinamizminden faydalandı"
Son dönem İslâmcılık için neler söylersiniz?
Daha sonraki yani 1990’lardaki İslâmcılık dünyanın yeni koşulları içinde milliyetçilikten, antikomünizmden bağımsızlaşan, dünyada yükselen demokrasi, insan hakları, hukuk devleti kavramlarının dolaşıma girmesi, tartışılması, sivil toplum anlayışının ortaya çıkmasıyla beraber bunlarla konuşan, bunlarla müzakere eden bunlarla diyaloğa giren bir yaklaşımı geliştirdi. Bu İslâmcılık yaklaşımı, aslında demokrasi ile uzlaşan bir İslâmcılık yaklaşımıdır. Bunu 1995’lerden sonra daha yoğun bir biçimde görüyoruz. Çünkü İslâmcıların da artık demokrasiyle Türkiye’de kendilerini var etme imkanları doğmuştur. Mesela, Milli Görüş hareketi, yerel yönetimlere demokrasi aracılığıyla iktidara gelmiştir, siyaset yapmaya başlamıştır. TBMM’ye en büyük parti olarak demokrasi aracılığıyla yerleşti. Bu dönemden sonra gelişen serbest piyasa, İslâmcıların geldiği sosyolojiyi destekleyen bir dinamizm olarak yapılanması söz konusu. Yani burslarıyla, yurtlarıyla, okullarıyla İslâmcıları destekleyen sermaye, önemli ölçüde devletçi bir sermaye değil. Devletin içinden doğan bir sermaye değildir. Kendi çabasıyla Kayseri’de, Denizli’de, Kahramanmaraş’ta, Konya’da üreten, zenginleşen bu sermaye ile gelen bir şey. Yayın dünyası da bu sermaye ile beslendi. Dolayısıyla serbest piyasayla, özgürlüklerle, demokrasi ile uzlaşan ve bu çerçevede kendisini yapılandıran bir İslâmcılık anlayışı söz konusu.
Bu tanımladığınız İslâmcılık için olumsuz bir niteleme olarak "Neoliberal İslâmcılık" iddiasında bulunuluyor. Bu iddiaya katılıyor musunuz?
Neoliberalizm kavramı, mahkum edici bir kavram ve kavramsal tanımlama doğru değil. Çünkü neoliberal teori büyük ölçüde Marksist entelektüellerin geliştirdiği karşı liberal okumalardan geliyor. Türkiye’de Ankara Siyasal’ın eski kafalı sol hocalarının, Türkiye’de hep vurguladığı ve küreselleşmeye karşı geliştirdiği bir söylemdir. Bu görüşe göre küreselleşme, teknoloji ile gelişen tarihsel bir durum değil; emperyalizmin ürettiği bir takım ideolojiler var, onlarla bizi muhasara altına alıyorlar ve bizi işgal ediyorlar. Neoliberal teori etrafında geliştirilen kaba düşünceler bunlar. Bu Türkiye’nin gerçekleri ile bağdaşmıyor. Türkiye gerçekten serbest piyasa ile tanıştığında, demokrasi ile tanıştığında zenginleşti, reformlarını yaptı. Türkiye gayrimüslimlerle ilgili, Kürtlerle ilgili çatışmacı bir takım tutumlardan uzaklaşarak, diyaloğa dayalı onları anlamaya yönelik, onlarla beraber olmaya yönelik adımlar attı. O zenginliklerle çatışarak kapalı bir toplum olarak varlığını sürdürme çabasından -ki Soğuk Savaş döneminde bunu sürdürüyordu- vazgeçti. Tam tersine o dünya ile beraber olarak kendini temsil etme ve daha ileriye doğru götürme siyasetini benimsedi. Bu siyaset de Türkiye’de İslâmcıların etkin olduğu bir döneme tekabül etti.
Bu İslâmcılığa bir ad vermek gerekirse ne dersiniz?
Ben buna "Çoğul İslâmcılık" diyorum. Çoğul İslâmcılık içinde gelişen demokrat İslâmcılık diyebilirim. Demokrasi ile uzlaşan, özgürlükleri önemseyen ve kolektif aidiyetler yanında bireysel aidiyetleri öne çıkaran bir İslâmcılık anlayışı için “Demokrat İslâmcılık” adını kullanmak isterim doğrusu.
Bu bahsettiğiniz “Demokrat ve Çoğul İslâmcılığın” siyasi anlamda sürdürücüsü var mı?
AK Parti, 2002 ile 2011-2012 yılları arasında bu bahsettiğimiz akımın dinamizminden yararlandı. Çoğul İslâm’ın dinamizminden yararlanarak Türkiye’de bir takım reformlar gerçekleştirme imkânına sahip oldu. Demokratik açılım, dini özgürlüklerin gerçekleşmesi, gayrimüslimlerin vakıf mallarının iade edilmesi, Kürtçenin yazılması, okunması, TV’lerinin kurulması, Türkiye’nin kişi başına düşen gelirinin 2 bin dolardan 10 bin dolara yükselmesinde İslâmcı entelektüellerin ve kadroların büyük bir katkısı var. Bu başarıları tamamen bunlara bağlamak doğru olmayabilir ama AK Parti içinde önemli rollere sahip olan ve önemli destekler sunan İslâmcıların katkısı azımsanamaz.
