PKK içinde, Mehmet Şener gibi yüzlerce infaz var. Oğulları, kızları devlet güçleri tarafından öldürülenler, köyleri yakılıp yıkılanlar, faili meçhullerle karşılaşanlar şu veya bu şekilde haklarını arayabiliyor, seslerini duyurabiliyorlar. Oğulları, kızları kendi arkadaşları tarafından, PKK tarafından infaz edilenler ise bir sessizliğe gömülmüş, hayattan tamamen kopmuşlardır. Bu aileler için başvurulacak bir makam yoktur… PKK, örgütlerinin isimlerinde, yazılarında, konuşmalarında, ‘demokratik’ sözcüğünü çok kullanıyor. Bu sözcüğü çok kullanarak demokrat olduğu izlenimini yaratmaya çalışıyor. Demokratik ulus, demokratik vatan, demokratik özerklik vs. sözcüklerini sık sık kullanarak demokrat olamazsınız. Demokrat olmanın tek ölçütü vardır. O da ifade özgürlüğüdür. İfade özgürlüğü yaşama geçmeden demokrat, demokratik olamazsınız. PKK’nin övgüye değil, eleştiriye ihtiyacı vardır. PKK’yi ilerletecek olan eleştiridir. Özeleştiri de şüphesiz önemlidir."
5 Ekim 2010’da rizgari.com’da yayımlanan bu satırlar, Kürt sorununa ilişkin çalışmaları ve görüşleri nedeniyle hayatının yaklaşık 18 yılını cezaevinde geçiren İsmail Beşikçi’ye ait.
“Devrimci şiddet”, “parti kararı”, “merkez komitesi tasarrufu” veya “ihanet”, adını ne koyarsanız koyun, eski, çok eski bir hikâye bu. Misal, dünyada sol, hâlâ Bolşevizm’in liderlerinden NikolayBuharin’in 1938’de idam edilmesini tartışıyor. Yaklaşık 50 yıl sonra itibarı iade edilse de, gri alandaki soru aynı; ihanet mi etmişti, yoksa görüşleri mi tehlikeli bulunmuştu?
Sosyalizmin sembol ismi Rosa Luxemburg’un Almanya’da 1919’da “vatanseverler”ce linç edilerek öldürülüp nehre atılmasını hatırlayın. Her şeye kadir ”merkez komite”lerinin sorgulanamayan kararlarına, “çürümüş bir ceset”e benzettiği “bürokratik parti” yapılarına isyan ederken “Tarihsel olarak, gerçekten devrimci bir hareket tarafından işlenen hatalar, en zeki merkez komitesinin yanılmazlığından son derece daha verimlidir” görüşüyle donmuş yapılara isyan eden… “Hareket etmeyenler zincirlerini fark etmezler. Özgürlüğün fikri, kendisinden daha değerlidir” diyen… Ve tarihin cilvesine bakın ki, Diyarbakır’daki bir afişten hareket eden acar savcılığın soruşturma evrakına “PKK terör örgütü üyesi” olarak kaydedilen Rosa Lüksemburg!
Kürt sorununa çözüm yolunda hayatı boyunca gözünü budaktan esirgemeyen Beşikçi, örgüt içi infazları mahkûm ederken kadim bir tecrübeden hareketle demokrat olmanın tek ölçüsünü “ ifade özgürlüğü”ne bağlıyor.
O tecrübenin sağ tarafını biliyoruz; “Davadan döneni vurun!”
Peki “sol” örgütlerde neler oldu, neler “ihanet” sayıldı, hangi gerekçelerle canlara kıyıldı, işkenceler yapıldı?
Bu cinayetleri diyelim ki “devrimci şiddet” gibi gerekçeler yaratarak işleyenler arınıp örgütlerini güçlendirdiler mi, yoksa “katil devlet”in tetikçilerine benzer işlere bulaşıp kirlettiler mi?
