“Post-Modern” Ama Darbe! -2

SERDAR BÜLENT YILMAZ

28 Şubat kimileri için bir fırsat oldu. Bu kesimlerden biri de resmi dini söylemin sahipleri idi. Resmi dini söylemi yaygınlaştırmak için her zaman devlet desteğine ihtiyaç duyan bu kesim herkesin susturulduğu darbe ortamlarını kendileri için fırsat bilmişlerdir. Devletin de bu durumlarda ihtiyaç duyduğu bir şeydir “resmi ulema”nın fetvaları ve resmi dini söylemin bu ağızlarca kitleselleştirilmesi.

28 Şubat diğer darbelerden sadece yapılış tarzı bakımından ayrılmıyor, aynı zamanda geniş bir sivil(!) desteği de arkasına alması bakımından da ayrılıyor. Türkiye’deki sivil kurumların ne kadar sivil olduğu tartışmaları, –hatırlanacaktır- bir darbe denemesi olan 27 Nisan sürecinde, biraz da hükümetin karşı koyarak darbecileri ve darbe heveslilerini izole etmesi sayesinde yaşanmıştı. Lakin 28 Şubat da böyle bir tartışmayı fazlasıyla ve hatta 27 Nisan’dan daha fazla olarak hak ediyor. Sadece 28 Şubatçıların “ideolojik akrabaları” tarafından değil, mağdurları tarafından da gerek sinmek gerek sığınmak suretiyle gönülsüz de olsa bir destek verilmişti bu süreçte. Desteğin temel saikleri kuşkusuz ikbal kaygısı ve tasfiye korkusuydu. Kimi işinden, kimi pozisyonundan, kimi ise kazanımlarından olacağı korkusu taşıyordu. O nedenle bugün mağdur olarak görülen birçok kesim o günlerin “günahkâr”ı durumundadır.

Tam da bu gerçek nedeniyle, 28 Şubat ile hesaplaşmanın başladığı şu günlerde, hevesi kaçan bir kesim “rövanşist duygulardan kaçınmak lazım, operasyon çok fazla genişlememelidir” gibi lakırdılar etmeye başladı. Bunlar, adeta operasyonun BÇG ile sınırlı kalmasını, Ergenekon gibi kirli çamaşırları ortaya serecek bir sürecin yaygınlaşmamasını istiyorlar. Hesaplaşmanın hevesini kaçırdığı bu çevreler, en açık ifade ile söyleyelim, bu rövanşizm lakırdılarıyla “yüzleşmekten” kaçıyorlar. Çünkü aynaya baktıklarında kirli bir yüz görüyorlar.

Ergenekon dava sürecinde binlerce belge, bilgi, ses kaydı sızdıran bir kısım medya çevrelerinde manidar bir sessizlik var. Yanı sıra 28 Şubat ile ilgili konuşanların birçoğunda, Ergenekon sürecinde hiç rastlamadığımız bir ihtiyat, bir teenni, bir “merhamet” havası hâkim. Bir “Ben hakkımı helal ettim” demedikleri kaldı. Süleyman Demirel’in “Ben onlarla seçim meydanlarında hesaplaştım, müdahil olmayacağım” demesinden farkı olduğu pek söylenemez.

Şu günlerde “rövanşizm” lakırdısı üzerinden temayüz eden “mağdur” ile “gaddar”ın alışılmadık empatisi, bir suçluluk, bir altı yaş olma psikolojisinden kaynaklanıyor.

Bir söz de “saray uleması”na

28 Şubat kimileri için bir fırsat oldu. Bu kesimlerden biri de resmi dini söylemin sahipleri idi. Resmi dini söylemi yaygınlaştırmak için her zaman devlet desteğine ihtiyaç duyan bu kesim herkesin susturulduğu darbe ortamlarını kendileri için fırsat bilmişlerdir. Devletin de bu durumlarda ihtiyaç duyduğu bir şeydir “resmi ulema”nın fetvaları ve resmi dini söylemin bu ağızlarca kitleselleştirilmesi.

28 Şubat’ta da aynı ortam oluştu ve bahsi geçen resmi dini söylemin temsilcileri “piyasaya” arz-ı endam eylediler. 28 Şubat’ın en ağır uygulamalarından biri olan kesintisiz 8 yıllık eğitim için ihtiyaç duyulan fetvayı kimi ilahiyatçı saray uleması zevkle verdiler.