"AK Parti savunmaya geçti"
2011-2012’den sonra ne oldu?
Bu tarihlerde ciddi bir kırılma yaşandı. Bu siyasi hareket ve bu siyasi hareketle beraber olan İslâmcılar, hem Ortadoğu’da hem Türkiye’de yeni durumlarla karşılaştılar. Arap Baharı sürecini yaşadık ve bu Arap Baharı İslâmcılar ve AK Parti tarafından Ortadoğu’nun demokratikleşmesi olarak algılandı ve destekte bulunuldu. Ancak bu süreç ve bu destek çok olumsuz durumlarla sonuçlandı. Bu hareketin ittifakları olan Avrupa Birliği, ABD, Uluslararası düzen bu süreçte AK Parti’yi yalnız bıraktı. Arap Baharı ile birlikte yükselen demokrasi taleplerinin yanında durmadılar. Dolayısıyla AK Parti burada daha muhalif ve daha yalnız bir konumla karşı karşıya kaldı. Bunların iç siyasete de yansıması da Gezi Olaylarının birkaç gün sonra başka bir şeye dönüşmesidir. Yine Arap Baharı’nda onu yalnız bırakan ve onu çeşitli şekillerde suçlamaya yönelen çevrelerle bütünleşen AK Parti, karşıtı politika büyük bir kırılmaya yol açtı. Güvenlik öne çıktı, yani Türkiye’yi değiştirmek, demokratikleştirmek, reformize etmek, zenginleştirmek, özgürleştirmek, Ortadoğu’da parlayan bir yıldız haline getirmek umudu, söylemi, mücadelesi, tahayyülü yerini git gide çatışmaya, güvenliğe, kendini savunmaya, kendi yerini koruma ve kollamaya bıraktı. 2002’den beri gelen reformcu kimlik burada durdu. Ciddi anlamda durdu, reformcu kimliğin yerine, kendi yerini koruma, kollama ve tehdit eden güçlere karşı kendini savunma ve pozisyonunu kaybetmeme siyasetine dönüştü.
2015 seçimlerinde alınan yüzde 49,5’luk oy bu endişeleri gidermemiş midir? AK Parti liderleri hâlâ “iktidardan uzaklaştırılma” endişesi taşınıyor mu sizce?
Şahsen taşıdığını düşünüyorum. Demokraside seçimler siyasi varlığın bir boyutu. Siyasi varlık sadece alınan oylarla sürdürülen bir şey değil. Bir takım ittifaklar gerekiyor. Siyasi partilerin sizinle kurduğu ilişki biçimi dahi önemli. İktidarınız konusunda endişelerden uzak olmanız, iktidarınızın güçlü olması, faaliyetlerinizde etkin olmanızla mümkün. Daha önce de AK Parti yüksek oranda oy alıyordu ama bahsettiğimiz ittifaklar vardı. Onlarla kendini güçlü hissediyordu. Mesela Avrupa Birliği desteği. Bugün AK Parti bu desteklere sahip değil. O nedenle yeni ittifak olarak milliyetçilerle, MHP ile Ulusalcılar gibi kanatlarla teşrik-i mesai arayışı içine giriyor. Bir siyasi hareketin, ittifaklar olmadan, yüzde 60 oy dahi alsa varlığını sürdürebilmesi, Türkiye gibi bir ülkenin şartlarını düşündüğünüzde çok zor bir mesele.
AK Parti bu bahsettiğiniz daha milliyetçi, devletçi, ulusalcı kesimlerle mi ittifak kurdu?
Ulusalcıların ve milliyetçilerin söylemlerinde merkez olan konular neler diye baktığımız zaman güvenlik meselesi ve dış düşmanlar vardır. Siyasal rekabeti vatanseverler ve vatan hainleri diye mobilize etme vardır. Kapalı toplum tahayyülü vardır. Avrupa’ya, Batı’ya emperyalistler diye bakma vardır. Küreselleşme, beraber işbirliği yapabileceğin, kendini geliştirebileceğin, bir şeyler paylaşacağın, bir takım katkılar yapacağın, katkılar alabileceğin bir şey olarak değil, kendisine karşı hep mücadele edeceğin bir güç, korku ve emperyalist alan olarak algılanır. AK Parti’nin son zamanlardaki söylemlerinde, onları destekleyen aydın, ve siyasetçiler de bu söylemlerin etkili olduğunu görüyoruz maalesef. Bunu ben pratik siyasi gidişatla ilgili olarak görüyorum. AK Parti’nin bunları çok benimsediğini düşünmüyorum. Daha çok tehditleri savmak, kendi konumunu sürdürmek, ayakta durmak için ittifaklara ihtiyacı var. Bunun pratiği olarak da karşısına MHP’den insanlar çıkıyor, milliyetçi kesimden insanlar çıkıyor. Onlarla aynı hizadaymış gibi bir görüntü çıkıyor. Ben o kesimlerle aynı iddialarda olduklarını düşünmüyorum.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın son dönem söylemlerinden yola çıkarak yapılan bir İslâmcılık tarifi de “Yerli ve Milli İslâmcılık”. Hatta Neoliberal İslâmcılık adlı kitabı yazan Ercan Yıldırım, Yerli ve Milliİslâmcılığın mimarı olarak Erdoğan’ı gösteriyor. Bu tanımlamaya katılır mısınız?