Sorgulanmayan kararlar örgütleri nereye götürür? Zamanla partilerin yerine merkez komiteleri, onların da yerine kararları/talimatları sorgulanmayan şahıslar geçmez mi? “Her şeyi bilen” merkezlerin altındaki insanlar konuşabilir mi? İnsanlar konuşamazsa hesap nasıl sorulur, kitle örgütü “demokratik” olma vasfını neye dayanarak iddia edebilir?
Bir örgüt içinde farklı görüşler olması zaaf mıdır? Ve “farklı düşünce” bir “parti suçu” olabilir mi?
Ve “işkencede çözülme” iddiasıyla cezalandırma ne kadar meşru olabilir? İnsanlardan nereye kadar “fevkalade” davranışlar bekleyebilirsiniz? “Çözülme”nin zarar vereceği örgütler “illegal” yapılanmalar olduğuna göre, çözülmeyle zarar gören bir örgüt, işkence gören mensubu “rızai bir tavır” sergilemiş gibi infaza mı yönelmelidir? Yoksa tek “çözülme”den bütün yapılanmaya gelen zararın, bir örgütlenme zaafı olduğunu mu sorgulamalıdır?
İnfaz ve işkencelerle örgütün alt düzeyine aynı zamanda güç gösterisi yapmanın bedelinin insan hayatı olması kabul edilebilir, “omertà yasası” işletilip cinayetler seyredilebilir mi?
Nihayet, cana kıymak, yargısız infaz sadece devlet yaptığı zaman mı bir “insanlık suçu”dur?
Soru çok, tecrübe derin, yüzleşme zor, hesaplaşma çetin. Türkiye’de sol, toplumsal muhalefet kanalını ifade ettiğini öne sürüyorsa, bu kanalın temizlenmesi gereği de ortada. Özgürlüğü savunmayı, farklı olana saygıyı başka zamanlara ve yerlere bir kez daha havale etmemek için konuşmak, hesaplaşmak lazım.
Unutmamalı; adlarının önünde ne olursa olsun, zorbaların en büyük zaferi, buyruğundakileri de kendi kılığına büründürmesidir!
İşte, kanla da kirlenen bir mazinin muhasebesi yolunda çok önemli bir kitap İletişim Yayınları’ndan çıktı: “Yoldaşını öldürmek!”
Adı özet bu kitabın yazarı Aytekin Yılmaz.
1992’nin 24 Mart’ında Bayrampaşa Cezaevi’ne 25 yaşında bir PKK’lı olarak giren Yılmaz, 25 Temmuz 2001’de Gemlik Hapishanesi’nden çıktı. Bugün Mahsus Mahal Dergisi Yayın Yönetmenliği’nin yanı sıra kurucusu olduğu derneklerde çalışmalarına devam eden Yılmaz, cezaevinde geçen 9 yıl 4 ay 15 günde ve sonrasında yaşadıklarını önce 2003’te çıkan “Labirentin Sonu: İçimizdeki Hapishane” kitabında anlattı.
Birikim Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ömer Laçiner’in editörlüğünde ve sonsözüyle yayımlanan “Yoldaşını Öldürmek” kitabında, Aytekin Yılmaz yaşadıklarına bu kez, birlikte başka bir dünya savundukları örgütlerin yaşama hakkı tanımadığı kadın ve erkeklerin hikâyelerini ekledi.
DHKP-C tarafından 17 yaşında öldürülen Şimel Aydın, TİKKO’nun göğsünde kaşık sapından yapılmış kör bıçak bıraktığı Ramiz Şişman, PKK’nın kendisine reva gördüklerine katlanamadığı için başını duvarlara vuran Sorgul ve daha fazlasının yer aldığı bu kitaba bir giriş için buyrun.
‘1990 ve 2000 arası örgütler hapishanelerde iktidar oldu’
- 1990’ların Bayrampaşa Cezaevi’ni bilmeyen birine nasıl özetlersiniz?
