PYD/YPG/YPJ saflarında savaşmak üzere Kobani’ye sevk edilen gençleri “Türk ve Kürt enternasyonalizminin yüz akları” diye övmekte inat ettikleri oranda Suriye’den Türkiye’ye taşınan şiddeti de teşvik ediyorlar. Suruç’taki bombalı saldırının sebep ve sonuçlarını klasik sol-sosyalist propagandayla çözümlemek mümkün değil. Erdoğan-Davutoğlu nefreti tavan yapmış AB/D standartlarındaki liberal aydınların yaptığı analizler de sadece siyasete güvensizliği ve toplumsal çatışmaları tetikliyor.
Suruç’taki saldırıyla birlikte “Hükümet Suriye politikasını derhal değiştirmeli” söylemleri sanki meşruiyet kazanmış gibi bir hava estiriliyor. Selefi-Cihadi örgütlerin başını okşayan, ülkenin Pakistanlaşmasına çanak tutan AK Parti Hükümeti algısını yaratmak üzere seferberlik pozisyonunu koruyanlar şunu öneriyor: IŞİD’i Türkiye’nin en önemli ve öncelikli iç ve dış tehdit odağı olarak kabul edip güvenlik politikalarını bu ilkeye göre yeni baştan inşa etmek.
Suriye’ye Girmek Kimin Hakkı?
Anlaşılan bu mantık ve önerme sahipleri, Hükümet hiçbir şart ileri sürmeden IŞİD tehdit ve tehlikesine karşı acil ve topyekûn bir savaşa girişmedikçe asla sükûnet bulup huzura kavuşamayacak. Özetle Hükümete yapılan dayatma şu: Suriye’ye girin ama Esed/Baas rejimiyle veya PKK/PYD’yle değil IŞİD’le savaşmak üzere. Suriye’ye girmek-girmemek konusunda ilkesel bir duruşları yok, bu aşikâr. Zorlamakta ısrarcı oldukları iş, Türkiye’ye basit bir lejyoner misyonu biçmekten ibaret.
“Suriye’ye dışarıdan müdahale edilmesin, yabancı savaşçıların Suriye’ye geçişine müsaade edilmesin” türü cümleleri çok sık duyuyoruz. Reyhanlı, Öncüpınar ve Suruç bombalamaları hatta kötüye giden Çözüm süreci de hep Hükümetin Suriye politikalarına bağlanıyor. Peki, Suriye’ye müdahale denince neden hep “İslamcı imparatorluk ve neo-osmanlı” hayaller peşinde olmakla itham edilen AK Parti Hükümetinin dış politikası hedef tahtasına konuyor? Elbette bu bir kara propaganda yöntemi ve Hükümeti daima defans pozisyonuna mahkum etmeye matuf. Hükümet IŞİDçi olmadığını ispata o kadar çok mesai harcıyor ki Suriye’ye yönelik ciddi bir icraata girişmeye mecal bile bulamıyor.
İran ve Hizbullah zaten Suriye’nin klasik işgal gücü olarak algılanıyor ve kimsenin bu konuda ağzını açtığı da yok. ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerinin 2 binden fazla hava saldırısıyla Esed’e muhalif güçlere büyük zayiatlar verdirmesine de hemen herkes olağan işler diye bakıyor. Gelgelelim PKK ve MLKP’nin Suriye’de Kobani Devrimi adı altında yeni ve güçlü bir askeri cephe teşkil ettiği de tuhaf bir biçimde görmezden geliniyor. Pardon görmezden gelmek değil muazzam güzellemeler eşliğinde Kobani Cephesini tahkim etmesi, IŞİD ve işbirlikçisi AKP gericiliğine karşı savaş tecrübesi kazanması adına Türk-Kürt solu ve Alevi gençler PYD/PKK saflarına katılmaya teşvik ediliyor.
Suruç’taki Amara Kültür Merkezi’nin önünde toplanan SGDF üyeleri tarafından “Arin’den Sibel’e Yürüyoruz Zafere” sloganları atılırken intihar eylemcisi üzerine bağladığı bombaların pimini çekmişti. Arin Mirkan, YPJ’nin IŞİD’e karşı “feda eylemi” yani intihar saldırısı düzenleyen kadın savaşçısıydı. Sibel Bulut da bu savaşta ölen MLKP’li kadın militanlardan biriydi. Suphi Nejat Ağırnaslı ve Serkan Tosun gibi Kobani cephesinde hayatını kaybeden ‘yabancı savaşçılar’ın sayısı hiç de az değil. Ancak PKK/PYD saflarında sadece Türk-Kürt enternasyonalizmin yüz akları savaşmıyor. Amerika, Kanada, İngiltere, İsrail, Kuzey Kore gibi ülkelerden de epeyce (kimi profesyonel) yoldaş savaşçı durumdan vazife çıkarıyor.
Barış Güvercini Uçuran Gerilla
SGDF’nin Kobani kampanyasına mesnet olarak gösterilen “çocuk parkı, kreş, rehabilitasyon” faaliyetlerinin mazisi ve donanımı ne kadardır biz bilemeyiz. Lakin legalde ESP’nin illegalde MLKP’nin çizgisinde faaliyet yürüttüğü de Türkiye’de HDP’yle Suriye’de PYD’yle aynı safta mücadele ettiği de sır değil. Bu bilgileri hatırlatmanın bombalı saldırıya meşruiyet kazandırma niyetiyle hiçbir ilgisi yok. Fakat “Kobani’ye insanlık taşıyorlardı” aldatmacasına ciddi bir set çekme zaruretini beyan etmek gerekiyor.
Suruç’taki bombalı saldırıdan bir gün önce HDP Eş Genel Başkanı Yüksekdağ’ın sarf ettiği "Biz sırtımızı YPJ'ye, YPG'ye ve PYD'ye yaslıyoruz. Bunu söylemekte ve savunmakta hiçbir sakınca görmüyoruz" cümlesi de tam da bu bağlantıyı teyit ediyor zaten. IŞİD’in şiddetini Türkiye’ye celbeden faktörlerden başlıcası PKK ve paralelinde hareket eden Marksist örgütlerin Suriye’nin kuzeyinde Esed/Baas rejimiyle uyumlu bir koridor açma adına verdikleri savaştır. Kobani devrimi iddiası, kanlı bir iktidar mücadelesidir.
Kobani devrimi ve IŞİDle mücadele adı altında kan dökmeyi, öldürmeyi, imha etmeyi, tehciri planlayanların barış güvercini rolleri toplumda ne inandırıcı ne de meşru görülüyor. Hüsnü Mahalli’den sonra Mir Dengir Mehmet Fırat’ın da “Türkiye’de iki milyon IŞİDci var” tarzı kehanetlerle korku salma politikalarına hız vermesi boşuna değil. Ancak ahmak yerine koydukları toplum PYD saflarında savaşmak üzere Suriye’ye taşınan 8.500 civarında gencin dönüşlerinde Türkiye’de nasıl bir mücadeleye girişmek üzere vazifelendirildiğini gayet iyi görüyor.