28 Şubat, paralel günahların iç içe geçtiği kirli bir süreçtir. Şu günlerde “rövanşizm” lakırdısı üzerinden temayüz eden “mağdur” ile “gaddar”ın alışılmadık empatisi, bir suçluluk, bir altı yaş olma psikolojisinden kaynaklanıyor.
28 Şubat sürecinde hortumlanan paralarla toplum mühendisliği faaliyetleri finanse edilmiş ve tıpkı siyaset alanında olduğu gibi ülke ekonomisi de, ekonomik kompradorların istediği şekilde dizayn edilmiştir.
Brifinglerle yönlendirilen yargının, 28 Şubat darbesi ve devam eden süreçte verdiği her karar şaibelidir, taraflıdır ve iptal edilmelidir. Dönemin darbeci yargı mensuplarını soruşturma dışında tutmak tam bir skandal olur. Ancak daha kötü senaryo, sırf işin ucu yargıya dokunmasın diye yargının soruşturmayı BÇG ve bazı subaylarla sınırlı tutma ihtimalidir.
28 Şubat askeri müdahalesi yapılış şekli itibariyle klasik darbe biçimlerinden farklılaştığı için müdahalenin hemen ardından “Post-modern darbe” olarak adlandırıldı. Klasik darbelerde alıştığımız bazı görüntüler ve uygulamalar bu darbede yoktu. Mesela darbeyi gerçekleştiren komutanlar, tam kadro devlet televizyonuna çıkıp muzaffer bir edayla bir açıklama yaparak devlet idaresine el koyduklarını duyurmadılar. El konulan devlet radyo ve televizyonunda Hasan Mutlucan’ın davudi sesiyle “Yine de şahlanıyor” türküsü çalınmadı. Askeri tanklar ve birlikler şehirlerde sokakları tutup, sokağa çıkma yasağı uygulanmadı ve de mevcut anayasa lağvedilmedi.
Evet, 28 Şubat darbesinde bu sayılanlar gibi klasik darbelere özgü unsurlar eksikti ama bunlar olmadan da istenen sonuçlar elde edilmişti. Hükümeti ortadan kaldırmadan parti kapatmaya, korkunç gözaltı furyasından işkencelere, yargının taraflı siyasi kararlarından bürokrat ve memur/işçi kıyımına, klasik darbelerdeki diğer her şey mevcuttu. Üstelik darbeciler gazete manşetleri üzerinden hükümete “Gerekirse silah kullanırız!” şeklinde tehditler göndermeyi ihmal etmiyor, klasik darbe yöntemine başvurma seçeneğini yedekte tutuyorlardı. Her darbede olduğu gibi bu darbenin de bir cuntası vardı: BÇG.
Kısaca yapılan darbe ile, siyasetten sivil topluma, ekonomiden medyaya, eğitimden çalışma hayatına, yargıdan bürokrasiye kadar adeta her alana müdahale edilerek tüm bu alanların yeniden dizayn edilmesi yoluna gidilmişti.
Diğer darbelerde olduğu gibi bu darbenin de dış desteği hatta teşvikçileri oldu. Darbenin arkasında bulunan güçlerden ikisi kuşkusuz ABD ve İsrail idi. Darbecilerin özellikle İsrail sevdası biliniyor. Bu dönemde iki ülke arasındaki stratejik işbirliği ve başta savunma sanayinde olmak üzere askeri ve ticari anlaşmalar zirve yaptı.
28 Şubat’la, diğer darbelerde olduğu gibi, hükümete görevden el çektirilmiş, devlet yönetimine el konulmuş, siyaset, ekonomi, eğitim, sivil toplum, yargı, medya, emniyet teşkilatı, MİT ve bir bütün olarak toplum askeri denetim altına alınmıştır.
