Postmodern Dünyada Din ve Tanrı’nın İntikamı!

SİNAN ÖN

Postmodernizm en basit anlamıyla, modernizm sonrası olarak tanımlanan bir olgu. Olgunun, bu tanımı hak eden kendine has özellikleri var. Modern dönemin başat unsurları; aydınlanma, akılcılık, nesnelcilik, batı merkezli dünya algısı, gelenek karşıtlığı, gerçeklik ve düzen iddiası, merkezi ulus devlet yapısı ve laiklik. Oysa postmodernizm, bu özelliklere ciddi bir eleştiriyi merkeze alarak kendini konumlandırdı. Küreselleşme ile birlikte ulus devlet ideolojilerinin gerilemesi, tüketimin artışı ve buna uygun bir kültürel ortamın oluşturulması, insanlara vaad edilen adalet, eşitlik gibi büyük anlatıların teoride kalması, bunun yerine güçlü bir görecelilik duygusunun hakim olması; dönemin modern sonrası olarak tarif edilmesinin sebeplerinden.

Modernleşme teorileri genellikle ilerlemeci ve devrimci bir yaklaşımla çalıştılar. Buna göre; modernleşmeyle birlikte geleneğe özgü kabul edilen bütün kurumlar zamanla yok olacaktı. Bu yüzden geleneğe akıl dışı bir olgu olarak yaklaşıldı. Dinin, bidat ve hurafeleri aklın ve bilimin karşısında tükenecekti!

Mesela Marx dini; üretim ilişkilerindeki sömürüye dayalı çarpık bilinç olarak görüyor, mutlu sosyalist sona doğru yok olacağını iddia ediyordu. Weber; kapitalizmin doğuşunu Protestan mezhebiyle ilişkilendiriyor, ancak bir taraftan da paradoksal olarak Protestanlığın neredeyse teolojik bir yolla, dinin sonunu getireceğini, gündelik hayatı sekülerleştireceğini söylüyordu. Diğer yandan Durkheim; din konusundaki evrimci yaklaşımıyla, dinin geleceği hakkında öngörülerde bulunuyordu. İşlevselci bir anlayışla dinin belirli ölçüde yaşayacağını ifade etse de, yeni toplumsal kurumların dinin işlevlerini zamanla elinden alarak işlevsiz bırakacağı iddiasıyla dönemin pozitivist beklentisini tekrarlıyordu.

Kısaca din sosyolojisi üzerine yapılan çalışmalar, dinin işlevsel yönüne rağmen en sonunda çekip gideceğini iddia ediyorlardı. Bununla birlikte beklenti gerçekleşmemiş ve bu teorik yaklaşımlar ciddi rahatsızlıkları doğurmuştu. Din geri gitmediği gibi modern kurumlar içinde olmazsa olmaz bir hal almıştı. Çalışma ahlakı ve maddi kalkınma gibi olgular arasında kurulan ilişkiler, kapitalizmin meşrulaştırılması gibi gerekçeler dine bakışı da etkilemişti.

Artık din de modern ötesi bir dönemi yaşıyor! Peki postmodernleşmenin din üzerindeki etkisi nedir? Dinin çekilip gitmesi, özellikle Nietzsche’nin deyimi ile 'Tanrı'nın ölümü' ile ilgili modernist beklentiler ne durumda?

Denilebilir ki 20’li yıllardan 70'li yıllara kadar modernizim din telakkisi genelde dünyada özelde Türkiye'de oldukça etkin oldu. Tüm baskı unsurlarının hakimiyetini elinde tutan modern ulus devletler modernizmin teorik felsefelerini hayata geçirmek adına oldukça yoğun bir efor sarf ettiler. Bu dönemde yaşanan dinin toplumsal tezahürleri ve dinsel hareketlerdeki seyreklik bu izlenimi güçlendirecek veriler oldu. Özellikle sanayi toplumunun yarattığı aşırı hızlı değişim, kentleşmenin çok farklı grupları bir araya getirmesi, gündelik hayatta dinin örgütlenmesini bir hayli zorlaştırdı. Kente göç eden insanların ilk aşamada dinsel pratiklerini askıya aldıkları görüldü. Bu durum modernleşmenin baskın kültürü sekülerleşmeye uygundu. Bu esnada entelektüel çevrelerin sahiplendiği sekülerlik, toplumun tamamının kültürü olarak algılandı. Oysa din insanların hayatlarından geçici olarak ayrılmıştı.

Bununla beraber 70’lerden itibaren neredeyse bütün dünyada ve bütün dinlerde  'öze dönüş' hareketleri kültürel ve siyasal gündemi işgal etmeye başladı. İnsanların kutsalla olan ilişkisi, azalma değil tam tersine bir artma eğilimi göstermeye başladı. Sekülerleşme yerini gündelik hayatta dini pratiklerin kendini daha fazla hissettirdiği bir dinselleşmeye bırakıyordu.        Örn; uluslararası siyasette AB bir yandan sekülerist vurguları sloganlaştırırken, diğer yandan AB’nin bir Hristiyan birliği olduğunu saklamıyor! 2005 yılında hazırlanan AB Anayasasının başlangıç maddelerinden birinde AB’nin Hristiyan birliği olduğu ifade edilmek istenince buna itiraz eden ve ‘AB’nin laik bir birlik olması gerektiğini söyleyen’ Türkiye olmuştu! Kuşkusuz itiraz edilen, gündelik hayatın dinden arındırılmasını öngören bir sekülerlik değil, uluslararası oluşumların belli bir din açısından kurulmaması gerektiğini öngören bir ilke olarak laiklikti!

