Tartışmaya açık tespitler içermekle birlikte PKK’nin Suriye ve Türkiye’de giriştiği son atraksiyonların daha iyi kavranması bağlamında kayda değer vurgular barındıran Aktaş’ın yazısını okurlarımızın ilgisine sunuyoruz:
*
PKK’NIN SON KALKIŞMASI KİM VE NE ADINA?
İHSAN AKTAŞ / STAR AÇIK GÖRÜŞ
I. Dünya Savaşı’nın akabinde, çizilen ulus devletlere bölünmüş Ortadoğu haritasında Kürtler bir ulus devlet olarak yer alamadılar. İran, Irak, Türkiye ve Suriye içerisinde paylaştırıldılar. Bu süreçte her bir parçada yer alan Kürtlerin siyasi kimliğini oluşturan etmenler, kültürel kodlar, ideolojik yapılarla ünsiyeti, bağlı bulundukları ülkelerin siyasi aklının yanında toplumsal ve kültürel dokusu tarafından da şekillendirildi.
Galip Dalay’ın yerinde tespitiyle söz konusu devletler, o parçalardaki Kürt siyasallığı ile ulus inşa projelerinin ‘ortak ötekileri’ rollerini oynadılar. Dolayısıyla, tarihsel olarak bölgesel ölçekteki Kürt kamuoyu parçalı, Kürt kimlik inşasının ortak ötekisi ise her parçadaki Kürtler için farklıydı.
Kimlik bile vermiyorlardı...
2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali ve son olarak Suriye iç savaşıyla ulus devletlerin otoritesinin sarsılması, Ortadoğu’daki dengeleri kökünden sarstı. Özelikle bugün Batılı siyasetçiler ve entelektüellerin sempati beslediği; seküler kimliklerine vurgu yapılan Kürt siyasi hareketleri, uzun vadeli bölgesel dengeleri berhava etme pahasına farklı angajmanlara girdiler. Garip olan şu ki bu girift ilişkilerin neticesinde ortaya çıkan tabloda, Kürtlere kimlik bile vermeyen Suriye ve hala Kürtlere zulmünü sürdüren İran gibi ülkeler kazançlı çıkmış, çözüm süreci gibi bir projeyle Kürt ve Türk kardeşliğini tesis etme yolundaki Türkiye, yeni acılarla yüzleşmek zorunda kalmıştır.
Oysa Abdullah Öcalan 2013 Nevruz’unda okunan mektubunda Türklerin ve Kürtlerin bin yıllık İslam sancağı altındaki kardeşliğine vurgu yapıyor, bölgede yaşayan tüm Kürtlere bir vizyon ortaya koyuyordu.
Bugün çözüm sürecinin niyeti sorgulanmıyor. Eğer çözüm sürecinin işleyişinde eleştirilecek bir konu varsa o Batı’nın ve başta İran olmak üzere bölge ülkelerinin bu sürece karşı hamlelerinin yeterince hesaplanamamış olmasıdır.
Bugün daha iyi anlıyoruz ki bazı duayen(!) yazarların çözüm sürecinin başladığı günlerdeki feveranları, efendilerinin ileride alacağı tutumun işaretiymiş.
Çözüm sürecinin sona ermesinde, sürece karşı amansız bir mücadele yürüten cephenin varlığı ve etkinliği inkar edilemez. Çözüm sürecine Türkiye içerisinde ortaya çıkan güçlü destek belirgin hale geldikten sonra, sürece karşı duruşun dışarıdan geleceği bir muamma idi ve ardı ardına gelen hamleler bu endişenin haklılığını ortaya çıkardı.
Silah bırakmamanın asıl nedeni
Çözüm sürecini asıl akamete uğratan gelişme Suriye’de meydana geldi. Patlak veren iç savaş, Türkiye’nin yaptığı tüm uyarılara rağmen Salih Müslim’in Esed rejimiyle kurduğu ilişkiler, Suriye’nin kuzeyinde elde edilen kazanımlar, PKK’nın silah bırakmamasının asıl nedenidir. Suriye’nin kuzeyinde altın tepside ikram edilen statünün bedeli, 30 senedir Türkiye’ye karşı yürüttüğü taşeronluğun devamıydı.
