Post-Modern Kemalizm Soslu Neo-Liberal Muhafazakârlık

SERDAR BÜLENT YILMAZ

Önceki yazıda sistemin çöküş yaşadığını ve devlet söyleminin giderek terk edildiğini yazmış, yerine neyin ikame edildiği ve yarın bizleri ne tür handikap ve zorlukların beklediği konusunun gündeme gelmediğinden bahisle yeni sürece hazır olup olmadığımızı sormuştuk.

Küresel sistemi ve etkilerini de hesaba katarak; sistemin geçirdiği evrimi ve yarınını değerlendirmenin, Müslümanların bir sorumluluğu olduğunun altını çizelim. Aksi halde, bütün keskin söylemlerimize rağmen; söylemeyi değil söyletilmeyi, yürümeyi değil yürütülmeyi, değiştirmeyi değil değiştirilmeyi kabul etmiş olacağımızı peşinen belirtelim.

Türkiye sistemi, içinde bulunduğu bu post-modern çağın ürettiği küresel neo-liberal akıldan çok hızlı ve oburca nasipleniyor. İçinde bulunduğumuz ve AK Parti iktidarıyla iyice yerleşmeye başlayan bu süreci tahlil etmek gerekiyor. Müslümanların liberal sistemle ve onu temsil eden muhafazakar demokratlıkla ilişkisi hangi düzlemde olacak? İslami hareketi nasıl bir siyasal, toplumsal ve iktisadi ortam bekliyor? Toplumdaki bireyselleşme ve sekülerleşmeyi hızlandıracak bu sistem Müslümanları nasıl etkileyecek? Müslümanları bekleyen yeni çatışma alanları nelerdir? Kuşkusuz bu ve benzeri soruları cevaplamamıza yardım edecek ve görüntüler dünyasını aşan sahici değerlendirmeler yapabilecek bir takım işaretlere sahibiz.

Öncelikle gerçekte yeni bir sürecin içinde olduğumuzun altını tekrar çizmeliyiz. Oligarşik Kemalist cuntacı sistem, Kemalizm’den çeşitli parçaları yeni sürece aktarmakla birlikte tarihe karışıyor. Kaldı ki, Türkiye uzun süredir post-Kemalizm denen süreci yaşıyor ve Kemalizm dayandığı modernleşme projesi karşısında dahi uzun zamandır tarih dışı kalmış bir yapı arz ediyor.

Zaten Kemalizm bu topraklar için bir ara form, bir parantezdi. O parantez artık klasik biçimi itibariyle kapanmıştır. Türkiye sistemi, donup gerisinde kaldığı batılılaşma hareketine yeniden başlıyor. AK Partinin de sahiplendiği “muasır medeniyetler seviyesine” ulaşıyor. Öyle görünüyor ki bu form içinde Kemalizm, iktidar üzerinde belirleyici olma ihtimali kalmadığından varlığını ancak post-modernleşerek koruyacak.

Böyleyken sistemi Kemalizm ve modernleşme üzerinden tanımlayan değerlendirmeler de tıpkı Kemalist sistem gibi tarih dışı değerlendirmeler olacaktır. Bu nedenle tezlerimizi,  toplumsal ve siyasaldan çekilmeye başlamış bir sistemi değil, onun yerini alan yeni sistemi dikkate alarak üretmeliyiz. Bu bağlamda, uzun süredir Post-Kemalist bir dönemde yaşadığımızı, bu nedenle Kemalist ideolojiye karşıt bir tavır geliştirmenin yanlış bir hedef olduğunu ve Müslümanların çok daha ciddi hedeflerinin olması gerektiğini söyleyen Abdurrahman Arslan’a katılmamak mümkün değil. (Yeni Şafak 07.11.2010)

Dünya post-modern bir çağı yaşıyor. Hakikati izafileştirip çoğullaştırarak anlamsızlaştıran, değerleri törpüleyen ve yozlaştıran; ilişki ağ ve araçlarını tamamen değiştiren bu çağın neo-liberal aklı uzun süredir bu toprakların her alanına nüfuz ediyor. AK Parti hükümetinin katalizörlüğünde hızlanan süreç, karşımıza yerel unsurların da bir şekilde yer aldığı, başta muhafazakârlık olmak üzere; Kemalizm, milliyetçilikler, Kürdi hareketler, sosyalizm ve İslamcılığın neo-liberal kapitalizme göre yeniden tanımlanarak toplumsallaştığı bir sistem çıkarıyor.