Bütün darbeler üç aşamalı bir süreçlendirmeyle gerçekleşir; hazırlık, darbe ve düzeni tesis. 28 Şubat darbesi de bundan farklı işlememiştir. Öncelikle darbeye gerekçe kılınacak toplumsal ve siyasal kaos, korku ve endişeler yaratılarak darbe zemini hazırlanmıştır. Bu amaçla psikolojik harp teknikleri devreye sokulmuştur. Sonra darbe yapılmış ve devlet teslim alınarak, kurumlar ve toplum üzerinde askeri denetim sağlanmıştır. Böylece darbe düzeni kurulması önündeki engeller kaldırılmıştır. Üçüncü aşama olarak da darbe düzenini tesis için gerekli yasal ve idari düzenlemelere geçilmiştir. Yeni kurdurulan darbe hükümeti üzerinden bu düzenlemeler de kolaylıkla yapılmıştır. Hatta bunun için hükümet icraatlarını denetlemek için bir kurul bile kurulmuştur. Buradan bakıldığında 28 Şubat müdahalesinin sonuçları itibariyle önceki darbelerden hiçbir farkının olmadığı görülecektir.
Dolayısıyla, her ne kadar yapılış biçimi itibariyle haklı bir isimlendirme de olsa “post-modern darbe” ifadesinin bir yönüyle darbenin yapılış biçimini betimlemenin ötesine geçip yapılanı tahfif etmeye neden olduğu da görülmelidir. O halde, soruşturmanın “darbeye teşebbüs”ten yapıldığı şu günlerde 28 Şubat müdahalesinin post-modern ama sonuç itibariyle şüphe götürmez bir darbe olduğunu ifade etmekte fayda var.
28 Şubat darbesi bir müteselsil suçlar bütünüdür ve sadece askerle sınırlı değildir!
Geride bıraktığımız hafta 28 Şubat soruşturmasında önemli gelişmelerin yaşandığı tarihi bir hafta oldu. Batı Çalışma Grubunda ismi geçen emekli generaller ve subaylar gözaltına alındı ve tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk edilenlerden, aralarında Çevik Bir’in de bulunduğu 18’i tutuklandı. Gözaltıların ve tutuklulukların bunlarla sınırla kalmayacağını ve de kalmaması gerektiğini düşünenler bu operasyonu “birinci dalga” olarak nitelendiriyorlar.
Şimdiye dek yaşananlar 28 Şubat soruşturması bakımından bir “başlangıç” olmalı ve hem suçlar hem suçlular anlamında devamı gelmeli. Zira işlenen ve soruşturulması gereken suç sadece darbe suçu değil beraberinde başka onlarca suç da işlendi. Darbe eylemi, hükümeti yıkmak amacıyla darbe hazırlıkları yapılmasıyla başlayan bir süreç olduğundan, 28 Şubat 1997 müdahalesine zemin hazırlamak için yapılan çalışmalar en az darbe sonrası kadar önemlidir ve her biri darbe suçunun yanında ayrı ayrı suç teşkil eden yasa dışı faaliyetlerdir. Bu bağlamda; hukuka aykırı bir şekilde kişisel verileri kayıt altına alma, eğitim hakkını engelleme, haksız olarak yakalama ve tutuklanmalara sebep olacak ortamı hazırlama, cebir ve tehdit kullanarak hükümetin görevlerini yapmasını engelleme ve hükümeti ortadan kaldırma gibi suçlar işlenmiştir.
Bunların yanında, işkence, yargıya baskı kurma, fişleme, özel hayatın gizliliğini ihmal, halkı kin ve düşmanlığa sevk, ırkçılık, din özgürlüğünü engelleme, dini değerleri alenen aşağılama, eğitim ve çalışma hakkını ihlal, iftira, hakaret suçları işlenmiştir ve detaylı incelendiğinde daha başka birçok suçun işlendiği görülecektir. Bu suçların bir kısmını askerler, bir kısmını Emniyet ve MİT, bir kısmını ise sivil memurlar ve kurumlar işlemiştir. Bu sivillerin içinde yargı mensupları, STK temsilcileri, üniversite yönetimleri ve hocaları, medya patronları ile yönetici ve mensupları, kaymakamdan valiye yüksek bürokratlar da önemli bir yekûn tutuyor.