Başlangıçta ne yapacağını bilemeyen PYD/PKK, Celal Talabani’nin arabuluculuğuyla Esed ve o günlerde baş hamisi olan İran’la bir anlaşmaya vardı. PYD’ye Türkiye sınırında bahşedilen üç bölge karşılığında Kürt muhalefetinin devrim sürecinde dışarıda tutulması amaçlandı. Bunda da başarılı olundu. Kendi Kürtleri söz konusu olduğunda ülkesinde kuş uçurtmayan İran’ın, Suriye’de PKK/PYD’ye karşı bu denli cömert davranması elbette ki karşılığını buldu. PKK’nın İran kolu PJAK, İran’a karşı savaşını sonlandırdı. Böylelikle İran içeride uğraşmak zorunda olduğu bir çıban başından kurtularak enerjisini Suriye’ye teksif edebildi. Öte yandan bölgede kendisine rakip olarak gördüğü Türkiye’ye karşı kullanabileceği bir taşeron örgütü kanatları altına almış oldu...
Tüm bu süreçler karşısında Türkiye, ileride olabilecekleri öngörse bile, PKK’nın yeni ittifaklarını engelleyebilecek hamleler gerçekleştiremedi. PKK canibinden bakıldığında elde edilen kazanımlar baş döndürücüydü. Çözüm süreciyle elde edilecek kazanımlar şu kısacık sürede elde edilenlerin yanında hesaba bile gelmezdi. Şimdi Türkiye’nin bölgede oyuncu olmasının önüne geçmek gerekiyordu.
İnanılmaz bir propagandayla, memur maaşlarının bile Esed tarafından gönderildiği Rojova’da bir devrim efsanesi yarattılar. Kuzey Suriye’de oluşturulan yapı etrafında Batı ülkelerinin de desteğiyle Türkiye’de siyasi dengeleri belirleyecek güce ulaşan bir rüzgar estirmeyi başardılar.
DAEŞ faktörü
Esed ve İran ikilisinden başka PYD ve PKK’ya Batı karşısında da meşruiyet sağlayacak, hatta PYD’yi diğer muhalif gruplar yanında, seküler bir güç olarak parlatacak süreç ise DAEŞ’in Musul’u ele geçirip hiç de gereği yokken şaşırtıcı bir biçimde Kobani’ye saldırmasıyla başladı. Öyle kapsamlı ve planlı bir propaganda işletildi ki DAEŞ, oluşturulmak istenen HDP/PKK ayarlı Kürt milliyetçiliğinin ana manivelası haline geldi. Eş zamanlı olarak Türkiye’nin DAEŞ’e destek verdiği yönünde yürütülen kampanya, özellikle Kürt kamuoyu üzerinde inanılmaz etkili oldu. Suruç katliamı gibi saldırılarla da PKK’nın Türkiye’deki son kalkışmasının Kürt halkı nezdinde güya meşru zemini yine bu örgüt eliyle oluşturuldu. Ana muhalefet partisi genel başkanı bile bilinçli ya da bilinçsiz PKK’nın silah bırakmamasının gerekçesini DAEŞ’e bağlıyor, katıldığı bir televizyon programında; “ Kimse kendini kandırmasın arkadaşlar, PKK istese de silah bırakamaz. Neden? Çünkü IŞID’la savaşıyor.” diyebiliyordu.
Bugün akl-ı selim sahibi herkes DAEŞ’in bölgede planları olanların kullandığı bir enstrüman olduğunu kabul etmek durumundadır. DAEŞ, Suriye’ye giren her gücün meşru gerekçesi oldu. Önce İran bugünlerdeyse Rusya, Suriye işgallerini bu gerekçeye dayandırdı. DAEŞ sayesinde PYD uluslarası itibar elde etti, Esed’le olan ilişkilerine rağmen özgürlük savaşçısı olarak lanse edildi. Bu kabulle koalisyon güçlerinin hava saldırılarıyla alan hakimiyetlerini genişlettiler.