Dinin bu baskın konuma gelmesinde, ulusal siyasetlerinde dine merkezi bir rol veren, İsrail gibi teolojik devletlerin ortaya çıkması da etkili oldu denilebilir. Modernleşmenin en zirve zamanlarında, motivasyonunu ve kurucu felsefesini tamamen dinden alan Siyonizm, laiklik vurgusuna rağmen dinsel gerekçelerle kuruldu. İsrail’in bölgedeki varlığı ve etkinliği arttıkça dini referanslar da bütün dünyada daha fazla önem kazandı. Çünkü Siyonist faaliyetlere onay ya da red yönünde verilen tepkiler teolojik temelli bir dille ifade edilmek durumundaydı.

Velhasıl, modernleşmenin dinle ilgili kehanetleri fos çıktı! Sekülerleşme teorisyenleri artık din üzerine teoriler üretmenin peşindeler! Ünlü Fransız oryantalist Gilles Kepel bu durumu 'Tanrı'nın İntikamı' şeklinde, ironik bir yaklaşımla anlatıyor. 'Tanrı'nın ölümü’ ile nitelenmiş olan modernleşme çağına karşılık dinin bir türlü ölmeyişi, aksine yükselişini ifade ediyor. O dönemde geleceğin dünyasında Tanrı'ya bir yer görünmüyordu. Aslında sadece din değil bütün modern gelişmeler Tanrı'yı dikkate almayan bir hayat kurguluyordu. Din kitlelerin kalbinden sökülüp gitmese de, bu sürecin hızlanması için itilmesi ve öldürülmesi gerekiyordu. Tanrı’nın ölümü olarak ifade edilen şey aslında, Batı kültürünün dine karşı bir temennisi daha da ötesi açtığı bir savaştı! Bu yüzden hala aynı tezi savunanlar dinin yükselişini ‘hortlak' veya 'hayalet' olarak nitelemeleri tesadüf değil. Bu durum da bir suçluluk duygusunun ürünü oysa, iki yüzyıldır öldürülmeye çalışılan bir olgunun direnci karşısında duyulan suçluluk duygusu!

Bu arada dinle aynı kaderi paylaşan anlatıların da aynı şekilde canlandığını söylemek lazım. Milliyetçilikler, ırkçılıklar ve sair diğer yerel kimliklerde de dine benzer gelişmeler yaşanıyor. Kuşkusuz dinin bu tarihsel dönemdeki güçlenişi ile ulus-devlet işleyişi arasındaki ilişki de son derece belirleyici. Bazı ülke veya toplumlarda din ile ulus-devlet kimliği birebir örtüştüğü için ulus-devleti daha da pekiştirmiş olabilir. Ancak dinin uluslara sığmayan tabiatı gereği, din geliştikçe ulus-devletin esnemesi de doğal bir beklenti.

Bir başka açıdan küreselleşen dünyada azalan baskılar, dini kimliğin kendini daha rahat ifade etmesini sağladı. Ulus-devlet ideolojisinin baskısından bir nebze de olsa kurtulmanın verdiği rahatlıkla dini söylem ve kimlik hızlı bir gelişme kaydetti. Bu durum bir yandan ulus-devletin safçı-monist, merkeziyetçi yapısını aşındırırken, diğer yandan ulus-devletin dışında insanların kimlik ve mensubiyet duygularında başkalaşıma sebep oldu. Ulus-devlette görülmeyen birçok etnik ve dini kimlik, kendi yerel mensubiyetlerini daha fazla hissettirmeye başladı.

Bununla birlikte, postmodernizm ve küreselleşmenin dini inançlar ve dinin gündelik hayattaki tezahürleri üzerindeki etkisi salt olumlu bir olgu olarak karşımıza çıkmaz. Kuşkusuz dinin yükselişini anlamaya dönük bir okuma, bize olumlu bir izlenim verse de, dinin yükselişi kadar dinsel inançlardaki sulanmayı da beraberinde getiren son derece negatif sonuçlar da var! Dine savaş açan modernizmin arkasından, dini öteki ile iletişim unsuru kılan, üzerinden kapital değerlerini pazarlayan bir modern sonrası dönemle kar karşıyayız! Bu yüzden rahatlıkla dinin küreselleşmeyle birlikte daha travmatik bir sürece girdiğini söyleyebiliriz! Hak ile batılın aynılaştığı, dini söylemlerin  pazar metası olarak tüketim torbasına doldurulduğu bir vasatta yaşıyoruz. İnşallah bir sonraki çalışmamızı bu konuya ayıralım. Allah’a emanet olunuz..