Ayrıca belirtilmesi gereken suçlardan biri de kuşkusuz ülke kaynaklarının sömürülmesidir. 28 Şubat’ın bu ülkeye maliyetinin 291 milyar dolar olduğu ifade edilmektedir. 1999 yılında Türkiye’nin gayri safi milli hasılasının 186,3 milyar $ olduğunu düşünürsek sadece bankaların batırdığı 46 milyar doların ne kadar büyük bir maliyet olduğu ortaya çıkar. Bu süreçte içi boşaltılan 25 banka fona devredildi. Bu bankaların birçoğunun yönetim kurullarında, 28 Şubat darbesinde aktif görev aldıktan sonra emekli olan generaller olduğunu da hatırlayalım. Ve maalesef hortumcu holdinglerin patronlarının bir kısmı yargılanmış ve hapse atılmış, ancak bu generallerden kimse hesap sormamıştır. Bu yönüyle 28 Şubat sadece siyasi bir darbe değil aynı zamanda bir finans darbesidir de. 28 Şubat sürecinde hortumlanan paralarla toplum mühendisliği faaliyetleri finanse edilmiş ve tıpkı siyaset alanında olduğu gibi ülke ekonomisi de, ekonomik kompradorların istediği şekilde dizayn edilmiştir.
Dolayısıyla, bu süreç ordunun tek başına yürüttüğü bir süreç değildir. Ordu bu sürecin başını çekmiş ve koordinasyonunu yapmıştır. Ordu dışında bu suçlara iştirak eden yargıdan, YÖK’e, meclisteki kimi partilerden, bazı STÖ’lere, Emniyetten MİT’e, çeşitli kademelerdeki bürokratlardan dönemin Cumhurbaşkanına ve medyadan ekonomi çevrelerine değin çok geniş yelpazeli bir şebeke söz konusudur.
Şimdilik yapılan bu operasyon ve tutuklamalar, sadece cuntanın merkezi olan Batı Çalışma Grubunda aktif görev alan kişilere yönelik gerçekleşiyor. Henüz 28 Şubat’ın genel panoraması soruşturma ve operasyonlara yansımadı. Henüz sürecin içinde yer alan subayların kahir ekseriyeti operasyona dahil edilmedi. 28 Şubat tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısı içeriği, konuşmaları ile sonraki süreçte yapılan MGK toplantılarının tümünün tutanakları incelenmeli ve işlenen suçlar tespit edilmelidir. Bunun yanında darbede rol alan asker dışındaki kişiler de ciddi biçimde soruşturmaya konu edilmelidir. Geniş bir kitlenin gerek iştirakçi, gerek, yardımcı, gerek destekçi olarak görev aldığı bu sürecin tamamı soruşturma konusu yapıldığında eminim ki “asker millet”imiz epey bir sarsılacaktır.
Yargı, darbeci yargıyla hesaplaşabilir mi?
28 Şubat’ın en ateşli suç ortaklarından birisi şüphesiz “yargı” teşkilatı. Başta yüksek yargı mensupları olmak üzere adeta tüm yargı teşkilatı, 28 Şubatçıların başlattığı cadı avında iştiyakla görev alan en etkili darbeci unsurlardan biri oldu. Eğer 28 Şubatla hesaplaşma konusunda yargı samimi ise yapması gerekenlerin başında darbeye iştirak eden yargı mensuplarını da soruşturmaya dâhil etmesi geliyor. Ancak bu şimdilik pek mümkün görünmüyor. Bu konuda yetkili merci olan HSYK birinci dalga gözaltılarının yaşandığı gün bu husustaki gönülsüzlüğünü ortaya koydu. HSYK 1. Daire Başkanı İbrahim Okur, bir gazetecinin konuyla ilgili sorusuna; devlette devamlılığın esas olduğundan dem vurarak konunun dönemin HSYK’sında konuşulup tartışıldığı, herhangi bir sorun olmadığının kanaatine varıldığı ve dolayısıyla tekrar o dönemin hâkim ve savcılarıyla ilgili inceleme yapmanın düşünülemeyeceği şeklinde cevap verdi.
Oysa o dönemde Genelkurmay’ın darbede alacakları misyonu hatırlatmak ve yargının üzerine düşen bir görev olarak önlerine gelen bazı dosyalarda hangi kararları almaları gerektiğini belirtmek için verdiği brifinglere, Adalet Bakanının gitmeyin ikazına rağmen giden yargı mensupları brifingde verilen görevleri harfiyen yerine getirmişlerdi. O dönemde alınan siyasi davalarla ilgili kararlarda darbenin açık izlerini görmemek mümkün değil.