Önce kafa kesme görüntülerinin olduğu prodüksiyonlarla PR’ı yapılan DAEŞ, asıl patlamayı Musul’u bir günde işgal ederek gerçekleştirdi. Üç gün öncesinden Musul’a gönderilen ağır silahlar DAEŞ’in eline geçti. Bu silahların hangi ülke kaynaklı olduğu ortada, kimlerle savaştığı ortada -asla Esed’le değil- bütün bunlara rağmen helikopterleri ve en gelişmiş ağır silahları olan bir örgüte Türkiye’nin destek verdiği bazı mahfillerde alıcı bulabiliyorsa bu üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.
Neden bitmiyor?
Rusya DAEŞ’le savaşıyor. 35 koalisyon ülkesi DAEŞ’le savaşıyor, PKK DAEŞ’le savaşıyor, ama bir türlü bitirilemiyor. Son olarak Rusya’nın Suriye’de vurduğu hedeflere bakılırsa aslında kimse DAEŞ’le savaşmıyor. DAEŞ’in bölgede iddiası olan ülkeleri etkisizleştirmek, kendi içlerine kapanmalarını sağlamak için kullanılan bir araç olduğu artık bütün çıplaklığıyla görülüyor.
Suriye Kürtlerini temsil iddiasındaki PYD’nin kısa vadeli planlarının son tahlilde bölge ülkelerine ve en başta da Kürtlere zarar vereceği görülmelidir. I. Dünya Savaşı sonrasındaki şartlar yoktur. Ortadoğu yeniden bir dizayn sürecine girmişse bölgesel güçlerin de denklemde olduğu bir süreç yaşanmaktadır. Türkiye’nin baskısıyla PYD’nin Cenevre’ye davet edilmediği hatırlanmalıdır.
PYD’nin Batı’nın hoşuna giden, Kürt kimliğinin de ayrılmaz bir parçası olan İslam’a karşıtlık üzerine bir söylem ve pratik geliştirmesi bir sorun olarak karşısına çıkacak, uzun vadede bizzat Kürtler arasında bir parçalanmaya sebep olacaktır. Bunun emareleri de zaten görülmektedir. PYD’nin hakimiyet alanlarında kendileri gibi düşünmeyen Kürtlere yönelik baskı politikaları, sürgünler, Müslüman hassasiyetini tahrik eden uygulamaları, derin hoşnutsuzluklara neden olmaktadır. Öte yandan Rusya’nın Suriye’yi işgali, Esed rejiminin kendine güveninin geldiğine dair işaretler veriyor. Nitekim, Cenevre’deki görüşmelere katılan Suriye’nin BM Daimi Temsilcisi Büyükelçi Beşar Caferi, Suriye’de federalizme karşı olduklarını ifade ederek “Bölünme meselesini tamamen aklınızdan çıkarın. Suriye’yi bölmeyi düşünenler Panadol alsın ve bu hayalden kurtulsun” dedi.
Kaderini halk belirlesin
Henüz Suriye rejiminin PYD gibi örgütlere ihtiyacı varken bunlar söylenebiliyorsa, kartlar karılırken nerde durulduğu, kimlerle ittifak yapıldığı daha önemli hale gelecek. Başta Türkiye olmak üzere bölge halklarını kaosa sürükleyen, kısa vadeli planlar ve kazançlar yerine, Suriye’nin kaderini ABD, Rusya ya da İran’ın değil Suriye halkının belirlemesi konusunda çaba göstermek Kürtlerin önündeki en makul seçenektir.
Kabul etmek gerekir ki, örgütler eliyle vekalet savaşlarının yürütüldüğü bir coğrafyada bu hiç de kolay olmayacak. Bugün yürütülen terör faaliyetlerinde en anlaşılır olan şey, bölge halkının PKK’nın son kalkışmasının Kürtler adına bir hamle olmadığını idrak etmesidir. Bundan dolayı hiçbir boykot ve gösteri çağrısına cevap vermemektedir. Bugün bölge desteğini kaybeden PKK, devletleşme süreci geliştikçe müttefiklerini kaybedecektir