Bayrampaşa Cezaevi, cumhuriyet tarihinde araştırılması, yüzleşilmesi gereken, Dersim ’38, 6-7 Eylül yağması, Maraş katliamı ve Diyarbakır hapishanesi gerçeği gibi olgulardan biridir. Bayrampaşa hapishanesini hem devletin 19 Aralık 2000’de yapmış olduğu “Hayata Dönüş operasyonu” bakımından, hem de örgüt içi infazlar bakımından araştırılması gerekmektedir. Sol demokrat çevreler devletin 19 Aralık operasyonlarını anarken, örgüt içi infazları anmamaktadırlar.
- Onca hapishane arasında Bayrampaşa Cezaevi’ni ayırt eden ne?
Cezaevlerini üç döneme ayırıyorum: 1923-1980, 1980-1990 ve 1990-2000 yılları arası. Üçüncü dönemin diğerlerinden farklı olarak özel bir yeri var, çünkü bu dönem, hapishane içinde hapishanelerin kurulduğu bir dönemdir.
- “Hapishane içinde hapishane” ne demek?
1990 ve 2000 yılları arasında hapishanelerde radikal sol örgütler iktidar oldu ve merkezi Bayrampaşa olmak üzere büyük birkaç hapishanede ‘hapishane içinde hapishane’ kurdular. Bu hapishanelerde örgüt içi infazlar yapıldı, “gereksiz şiddet” kullanıldı.
‘10 yılda 5 bin siyasi mahpus
örgütlerinin işkencesine maruz kaldı’
- Sizce şiddetin gereklisi var mı?
Nazi toplama kamplarını yazan Primo Levi “Boğulanlar ve Kurtulanlar!” kitabında bu deyimi kullanmıştı. Ben de ilk okuduğumda böyle bir tepki vermiştim. “Gereksiz şiddet” ihtiyaç fazlası uygulanan bir şiddettir. Diyelim ki kurbanı eninde sonunda öldüreceksiniz, “gereksiz şiddet” öldürmeden önce kurbana yapılan işkencenin zamana yayılmasıdır. Nazi kamplarında tek amaç vardı: Kamplardaki Yahudilerin tamamının öldürülmesi. Bazı kamplarda bu işlem hemen yerine getirilirken, bazı kamplarda zamana yayıldı. Bayrampaşa’da da radikal sol örgütlerin kurduğu hapishane içindeki hapishanelerde böyle bir yönteme başvuruldu. Ölüme mahkûm edilmiş olanlara sürece yayılmış işkenceler yapıldı. ’90 ve 2000 yılları arasında 5 bin civarında siyasi mahpusun, örgütlerin bu uygulamalarına maruz kaldığını söyleyebilirim. Bayrampaşa tutukevi olduğu için sürekli bir sirkülasyon vardı.
- Bayrampaşa’da kaç örgüt, kaç koğuş, kaç kişi vardı?
Bayrampaşa Sağmalcılar’da C blok, siyasilerin kaldığı bloktu, 12 koğuş vardı. Örgütler ayrı ayrı koğuşlarda kalıyordu. Bir koğuşta 70 kişi kalan da vardı, 10 kişi kalan da. Bir dönem nüfusu yaklaşık 800'dü. PKK, Rizgari dâhil iki üç Kürt örgütü, gerisi Türk solundan olmak üzere 10 civarında örgüt vardı. Hapishane içinde hapishaneyi kuranlar, başta PKK, DHKP-C ve TİKKO olmak üzere devrimci şiddeti mücadele biçimi olarak benimseyen radikal sol örgütlerdi.
- Cezaevinde baskın örgüt hangisiydi?
Kürtlerde PKK, Türk solunda DHKP-C.
‘Örgütler yoldaşlarını en çok çözüldükleri için öldürdü’
- Bu iki örgüt arasında üst alt ilişkisi var mıydı?
Örgütler arası konsey olur, herkes bağımsızdır. Birilerinin “içişleri”ne karışmazlar, bu infazlar için de geçerlidir. 1992’de Bayrampaşa Cezaevi’ne girdiğimde bazı infazlara tanık oldum. Saydığım örgütler “hain”, “ajan”, “işbirlikçi” diyerek yoldaşlarını öldürdüler, onları en çok da poliste çözüldükleri için öldürdüler.