Dönemin darbeci yargı mensuplarını soruşturma dışında tutmak tam bir skandal olur. Ancak daha kötü senaryo, sırf işin ucu yargıya dokunmasın diye yargının soruşturmayı BÇG ve bazı subaylarla sınırlı tutma ihtimalidir. Bu ihtimal karşısında yapılması gereken ise o süreçte mağdur edilenlerin davaya müdahil olarak başta yargı olmak üzere darbenin sivil ayaklarından da şikayetçi olmalarıdır.
Yargı kararları iptal edilmeli!
Elbette 28 Şubat’la hesaplaşırken yargı da yargılanmalı ama en az onun kadar önemli bir şey de o dönemde brifinglerde darbecilerin talimatıyla verilmiş yargı kararlarının iptal edilmesidir. O dönemde brifinglere katılan savcı ve hakimlerin dahil olduğu kritik yargı kararları bu yönüyle incelenmelidir. Brifinge katılan yargı mensuplarının listesine ve de brifing notlarına ulaşılması mümkündür. Dolayısıyla üzerine gidildiğinde detaylar ortaya çıkarılabilir. Hatta bu konuda dönemin aktörlerinin şahitlikleri ve itirafları bile var. Mesela kendisinin de Genelkurmay’ın verdiği yargı brifinglerine katıldığını itiraf eden Avukat Doğan Yıldırım, Harbiye’de o dönem yapılan toplantılarda henüz sonuçlanmamış yargı kararlarının alındığını, alınan kararların da mahkemeler tarafından uygulanarak çok sayıda insanın mağdur edildiğini, dahası kritik davalara ilişkin uygun olmayan kararların da yine brifinglerde alındığını belirtiyor. (18 Şubat 2012 tarihli Milat Gazetesi)
Bu bağlamda bazı davaları anmakta fayda var. Mesela Sivas davası kararı o dönemde alınan kararlardandır. Yargı süreci her yönüyle bir skandaldır. Olayın karanlık yönlerine ve derin bağlantılara işaret eden iddiaların üzerine gidilmemiş, deliller incelenmemiş ve mesnetsiz kararlar verilmiştir. Sivas davası talimatla alınmış yargı kararlarından biri olarak bir “kelle alma” operasyonudur. Mesela olaylarda ölen 33 kişiye karşılık, 33 kişiye idam cezası verilmiştir. Bu kişilerin içinde o gün Sivas’ta olmayan ve bunu ispatlayan kişiler bile vardır.
Aynı şekilde Susurluk ve İBDA-C gibi kritik davaların hâkimlerinin de bu brifinglere katıldığı biliniyor. Üstelik iki davanın da hâkiminin aynı kişi olduğu ve bu brifingler sırasında en önde otururken de görüntülendiği fotoğraflarla sabit. Üstelik bu davaların ne tür skandal kararlarla sonuçlandığı da. Benzer şekilde, o dönemde yapılan cemaat operasyonları ve ilgili davalar, vakıf ve derneklerin kapatılması ile başörtüsü eylemlerine katılanlar hakkında verilen davalar da anılmalı. Bu süreçte masum insanlar hayali suçlamalar ve düzmece yargılamalarla haksız bir şekilde yargılanarak büyük cezalara çarptırılmışlardır. Brifinglerle yönlendirilen yargının, 28 Şubat darbesi ve devam eden süreçte verdiği her karar şaibelidir, taraflıdır ve iptal edilmelidir.
Bunun için de etkili bir girişimin başlatılması gerekiyor. Bu kararların iptali yanında mağdur olan kişilere gerekli tazminatların da ödenmesi, müsadere edilen malların kişi ya da kurumlara iadesi gerekir. Ayrıca o süreçte asker ya da sivil olsun, kurumlarıyla ilişikleri kesilen herkes re’sen görevine iade edilmelidir. Kısacası yargı ile ilgili paralel üç sürecin birlikte işlemesi gerekiyor: Birincisi, taraflı yargı kararlarının iptali; ikincisi, mağduriyetlerin tazmini; üçüncüsü bu kararların altında imzası olan yargıçlar ile oyunun parçası olan savcıların ve bunu tezgâhlayan HSYK ile yüksek yargı mensuplarının yargılanması.
Bu makale Ayrıca Milat gazetesinde de yayınlanmıştır.