Prof. Dr. Bobby Salman Sayyid’in Batılı Siyasi Düşünce ve Terminolojiye Yaklaşımı

Yasin Aktay, Güney Afrikalı Müslüman entelektüel Prof. Dr. Bobby Salman Sayyid’in düşünce ve arayışlarını mercek altına aldığı son iki yazısında, Sayyid’in batılı siyasi düşünce ve terminolojiye yönelik yaklaşımlarını analiz ediyor.

Yasin Aktay’ın konuyla alakalı Yeni Şafak’taki köşesinde yayınlanan son iki yazısını birleştirerek aşağıda ilginize sunuyoruz:

Hatırlamak Lazım / İsimler ve Gerçekliğimiz

Yasin Aktay / Yeni Şafak – 04.04.2020

İsimlendirme, basitçe bazı nesnelere nötr işaretler, kodlar verme işlemi değil, bir dünyayı inşa etmenin başlangıcıdır. Bu itibarla isimlendirmeler hiçbir zaman nötr olmazlar. Olamazlar. Haddi zatında dil de en yalın haliyle bile tarafsız değildir. Dilin en temel düzeyinde var olan kavram çiftleri hiyerarşik bir düzeneğe tabi olurken karşılığını gerçeklik aleminde de inşa eder. O yüzden Almanca, İngilizce, Fransızca veya Arapça, Kürtçe konuşanlarla Türkçe konuşanlar için dünya ve gerçeklik algısı aynı olmuyor. Kültür farklılıkları denilip geçiştirilecek türden bir fark değil elbet. Kültürün çok temel bir bileşeni olmakla birlikte dil bizatihi varlığın meskenidir ve her mesken içinde sakinine her konuda aynı konforu vermiyor.

Salman Sayyid’in “Hilafeti Hatırlamak” isimli kitabında bize hatırlattığı bu temel gerçeklikten hareket ederek Hilafet-sonrası İslamsızlaştırılmaya çalışılan dünyada büyük operasyonun önemli bir kısmı da Müslümanların kendi dillerine yabancılaştırılması oluşturur. Kendi yaşadıkları mağlubiyetin bile tarihini ve isimlendirmesini kendileri yapamadı Müslümanlar.

Siyasi bedenlerine kast edilerek tarihe gömülmeye çalışılan Müslümanlar bu cenazelerine bir dua bile okuyamadılar, çünkü bu süreci galipler kendilerine istedikleri gibi, istedikleri dilde okuttular. Kendi isimlendirmeleriyle okuttukları tarihte Arapları Türklere hain, Türkleri Araplara sömürgeci olarak gösterdiler.

Geçmiş bu değildi elbet. Ama bir kez Batı-merkezli bir tarih anlayışı içinde Müslümanlar bütün renkleriyle birlikte tarihsizleşmiş oluyorlardı.

Sayyid tam bu noktada “insanlar bir geçmişleri olmadığı için değil, geleceğe kendilerini hikaye edemedikleri için tarihsizleşirler” der. İyi de kendini geleceğe kim hikaye edecek? Bunun için dahi bir siyasal özne lazım. Sayyid’in adını koymaya çalıştığı, teorisini kurmaya çalıştığı tam da bu öznedir: Müslüman.

Batının sadece kendi yaşadıklarına tarih demesi, başka halkların yaşadıklarını ise önemsiz, birbirini tekrarlayan olaylar olarak nitelemesi aslında başka siyasal özneleri yok “sayması” değil, yok “etme” arzusunun bir sonucudur. Tarihsiz halklar ya isimsizdirler, yani gerçek bir halk değildirler, veya başkaları tarafından isimlendirilmişlerdir. Büyük mağlubiyetler yeterince güçlü ve derin bir ismi bile silebilir elbet. Asurlular M.Ö. 614’te Ninova’nın yıkılmasından sonra, yaşadıkları büyük mağlubiyetten sonra bellekten de düşmeye başladılar. Biyolojik olarak Asurlular var olmaya devam etse bile isimleri kalmayınca kendileri de yok oldular.