- PKK’nın yaptırdığı bir araştırmaya referansla kitabınıza şu notu düşüyorsunuz: “Sorgulananların yüzde 98’i poliste çözüldü.” Bu doğruysa sadece bir grubun ölüm cezası almasına sebep olan ne?
Polise verdiğiniz bilginin ehemmiyeti. Mesela verdiğiniz bilgiyle bir yoldaşın ölümüne sebep vermek gibi kritik bir çözülme yaptıysanız örgüt hakkınızda karar alabilir, yine örgütten insanların yakalanmalarına sebep olmuşsanız bu kararı alabilirler. Ama yoldaş ölümüne sebep olmamasına rağmen öldürülenler de oldu.
DHKP-C 17 yaşındaki Şimel’i nasıl öldürdü?
- “Yoldaş ölümüne sebebiyet verme” iddiası nasıl ispatlanıyor? Ya da ispatlanabiliyor mu?
Polis sorgusundan geldikten sonra örgütün yaptığı ikinci bir sorguyla karşılaşıyorsunuz. Sorulduğunda zaten söylüyorsunuz sorguda olup bitenleri. Ayrıca polis ifade tutanaklarını alıp okuyorlar! Örneğin, Şimel için örgüt, iddiayı “yoldaşların ölümüne sebebiyet vermek” olarak açıklıyor.
DHKP-C tarafından 17 yaşında öldürülen Şimel Aydın
- Anlatır mısınız, Şimel’in başına ne geldi?
Şimel Aydın, 17 yaşında İstanbul’da DHKP-C’ye yönelik bir operasyonda yakalanıyor. Sorguda birçok şey anlatıyor. Tutuklandıktan sonra örgüt süreci rapor etmesini istiyor. Yaklaşık 20 gün sonra koğuşundaki örgüt sorumluları ajan olduğunu iddia ederek Şimel’i gözaltına alıyor.
‘İki yıla varan ranza hapislerinde konuşmak yasaktı’
- Hapishanede gözaltı nasıl oluyor?
“Uygulama” denilen ranza hapsiyle. Sizi ranzaya koyuyorlar ve sadece tuvalet ihtiyacınızı gidermek için o ranzadan kalkabiliyorsunuz. Bu uygulama cezası durumunuza göre değişebilir, bazen günlerce, bazen aylarca sürebilir bu hapislik. DHKP-C’nin bazı kişilere iki yıl süre ranza hapsi verdiğini duydum. Bittiğinde konuşmakta zorlananlar olmuş. Bir arkadaşım PKK koğuşunda 9 ay kaldı, uygulama bittiğinde ağzından ses çıkaramıyordu! Çünkü uygulamada kaldığınız sürede herhangi bir kişiyle konuşmanız yasaktır.
Şimel bu ranza hapsinin ne anlama geldiğini bilmediği için başta ses çıkarmıyor. Bir süre sonra koğuş sorumluları geceleri Şimel’i yemekhaneye indirerek sabaha kadar sorgulamaya başlıyor. İddiaları reddediyor, yalvarıyor ama nafile. Sonunda intihar girişiminde bulunuyor ve iki kol bileğini kesiyor.
Örgütün ajan dediği kıza babasından ‘örgüte yardımcı ol’ telkini!
- Bunun üzerine DHKP-C geri adım atıyor mu?
Aksine, daha da zor günler yaşatıyorlar Şimel’e. Örgüte sempati duyan babası ve annesi ziyaretine geldiğinde “örgüt ablası” da yanında bekliyor. Babası örgüte yardımcı olmasını istiyor. Kitapta doğrulatamadığım için yazamamıştım ama sonra doğrulattım, babası örgüte yardımcı olmasını isteyince Şimel, “Öyle diyorsun ama bana ajan diyorlar” diyor.
- Ailesi kime inanıyor?
Şimel’in ailesine maalesef ulaşamadım. Belki bu kitap vesile olur. Anladığım kadarıyla, babası kızının devrimci olmasıyla gurur duyan bir baba, örgütün ona zarar vereceğini düşünmüyor. Sonra günlerden bir gün gidip cenazesini alıyorlar.
