AKP’nin iktidara tırmandığı 2002 seçim başarısından hemen sonra “takiye” kavramı piyasaya sürülmüştü: “Bakmayın şimdi ne söylediğine bunların, gizli gündemleri var. Adım adım gerçekleştirecekler.” Aradan sekiz yıl geçti, gündem hâlâ büyük ölçüde “gizli”. Ama bu süre içinde “slogan kayması” da oldu. Başlangıçta iddia “şeriat”tı. “Gizli gündem” bunun üstüne kuruluydu. Derken “sivil darbe” kavramı ve ona ilişkin yeni bir terminoloji oluşturuldu. Buna göre, AKP kurumları teker teker etkisizleştirerek “sivil diktatörlük” kurmaya çalışıyordu.
Aslında “şeriat” kavramından “diktatörlük” kavramına böyle bir geçiş yaptığınızda, sözünüzü daha “inandırıcı” kılmanız mümkün olur. Çünkü bu toplumun geçmişi, dolayısıyla kurumları ve ideolojisi “diktotaryal” ögelerle tıka basa doludur. Onun için “gizli gündem” iddianıza “ampirik kanıt” bulmanız, göstermeniz kolaylaşır.
Şu günlerde, Başbakan’ı protesto etmek isteyen öğrencilere polisin gösterdiği tepki, örneğin. Baktığım bütün haber organlarında nasıl bir vahşet sergilendiğini görmek mümkün. Ve Radikal’in kapakta belirttiği gibi, o vahşetin futbol vahşeti yapanlardan esirgendiğini de görmek mümkün.
Bu ülkede “polis vahşeti” daha ilk kuruluş günlerine (aslında daha da öncesine) giden bir “saygıdeğer gelenek” olabilir. Bu, hükümetlerden çok “devlet”in varlığını tebaya ilân etme biçimidir. Ama aynı zamanda, “iadeli taahhütlü” (postayla ilgili böyle terimleri bilen kaldı mı?) bir karakteri vardır. Bayağı kısa zamanda, olduğu sırada işbaşında bulunan hükümetin adresine geri gelir.
Gençlik yıllarımda, o zaman yeni kurulan (DP’yi yaralayan “atlı polis”ten sonra) “toplum polisi”nin faaliyet biçimini çok iyi hatırlarım. “Fruko” dediğimiz bu adamlarla çok meydanlarda, sokaklarda karşılaşmışlığımız vardır.
“Polis sert davrandı”, “Polis sertliğe başvurdu” vb. Olabilir; konjonktür, o olaydaki “âmir”in tutumu, şu bu. Eğer bir emirle “sert” davranıyorsa, bir başka emirle de “ılımlı” davranır. Ama benim o yıllarda sezdiğim, kendi ideolojileri gereği öyle davrandıklarıydı. Yani, “Kızıl Komünist”lere karşı Müslüman-Türk millet ve devlet hizmetinde yurtseverlerdi onlar, kendi gözlerinde.
İşte bu olmaz. Devletin güvenlik gücü, kendi yurttaşları karşısında böyle ideolojilerle davranamaz. Davranırsa ne olur? İşte, benim hatırladığım 1960 yılından beri biz ne olduysak, o olur. Şiddetin ve nefretin egemen olduğu bir ortamda, vura kıra yaşarız.
Bir süreden beri gazetelere ya da televizyondaki görüntülere baktığımda, şimdilerde kılığı da, adı da (“Robokop” mu deniyor, ne?) değişmiş, ama aynı işi yapan bu adamlarda, o aynı “ideoloji”yle davranma kalıplarını görüyorum. “Vay, sen benim aslan gibi başbakanıma hakaret etmeye mi geldin? Bak nasıl gösteririm ben sana!”
Öte yandan, bütün bu yıllar içinde genel olarak polis örgütlenmesine baktığımda, bu dediklerine tamamen karşıt yönde birçok gelişme veya eğilimi de görüyorum. Çeşitli vesilelerle, çeşitli rütbelerden Emniyet mensuplarıyla tanışıyorum, konuşuyorum. Çoğu son derece medeni insanlar. Eğitimleri eski muadilleriyle kıyaslanır gibi değil.
Demek ki her yerde olduğu gibi burada da “eski” ile “yeni” arasında uyuşmazlık, gerilim, hattâ “çatışma” var. Bir yığın kolu dalı olması gereken bu kurumda bir yörede yer alanların eğitimi vb. öteki yöredekilerle hiç örtüşmeyebiliyor.
Ama bu “militanca” davranış, karşısında üç tane üniversite öğrencisinin protesto eylemini görünce “vatan kurtaran aslan” havasına girme alışkanlığı, olacak bir şey değil. Birilerinin bu şekilde davranmayı kendine hak gören bu adamlara neyin ne olduğunu göstermesi gerekiyor.
“Göz var, iz’an var” diye bir deyim kullanırdık eskiden. “İz’an”, yani “akıl”, “anlayış”. Bir süredir, bu toplum “göz yok, iz’an yok” demeyi gerektiren davranışlar sergiliyor. Bunun nihai nedenini de biliyoruz ve yazıyoruz. Ama “iz’an”a ihtiyaçları olanlar, kendileri “iz’an”ı elden bırakmamalı.
TARAF