Esasen 1918 itibariyle yaşanan hadise nihai hedefi itibariyle İslam’ın ismini silmekten ibarettir. İslam’a karşı tarih boyunca yürütülmüş Haçlı Seferlerinin sonuncusu nihai hedefine varmak üzere çalışmış ve savaş ancak onlar açısından mutlak bir zafer hissi verdiği için sonlanmıştır. Hedeflenen, İslam’ın ismiyle ve isimlendirme fonksiyonuyla birlikte bertaraf edilmesiydi. Savaştan sonra İslam dünyasının her yanında devreye sokulan bütün politikalar bu amacı gerçekleştirmeye dönüktü. Aydınlanma vehmine kapılmış Batı hegemonyası için İslam sorunu büyük ölçüde çözüm yoluna girmişti.

Tam da bu açıdan İslam kelimesinin günümüzdeki tedavülü, Müslümanların dünyada öyle veya böyle gündemde olmaları yüzyıl önce mutlak zaferini ilan etmiş Batı hegemonyası açısından bir skandala dönüşmüştür. Sayyid bu skandalın mahiyetini Batı-merkezli dünya tasavvurunun diplerine kadar inerek göstermeye çalışıyor.

İslam, tüm farklı dokunmuş zenginliğiyle ümmeti oluşturan bir çok ipliği birbirine bağlayan bir ilmiktir. İslam ismi sadece Müslümanları bir araya getirmek ve birbirlerine bağlamakla kalmaz; onun anlamı aynı zamanda, geçmişte ve günümüzde Müslümanların kim olduğunu ve Müslümanların nasıl olması gerektiğini belirler.

Bu arada bu işin tabiatı itibariyle siyasal olan ifadesini üstlenen İslamcılığın da İslam’ın veya Müslüman isminin bir ikamesi olduğunu söylemek doğru olmadığı gibi İslamcılığın İslam’ın tahrif edilmesi olduğunu iddia etmek de sadece bu tarihi okumaya yabancı olmakla ilgili ve faydasız bir uğraştır.

İslamcılık daha ziyade herhangi bir toplumsal düzenin merkezine İslam’ı konumlandırmaya çalışan siyasi projeler öbeğidir. Özellikle Batı-merkezli bir dünyanın isimlendirmeleriyle oluşmuş düzene karşı onun merkeziliğini giderebilen tek ses, tek dildir. İslamcılar, başarılı ve göz alıcı bir şekilde çağdaş dünyaya bir Müslüman öznellik taşımışlardır. Dünyanın Batı ile Batı-dışı arasında bölünmesi açısından bakıldığında, Müslümanların İslam’ın ismini bu dünyaya taşımaları sömürge düzenini istikrarsızlaştırıcı bir etki yapmaktadır. Bu anlamıyla İslam, ismin müsemma olduğu tüm halleriyle, duruşlarıyla birlikte, kendi ismiyle tanımlanan gerçek bir alternatifi ilan etmiş oluyor.

Bir Müslüman öznelliğini inşa imkanlarını aradığı girişiminde Sayyid’in işe “İsimler” başlıklı bir bölümle başlaması bu açıdan çok anlamlı ve çok yerinde. İsimlerle başlıyor dünyadaki yer ve yurt tutuşumuz çünkü. Nihayetinde Yusuf Suresinde de buyurulduğu gibi, “insanların taptıkları (o putlar, gerçek varlığı olmadığı halde, sadece) kendi isimlendirdikleri (dolayısıyla kendine mevhum bir varlık kazandırdıkları) isimlerden ibarettir” (40).

Bu arada, Müslümanların bu dünyadaki yer-yurt tutuş mücadelelerinde biraz mesafe kat ettiklerinde yaptıklarını Kemalizminkine benzetenler olmuyor mu? Türkiye’de bu tarz bir akıl da İslamcılığa karşı ayrı bir kompleks konusu. Sayyid’in bunun için de bir çift sözü var:

“Batı-merkezli dünyanın İslam dünyasındaki operasyonlarının adı olarak Kemalizm ile benzer kavram, ağız ve uygulamaları kullandıkları için İslamcıların aynı olduğunu iddia etmek sadece bir ampirik abartma değil aynı zamanda yetersiz bir kavramsal kuramlaştırma problemidir.”

Bu yetersizlik işin özünü kaçırmakla, isimlerin ehemmiyetini anlayamamakla da çok yakın ilgili. Neden ve nasıl böyle oluyor, biraz daha düşünmek bile değil, sadece “hatırlamak” lazım.

