Panik havası oluşturmanın ne bir manası ne de bir faydası var. Ancak TL’nin giderek hızlanan değer kaybı üzerinden toplumun bütün katmanlarıyla gerildiği, ağır bir strese maruz kaldığı da gün gibi aşikâr. Bulgaristan ve Azerbaycan sınırından akın edip Leva ve Manat’la alış-veriş yapmanın keyfine varan, kafe ve lokantalarda yemek yiyip biraz da eğlendikten sonra sınır kapısından geçip ülkelerine geçen komşuların mutluluğunu kimse kıskanmıyor elbette. Ancak meselenin gelip dayandığı yer USD-Euro ve altın fiyatlarının karşısında ciddi oranda değer kaybeden TL’nin iktisadi bakımdan çok da güçlü olmayan diğer ülkelerin para birileri karşısında da benzer bir biçimde değer kaybı yaşadığı görülünce stresin kat sayısı geometrik olarak artıyor. Dolayısıyla “dış güçlerin operasyon çekiyor” söylemi artık acı bir tebessüme sebep oluyor, asabi bir refleksi toplumsal hayatta bir fay hattı gibi tetikliyor.
İnkâr, tevil veya özeleştiri seçeneği
AK Parti’nin uzun yıllar iktidarda kalabilmesi hem ekonomik-teknolojik kalkınmanın hem de temel hak ve özgürlüklerde ileri doğru güçlü hamleler yapabilmesinin sonucuydu öncelikle. Peki, refahın belirgin bir biçimde arttığı ve Türkiye şartlarında hiç olmadığı kadar tabana yayıldığı bu dönemin oluşturduğu güven telkin eden ekonomi-politik iklim neden son birkaç yılda önemli bir yıpranma, aşınma sürecine girdi? Bu yıpranmanın iç ve dış sebeplerini değerlendirme yolunda atılan bazı stratejik adımların eksik, aşırı veya bizzat yanlış olduğunu en azından sonuçlarına bakarak kabul etmek durumundayız. Evet, Amerika ve Avrupa Birliği’nden Körfez ülkelerine değin yıkıcı bir rekabetin yaşandığı, Suriye ve Mısır’dan Ukrayna ve Azerbaycan’a uzanan hemen bütün coğrafyalarda Türkiye’nin ağır riskler üstlendiği bir dönem mezkûr iklimin bozulmasında önemli bir pay sahibidir. Fakat Türkiye olarak yapısal manada ekonomi, bürokrasi, kültür hatta bizzat siyaset sahasında AK Parti’nin kendisiyle de çelişerek bazı aşırı söylem ve hedeflere abandığını inkâra kalkışmak çıkmaz sokakta inat etmek anlamına gelecektir.
Türkiye’yi üzerine sürekli operasyon yapılabilecek kadar basit ve köksüz bir ülke şeklinde lanse eden söylemler esasen kendi kendimize kurulan zihinsel tuzaklardan ibaretti. Üst akıl, dış güçler, Kraliçenin adamları, Soros’un uzantıları gibi siyasi-ideolojik işaretler bir nebze hakikate taalluk ediyorsa da onun çok daha fazlasıyla icra edilen yanlışları perdelemeye yarıyordu maalesef. Siyasetiyle toplumuyla, medyasıyla akademisiyle ülkenin bir ucundan diğerine bütün toplum katmanları yaşanan her gelişmeyi komplo teorileriyle izaha öylesine teşne bir hale geldi ki doğru bilgi, analitik perspektif hatta hakikat bile ihanetle eş anlamlı anılır oldu. Bu sürecin belki de en yıkıcı gelişmesi vesvesenin, paranoyanın, kaygı bozukluğunun normalmiş gibi kodlanmasında kendisini göstermesiydi. Bu kodlama biçimi “ihanet her yerde kol geziyor, kripto tipler hala iş başında” gibi ağır yaralı bir bilincin kökleşmesine vesile oluyordu. Oysa 15 Temmuz’da askeri darbe girişimi eşi benzeri az bulunur bir kitlesel bir cesaretle püskürtülmüş, FETÖ’nün en stratejik kadroları zelil bir biçimde derdest edilip ezilmişti. PKK’ya yönelik askeri-istihbari operasyonların ülke içinde bütün eylem yeteneğini felç ederek Irak ve Suriye’nin içlerine kadar uzanan bir mahiyet arz etmesi çok önemli bir kazanım olup güvenlik koridorunu hiç olmadığı kadar ileri boyutlara taşımıştı. İyi de bu gelişmelere rağmen siyaset ve toplum, medya ve akademi neden sürekli bir biçimde güvenlik endişesi, beka krizi söylemleriyle öne çıkıyor?
