PKK silah bıraksın, siyaset yapsın (1)

Şahin Alpay

CHP Grup Başkan Vekili Kemal Kılıçdaroğlu 7 Mart günü Batman'da "Toplumsal barışın bir parçası olacaksa genel affa evet deriz..." şeklinde konuştu. Kılıçdaroğlu'nun sözleri Genel Başkan Deniz Baykal'ın tepkisiyle karşılaştı.

Baykal, PKK "silahları tümden teslim etmeden affın gündeme gelemeyeceği"ne dair görüşünü yineledi. Hükümet sözcüleri de hemen genel affın gündemde olmadığını söylediler. Ne var ki, şiddetin son bulması için şu veya bu kapsamda af çıkarılması, PKK'nın şiddeti terk edip meşru yollardan siyaset yapmasına yol açılması hayli uzun zamandır konuşulan, tartışılan bir fikir.

Tartışmanın başlangıcı, rahmetli Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın 1993'te, PKK lideri Abdullah Öcalan'a iletmeleri için DEP'li milletvekillerine, "Dağda ne yapıyor o adam, gelsin Ankara'da siyaset yapsın..." demesine kadar uzanıyor. Aynı fikri, uzun yıllar sonra, Ekim 2006'da, hiç beklenmedik bir kimse, o sıra DYP Genel Başkanı olan Mehmet Ağar dile getirdi; PKK için "Dağda silah tutacağına düz ovada siyaset yapsın" dedi. Daha sonra Başbakan Erdoğan, Ekim 2007'de (Radikal'in ifadesiyle) "Silahı bırak, meclise gel" anlamına gelen bir beyanda bulundu. Anamuhalefet lideri Baykal, geçen mayısta Mardin'de, PKK'nın silah bırakması halinde affın gündeme gelebileceğini söyledi. Dolayısıyla, Kılıçdaroğlu'nun Baykal'ın tepkisi üzerine "zamanı değil" diyerek düzelttiği sözleri gerçekte af fikrinin dile getirilmesinde son halkadan ibaret. Bu vesileyle "PKK'ya af" konusuna, ağaçları değil ormanı görme yaklaşımıyla bakmakta yarar var. Bunun için "Kürt sorunu" olarak ifade edilen sorunda geldiğimiz noktayı kısaca gözden geçirelim.

Sorunun başlıca dört boyutu var. Kimlikle, ekonomiyle, güvenlikle ilgili ve uluslararası boyutu. Birinci ve en temel boyut, kimlik sorunu, yani Kürt kimliğinin yasak ve baskı altına alınması, Kürtlerin zorunlu asimilasyon politikasına tabi tutulmaları. Bu politika (Süleyman Demirel'in hesabıyla) 29 silahlı isyana yol açtı. Bunların sonuncusu olan PKK isyanının 40 bin yurttaşımızın ölümüne yol açmasından sonra, en azından çoğumuz farkına vardık ki, demokratik bir toplum yurttaşlarının kültürel (etnik ve dinsel) kimliklerinin inkarı üzerine kurulamaz. Bunun sonucunda Kürt kimliğinin ifadesi üzerindeki yasaklar 1991'den başlayarak kalkmaya başladı; Kürt kimliği resmen değilse de, fiilen tanındı. AKP hükümetinin "Demokratik Açılım" arayışı, Kürt kimliğinin ifadesi üzerindeki bütün yasakların kaldırılmasına yönelik bir girişim.

Kürt sorununun ikinci boyutu, sosyo-ekonomik. Türkiye'nin en azgelişmiş bölgesinin Doğu ve Güneydoğu'daki Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı yörelerle örtüşmesinin, sorunu büsbütün alevlendirdiği, yoksul ve işsiz Kürt gençlerin "dağa çıkmaları"na yol açan ortamı doğurduğu herkesçe görülebiliyor. Söz konusu bölgenin sosyo-ekonomik bakımdan kalkındırılması, sorunun çözümü için şart. Aynı açıklıkla görülebildiği gibi, bölgenin ciddi anlamda kalkınmaya sahne olması şiddetin son bulmasına bağlı. Şiddet son bulmadıkça, kalkınmaya ilişkin gayretler ancak sınırlı ölçüde başarılı olabiliyor.

Sorunun üçüncü boyutu, uluslararası yönü. Kürtlerin yaklaşık yarısı Türkiye'de yaşıyor, ama geri kalanı üç komşu ülke, Irak, İran ve Suriye'de. Çok yakın zamana gelinceye kadar söz konusu ülkeler, kah kendi Kürt isyancılarına karşı Türkiye ile işbirliği yaptılar, kah PKK'yı Türkiye'ye karşı kullandılar. Bugün gelinen noktada, Türkiye'nin Kürt sorununu çözmesi açısından en umut verici olan gelişme, kuşku yok ki, AKP hükümetinin "komşularla sıfır problem, ekonomik karşılıklı bağımlılık" politikası sayesinde, Irak Kürdistan Bölge Yönetimi dahil komşularla iyi ilişkiler kurulabilmiş, PKK'ya desteğin kesilebilmiş olması. Bu durumun, Kuzey Irak'ta konuşlanan PKK'yı barış arayışına zorlayan etkenlerden biri olduğu muhakkak.

Kürt sorununun en canalıcı boyutu, muhakkak ki güvenlikle, doğurduğu şiddetle, PKK ile ilgili olan boyutu. Buna bir sonraki yazıda devam edeceğim.

ZAMAN