8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitimin kanunlaştığı dönemde konuyla ilgili olarak, Hüseyin Atay, Yaşar Nuri Öztürk, Mehmet Hatipoğlu, Sait Yazıcıoğlu, Cemal Sofuoğlu Başbakan Mesut Yılmaz ve yardımcısı Bülent Ecevit’le Başbakanlık Konutunda bir toplantı yapıyor ve toplantıda Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yapısı ve kurslarda verilecek Kur’an eğitimi gibi konular tartışılıyordu. (Aksiyon Dergisi – 13 Aralık 1997)

8 yıllık kesintisiz eğitime fetva veren, Kur’an kurslarında ahkâm ayetlerinden arındırılmış antolojik bir Türkçe Kur’an okunmasını isteyen, Kur’an kurslarındaki yaş sınırlamasını tecviz edip, bu kursların denetim altında tutulması gerektiğini dillendiren, Kur’an’daki ahkâma ilişkin kısımların gözden geçirilip yeniden düzenlenmesini öneren, kadınların başı açık namaz kılabileceğini savunan ilahiyatçı saray profesörleri her gün televizyonlarda boy göstermeye başladı. Bu süreçte bu kişiler tarafından öne çıkarılan bir husus da dinin ulusallaştırılması çabalarıydı. Evet, Zekeriya Beyaz ve benzerleri kendi yaklaşımlarını hakim kılmak ve sistemde daha sağlam yer edinmek için 28 Şubat’ı bir nevi fırsat gördüler. Sürecin en acı göstergelerinden biri Zekeriya Beyaz’ın Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesine dekan olmasıdır! Krizi fırsata çevirmek bu olsa gerekti.

Diyanet de bahsi geçen konularda üzerine düşen vazifeyi yaptı. Resmi dini söylemin mihveri olarak, oluşturulmak istenen yeni ulusalcı dini söylemin vasatı oldu. Ancak bununla da kalmadı. O süreçte yapılan direniş eylemlerini kırmak için çağrılar yaptı, fetvalar verdi. Mesela dönemin Diyanet İşleri Başkanı M. Nuri Yılmaz, Kur’an’a yapılan saldırıyı simgelemesi için eylemlerde taşınan Kur’an-ı Kerimlerin, “Allah muhafaza (!) yere düşebileceği”nden bahisle eylemcileri hem uyarıyor hem de suçluyordu. Bir yandan da camilerin politik tartışmaların mekânları olmadığını, ibadet (!) mahalli olduğunu tekrarlayıp, cami cemaatlerini eylemlere katılmamaya çağırıyordu. (Haksöz Dergisi – Sayı: 78 – Eylül 97)

Cemaat veya kanaat önderlerinden bir kısmı da bu süreçte darbecilere direnmeleri gerekirken acı bir teslimiyet ve sığınmacılık örneği gösterdi. Hatta kimisi mevcut direnişi kıracak açıklamalar yaptı. Mesela, 28 Şubatçıların hedef tahtasındaki İmam Hatip Liseleri konusunda dönemin İmam Hatip derneklerinden birinin başkanı, yapılan direniş eylemlerini desteklemediklerini ve katılmadıklarını ifade ediyordu. Birçok özel okulu olan bir cemaat lideri de bir yandan 28 Şubatçıların hedefinde olan hükümeti ve RP’yi ağır bir şekilde eleştirip Erbakan hükümetinin işi beceremediğini ve çekilmesi gerektiğini söylerken, diğer yandan cemaatin elindeki özel okulları Milli Eğitime devretmeye hazır olduklarını açıklıyordu.

Netice-i kelam…

28 Şubat’ın yargı önüne çıkmaya başladığı ve her yönüyle tartışıldığı şu süreç, salt askeri vesayeti ve darbeci kafayı yargılamak ve tasfiye etmek bakımından ehemmiyetli değil, yanı sıra darbeye isteyerek ya da istemeyerek(?) kimi âli menfaatler gerekçesiyle destek veren veya sessiz kalarak pasif katılım gösteren bir zihniyetle de yüzleşmek açısından bir fırsat.

28 Şubat, paralel günahların iç içe geçtiği kirli bir süreçtir. Günah katmanları arasında bir hiyerarşi yapılabilir elbet ancak, darbeyi aktif olarak destekleyenlerin yargılanması yanında bahsettiğimiz “yüzleşme”nin de gerçekleşmesi gerekir. Sessiz kalmak, süreci susarak geçiştirmek, hangi âli menfaatlerin gereği olursa olsun meseleye katkı sunmayacaktır. Evet, mutlaka bu yüzleşme gerçekleşmeli. Bugün hiçbir özeleştiri yapmaksızın özgürlükçü ve demokrat kesilenlerin de, sessizce bir şey demeden duranların da ortaya koyduğu “eyyamcılık”, darbecilik kadar kötü bir şeydir çünkü.

Bu makale Milat gazetesinde de yayınlanmıştır