Hakikatle inatlaşmanın bedeli ağır oluyor
Şimdi taze bir gelişmeye atıf yaparak ilerlemeye çalışalım. Henüz koltuğunu ısıtmadan yeni Hazine ve Maliye Bakanı Nurettin Nebati birkaç hususta dikkat çekici bazı beyanatlar verdi. Uzun uzun üzerinde durmayalım ama iki nokta stratejik bir dönüşümün işareti olabilir ama yarın öbür gün tekzib edici adımlar atılmazsa tabii. İlk misal; “dışarıdan herhangi bir saldırı yok” cümlesinde kendisini gösterdi. İkinci misal ise “Bizim modelimiz asla Çin modeli, Güney Kore modeli filan değil” cümlesiyle öne çıkıyordu. Bakan Nebati “güven, sadece güven” eksikliğini tamamlamaya matuf vurgular yaparak süreci selamete erdirebilir mi, fazla zaman geçmeden, bunu hep beraber göreceğiz. Ancak “kesinlikle Merkez Bankası döviz alım-satım yoluyla piyasalara müdahale etmeyecek” şeklindeki açıklamaların üzerinden iki hafta geçmişken dört kez piyasalara müdahale edilmesi dahi sürecin hiç de kolay yönetilemeyeceğine delalet ediyor.
Değerli olan, ümit veren “dış güçler operasyon çekiyor” ve çözüm yolunda “Çin modeli” gibi söylemlere tevessül edip sarılınmayacağı yönündeki irade beyanıdır. Fakat milliyetçi-ulusalcı söylemlerin gece gündüz toplumun üzerine boca edildiği bir vasatta ne sapmanın tespiti ne de çıkış yolunun belirginleşmesi kolay olacaktır. Gündüz kuşağı programlarıyla toplum sistematik olarak fuhuş, aldatma, ensest ilişki, büyücülük, falcılık gibi her türlü sapkın söylem ve modelle zehirleniyorken muhafazakâr demokrat iktidar da sadece seyirci kalıyor. Diğer taraftan H. Nihal Atsız gibi açıkça Şamanizmi-ırkçılığı ve İslam düşmanlığını temsil eden faşist karakterlerin dahi güya edebiyatçı-yazar kimlikleriyle resmi kanallar üzerinden kamuoyuna makbul tipler gibi lanse edilirken Hükümet, toplumu hangi birlik-dirlik-dirilik mesajlarına ikna edecek acaba? Son olarak trenden indirilenlerin yerine ikame edilen siyasi paydaş ve kadroların bir sarmaşık gibi ana gövdeyi ve kökleri sararak nasıl da kurutmaya çalıştığını, acze düşürüp kendi habitatında dahi iğreti bir pozisyona ittiğini görecek ferasetli-basiretli adamlar kaldı mı acaba?
Güven, sadece güven isteyen siyaset kendiliğinden zayıflayan kaybolmayan o güveni yeniden tesis etmenin sadece söylemle mümkün olamayacağını ya hızla idrak edip gerekli adımları atacak ya da tarih en acı ve yıkıcı haliyle tekerrür edecek. Umarız ki tarih yanlışlar üzere tekerrür etmeye zorlanmaz.
Yeni Akit