*

İnsana Verilmiş En Tehlikeli Mülk Olarak Dil / ve Liberalizmin Restore Edemediği Babil Kulesi

Yasin Aktay / Yeni Şafak – 06.04.2020

Bir Müslüman öznelliğini inşa imkanlarının arandığı bir girişime “isimler” üzerinden başlamak çok anlamlı ve yerinde bir iştir. Dil varlığın evidir demişti Heidegger. Varlık dil ile açımlanır, dil yoluyla anlaşılır ve dilin dışında da bir gerçeklik yoktur. Ancak bu, dili uhdemizde bir araç olarak görebileceğimizi göstermiyor.

Dilin bu özelliği ona tam da Heidegger’in Hölderlin’in şiirinde dikkat çektiği mısra ile “insana verilmiş en tehlikeli mülk” olma vasfı da veriyor. Çünkü dil her ne kadar insana verilmiş bir şeyse de insanın müdahalesine, araçsallaştırmasına ve kullanımına kapalı değildir.

Verilmiş dilin ötesinde insanın da isimlendirme kabiliyeti vardır. Bu isimlendirmeler yoluyla dünyada kulu kendine kul edecek veya kendini kula kul edecek şekilde hiyerarşiler tesis eder. Dil aynı zamanda gerçekliğin bir tahrifi olarak işlemeye başlar, kalın bir ideolojik duvar örer insan varlığının-evinin etrafına. “İnsanların ağzından çıkan bir kelimenin büyüyerek inşa ettiği” (Kehf Suresi / 5) bir gerçeklik veya gerçeklik yanılsaması oluyor.

Dil, böylece insana verilmiş en tehlikeli mülk olarak, en tehlikeli haliyle işlevini yerine getirir. İnsanlar arasındaki haksız hiyerarşileri kendi ikili doğasına uygun olarak tesis eder, isimlendirir, tanımlar, kavramsallaştırır ve bütün bu süreçlerle içinde kimin üstün, kimin haklı, kimin veya neyin geçerli olduğunun hükmüyle dünyayı tesis eder. İnsana verilmiş en tehlikeli mülk olarak dil böylece Tanrı’nın ilk isimlendirmesinden uzaklaştıkça gerçeklik algılarını da otantik şeklinden uzaklaştırır, tahrif eder.

Müslümanların bu dünyadaki yer-yurt tutuş mücadelesi biraz da o otantik dili yakalayabilmelerine, dünyayı olduğu gibi gösterecek yalınlığı yakalayabilmelerine bağlı tabii. Bu, dilin tahrif ettiği dünyayı aslına döndürme, gerçeğin olduğu gibi görülebilmesini sağlayabilecek bir eleştirel temizlik ameliyesidir.

Bununla çok sık tekrarlanan “kendi dilimizi konuşmalıyız” türünden bir ifadenin ima ettiklerini kastetmiyorum. Bu cümlenin esas itibariyle çok kolay olmadığını, bazı bağlamlarda biraz sıkıntılı olduğunu takdir edersiniz. Nihayetinde dünyaya söyleyecek bir mesajı olanlar sadece kendilerinin söyleyip kendilerinin anlayacağı bir dil kullanmaz, bilhassa muhataplarının diliyle mesajlarını ifade etmenin bir yolunu bulurlar, bulmalıdırlar. Öbür türlüsü, pratikte de mümkün değildir. O yüzden her kavme o kavmin diliyle elçiler gönderilmiştir, hatta kendi içlerinden, onların dillerine, kültürlerine, esprilerine, dertlerine, tasalarına, sevinçlerine aşina.

Bu, bütün dertlerini dert olarak kabul edeceğin anlamına gelmiyor. İnsanların bazı dertleri onların dermanı değil, tam da cehennemi haline gelmiş olabilir. Bugünün insanının bir çok derdine bakın, bu dertler onları uyuşturan afyonlara, felakete sürükleyen tehlikeli alışkanlıklara dönüşmüş durumda. Ama bunu söyleyebilmek için bile onu iyi anlamak gerekiyor. O yüzden zaman zaman “kendi kavramlarımızla konuşmak” ifadesinin gereğinden fazla abartılı olduğunu söylemek durumundayız. Çünkü söyleyecek sözü olan, muhatabının dilini konuşmak durumundadır, muhatabının kendi dilini öğrenmesini bekleyerek, mesaj adına kaprislere girmenin bir anlamı veya faydası yok.