Karakteri gereği, hemen hemen her toplumsal kesim bu sistemin iktidar alanında kendine yer bulsa da hiç birinin rengi tabloya hâkim olma şansına sahip değil. Zira sistemin tek hâkimi, bu işin doğası gereği kurucu felsefedir. Bu kurucu felsefe, zikrettiğimiz post-modern çağın yeni liberal aklıdır. Ki bu modernizmden daha tahakkümcü, kuşatıcı ve yozlaştırıcı bir özelliğe sahip. Türkiye’de muhafazakarlık üzerinden iktidarlaşan liberalizmin tahakküm hırsı, iktidar koltuğuna yerleştikçe temayüz edecektir.

İktidarın ürettiği değer, toplumsal her durumu etkilemeye ve belirlemeye ayarlıdır. Kamusal alanda var olma ve orada cereyan eden ilişkiler ağına katılım aynı zamanda o değerleri benimseme kuralına bağlanmıştır. O halde bu yeni iktidar biçimi ile girilecek ilişkinin sonuçlarını hesap etmek gerekiyor. Ona karşı tavrımız ne olmalıdır: Kaçınma mı, katılma mı, çatışma mı?

Yeni cahili sistem, doğal olarak İslami hareketi de etkiliyor. Mesela post-modern anlayışa uygun yeni bir muhalefet biçimi gelişiyor. “İslami yönetim” söylemine karşı yöneltilen “Hangi İslam?” itirazı bunun en açık göstergelerinden biri. Aynı şekilde siyaset, muhalefet, dindarlık gibi kavramlar neo-liberal formda yeniden içeriklendirilmekte.

Bu noktada sisteme entegre olmayı, AK Partileşmek ya da Kemalistleşmenin ötesinde, daha derinlerde, bizi nesneleştiren dünyevileşmekte, liberalleşmekte, hakikatin yitirilmesinde, kavramlarımızı kaybetmekte ve hedefsizleşmekte aramak gerekiyor.

Bugüne kadar Müslümanlar içine doğdukları ülkenin etkisiz elemanı oldular. Hiçbir şekilde bir varoluş ortaya koyamadılar. Dışında tutuldukları bu düzenin nesnesi kılındılar. İçine girebildikleri alanlarda ise asimile oldular. Şimdi ise bu düzen herkese açık. Ancak sorun kimliklerin sistemin sözde nötr alanına taşınamayışı sorunudur. Liberalizmin, gönüllü katılıma dayanan ama katılmayanlara da varoluş hakkı tanımayan bu siyasal sisteminin nasıl aşılabileceği önümüzde duran temel sorunlardan birisidir.

Eski düzene nazaran yeni düzen elbette bizlere daha geniş hareket kabiliyeti, daha yeni araçlar ve imkanlar sunuyor. Siyasal sistem içinde yer alma fırsatı veriyor. Bu imkanları mücadelenin araçları kılmak gerekmekte. Bir yandan da neo-liberal sistemin anlam dünyamızı yozlaştırıcı etkisinden korunma yolları belirlenmelidir.

İslami hareketin yarınlarda var olabilmesi, yeni bir durumun yeni bir fıkhı gerektirdiği ilkesinden hareketle sistemi tahlil edip bu bağlamda hareket fıkhını yenilemesine bağlıdır.

Önceki yazıyı, tarihe maruz mu kalacağız yoksa onu inancımızın aydınlık söylemine maruz mu bırakacağız sorusuyla bitirmiştik. Peki, tarihi ve süreci inancımızın diri söylemine nasıl maruz bırakacağız?

Peşinen söyleyelim; bu ancak iktidarları ve toplumu maruz bırakmakla mümkün. Bunun için özgüven, özeleştiri ve kararlılık gerekiyor. “İnanıyorsanız üstünsünüz” düsturunun verdiği özgüvenle, nesne olmayı reddetmeli; hangi durumda olursak olalım özne olmanın nesnel koşullarını oluşturarak, sürecin ve tarihin sahici aktörü olmayı hedeflemeliyiz. Bu, nostaljik medeniyet söylemiyle, gelenekçi yaklaşımlarla veya mevcut düzenlere karşı üretilmiş kontra ideolojilerle değil; ancak vahyin imar ve ıslah anlayışına uygun, özgün, kurucu bir aklın inşasıyla olabilir.

Bu Makale Özgün Duruş Gazetesi 63.sayısında da yayınlanmıştır