Bu çok retorik bir okuma, çok konjonktürel bir okuma. Recep Tayyip Erdoğan bir entelektüel değil. Erdoğan bir düşünceyi üretmez, siyasi liderdir. Siyasi lider pratiklere, konjonktürlere, pragmalara dikkat eder. Ona göre oyun kurar, hareket eder. Bu siyasi lider üzerinden okuma yaparak düşünceye meşruiyet kazandırma çabasıdır. Millilik vurgusunun öne çıkması tamamen konjonktür ile ilgili olan bir şey. Çünkü İslâmcılık dinamizmleri nedeniyle evrensel olan bir görüşe sahip. Millici olanın temelinde zaten milliyetçilik var. Liberal teoriyi savunan liberalizm var. Dolayısıyla İslâmcılık, liberallikle ilişki kursa da liberal bir siyasi teori değildir. Milliyetçilik ile irtibat kursa bile tamamen milliyetçi bir tutuma sahip değil. Mesela Necip Fazıl bütün o durumlarına rağmen milliyetçiliği resmi ideoloji olarak benimsemiş olan Kemalist rejime karşı ciddi anlamda meydan okuyan bir şahsiyettir. Millilik düşüncesiyle sadece Anadolu, sadece Türkiye diye İslâm’ı bunun içinde yorumlamaya yönelirse İslâmcıların ne Ortadoğu iddiası kalabilir ne de Kürtleri üst millet kimliği içinde tutma şansı olabilir.
Erdoğan’ın devletçi ve milliyetçi söylemlerinin pragmatik ve konjoktürel olduğunu görüşünde misiniz?
Evet pragmatik ve konjonktürel bir durum diye düşünüyorum. Bunun uzun vadeli olarak tutması mümkün değil. Bu dünyanın gerçekliği ile bağdaşmaz. Konjonktürel olarak AK Parti daha kendi varlığını koruma kollama üzerine bir siyasete yöneldi. Müjdeleyici, üretici, reforme edici siyasetten tahayyül olarak vazgeçmedi ama pratik olarak onu şu an bir kenarda bıraktı. Özü itibariyle AK Parti’nin çoğul ve demokrat İslâmcılık dinamizmlerine sahip olduğunu düşünüyorum.
"Şu an Türkiye’nin siyasal sosyolojisi normal bir sosyoloji değil"
13 yıllık iktidar deneyimi, AK Parti’nin “Çoğul ve Demokrat İslâmcılık” anlayışını yaralamış olamaz mı?
Gidişat açısından baktığımızda güvenlikçi pratikler nedeniyle hakikaten bir yaralanma durumu var. İslâm’ı daha özgür, daha birey haklarına saygılı, daha çoğul kimliklere açık bir biçimde yorumlayan İslâmcılık anlayışı gayri millici, dış güçler, küreselci güçler gibi söylemlere getiriliyorsa burada ciddi bir yaralanma vardır açıkçası. Otoriter İslâmcılık anlayışı burada desteklenmeye çalışılıyor. Oysa İslâmcılık toplumda sivil dinamikleriyle önemlidir. Toplum içinde olmakla, milletle, ümmetle beraber olmakla gelişir. Burada İslâmcılık merkeze yerleştirilerek farklı söylemlere imkân verilmezse bunun sürdürebilirliği yok. Çünkü insanlar İslâm’ı bunlardan bağımsız olarak okumaya devam edecekler, siyasi anlamda İslâm’dan ilham almaya devam edecekler ve onu ümmet perspektifi içerisinde bütün İslâm dünyasını düşünerek yorumlamaya devam edecekler. Devletin, iktidarın karar almasıyla sosyolojinin ve tarihselliğin tamamen belirlenebileceğini düşünmek doğru değil.
Tersten bir okuma yaparsak toplumdaki var olan sosyoloji devletçi ve milliyetçi bir İslâm’ı talep ediyor olabilir mi?
Şu an Türkiye’nin siyasal sosyolojisi normal bir sosyoloji değil. Buradan çıkan sonuçlar üzerine değerlendirme yapmak sosyoloji açısından çok doğru sonuçlara da götürmez bizi. Çünkü savaş ortamı var, çatışma ortamı var, terör ortamı var. İki ana medya grubu var. Nefret edenler ve mutlaklaştıranlar var. Toplumun gelişmeleri ve olayları objektif bir biçimde anlama, değerlendirme imkânları çok sınırlı. Bundan çıkacak bir siyasal sosyolojiyi çok normal algılamamak gerekiyor.