Bütün bu hassasiyetlerle, Müslüman öznelliğini kurmak, konuştuğumuz veya bize karşı konuşulan dile dair güçlü bir yapıbozumcu, eleştirel bakışaçıları gerektiriyor. Salman Sayyid’in Hilafeti Hatırlamak kitabı bu öznelliği inşa arayışında işe “isimler”den başlıyor ve liberalizm, sekülarizm, rölativizm, demokrasi, gelecekbilim, diaspora, hilafet, düzen, hermenötik ve etik başlıkları altında sorgulamalarını ve “Eleştirel Müslüman Çalışmaları” adını verdiği bir çözümlemeye girişiyor.

Mesala ilk başlık altında, liberalizmin bu dünyada Batı’nın son derece tikel ve mahdut bir felsefesine ve yaşam tarzına bilimsellik ve evrensellik gibi bir paye vererek bütün dünyaya empoze etme stratejilerine dair.

İnsanlar arasındaki bütün farklılıkları giderecek evrensel bir dil birliğini yakalama adına bir tür Babil Kulesi gibi inşa edilmiş Dünya Ticaret Merkezi kulelerinin temsil ettiği liberalizm aynı zamanda tarihin sonunu da ilan edivermişti. Bu kulelerde siyasete yer yoktur, çünkü herke ortak(laşmış) akıl karşısında, bilimsel hakikate ve tarihe ayak uydurmak durumunda kalmış, aynı dili konuşmaktadır. Oysa siyaset farklılaşmanın olduğu yerde olacaktır.

Bu evrensel idealler uğruna, arada Batının bütün emperyalist, kolonyalist geçmişini ve şimdisini unutarak yürütülen “diyalog” çalışmalarının neyi örtbas etmeye yaradığı bu bağlamda daha iyi anlaşılıyor. Sayyid, bu eleştirilerini İran eski Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’nin CNN’e verdiği, içinde Alexis de Tocqueville’yi Amerikan siyasetine karşı kullandığı bir mülakat üzerinden yapıyor. Bunun Müslümanlar için anlamı ve bu karşılaştırmalara pek memnun kalmayan Amerikalılar için anlamını ayrı ayrı ele alıyor. Çok değerli ve ilginç bir siyasal hermenötik çabayı ortaya koyuyor.

Babil kulelerinin yıkılması ve arkasından insanların dillerinin farklılaşmasıyla oluşan beşeri varlığımız aynı zamanda farklılaşmalarımızın da, dolayısıyla siyasetin de temeli. Bu farkları yok etmeye dönük bir arzu özellikle Batı tarihinde hiç gizlenemeyen bir arzu, ama bu aynı zamanda insan farklılıklarını yok etmeye dönük totaliter girişimlerin özünü de ele veriyor.

Batı’da İslam’a veya başka kültürlere karşı ister bilimsellik, ister büyük medeniyet, ister tarih (gheist), ister evrensellik adına yükseltilmeye çalışılan kırmızı kartlar liberalizmin özgürlük adı altında nasıl bir despotizmle malul olduğunu gösteriyor. Diğer yandan İslam’ın bu kırmızı kartlara karşı sergilediği başedilemeyen varlık, sadece orada burada karşılaşılan şiddet düzeyinde değil, felsefi düzeyde de Batı-merkeziliğini boşa çıkaran bir etki de yapmaktadır.

Tam bu yüzden “medeniyetler çatışması” söylemi, bu Batıcı söylemin çözülüşünün altüst edici etkileriyle baş etme çabasını temsil eder.

Biyografiler Haberleri

Muslih bildiklerimizden Şeyho Duman ve mirası
"Afiye Sıddıki'ye yönelik Amerikan zulmü sürüyor"
İşgal rejimi Gazze kuzeyinde 20 günde 770 kişiyi katletti
Türkiye Yazarlar Birliği Kurucu Başkanı Mehmet Doğan vefat etti
İşgalci İsrail’in kabusu Yahya Sinvar kimdir?