- Nasıl öldürüyorlar Şimel’i?
Tutukluluğu sürerken koğuşta serbest bırakma kararı alıyorlar. Hatta Şimel çıkınca bir yoldaşına “Arkadaşlar doğru olanı yaptılar, ben gereksiz heyecanlandım” diyor. Ama yaklaşık bir hafta içinde sorgulamalar yeniden başlıyor.
Gece yarısı kadınlar koğuşunu inleten ‘Anneee’ çığlıkları
- Sorgulamalar yemekhanede yapılıyorsa gardiyanlar veya koğuştaki diğer kadınlar bu olanları duymuyorlar mı?
Koğuşta bulunan bir kadınla konuştuğumda ikinci gözaltı sürecinde bir sabah çocuk çığlığı ile uyandığını söyledi. Koğuşun hepsi de onun gibi uyanıkmış.
- Ve kimse bir şey demiyor mu?
Hayır, yataklarından çıkmadan bekliyorlar. 30’a yakın örgütten kadın var o koğuşta ve bir kız çocuğunun “Anneee” diyen çığlıklarını dinliyorlar. Görüştüğüm tanık "yavaş yavaş artan ve sonunda çığlığa dönüşen bir bağırma" diye tarif etti duyduklarını.
‘Farelerde denedikleri elektrik işkencesini
Şimel’e uyguladılar, sonra boğarak öldürdüler'
- Ateş mi?
Hayır, elektrik. Manyeto bu etkiyi yapar, yaşadığımdan biliyorum. O dönem de erkekler koğuşunda güvercinlere ve lağım farelerine elektrik akımı vererek tatbikat yapıyorlarmış. Bildiğiniz büyük radyo pilleri, manyeto pilleriyle yapıyorlar bunu. Başka yerlerden de doğrulattım bu bilgiyi.
- Örgüt üyeleri 12 Eylül darbesiyle devletten gördüğü işkenceyi yoldaşlarına mı uyguluyordu?
Aynen öyle. Şimel bunlara rağmen çözüldüğünü kabul etse de ajan olduğunu iddiasını reddediyor. Ama örgüt ölüm cezası veriyor. Ve 21 Ağustos 1994 gecesi uykusunda bir grup kadın yoldaşı onu boğarak öldürüyorlar.
‘Nöbet tutturarak suça ortak ettiler,
30 kadın ‘Şimel’i biz öldürdük’ dedi’
- Koğuştaki onca kadın 17 yaşında bir kıza elektrik verilmesine, öldürülmesine seyirci mi kalıyor?
Bir şey diyememişler. Yıllar sonra öğrendim, Şimel öldürüldüğünde Rizgari davasından Recep Maraşlı ve arkadaşları DHKP-C’ye tavır alıyorlar, onlarla diyaloglarını kesiyorlar. Ama koğuşta, nöbetçileri değiştirerek insanları suça ortak ediyorlar. Hatta daha sonra hapishane idaresi “Şimel'i kim öldürdü” diye sorduğunda, 30 kişi “Biz öldürdük” diyor.
‘İnfaz sonrası halay çekilir, koğuşlara tatlı dağıtılırdı!’
- İnfaz ertesinde cezaevinde neler oluyor?
Ben iki olayda halay çekildiğini gördüm. Biri 1990'lı yıllarda gerillalar karakol basıp 20-30 askeri öldürdüğündeydi. Bana korkunç gelirdi. İkinci halay da yoldaşlarını öldürdükten sonra çekilen halaydı. Bir de üstüne koğuşlara tatlı dağıtırlardı. Öldürdükleri insan dün arkadaşlarıyken bunu yaptılar! İnanabiliyor musun bunlara? Hatta 1996 yılında Buca'da DHKP-C birini öldürtüyor, bu sırada başka bir cezaevinde olan kardeşine tatlı ikram ediyorlar. Yemeyince de sorun yaşanıyor diye duymuştum.
- Cezaevinde bedenlere ne yapılıyor?
1996 yılında Hasan Hüseyin Er'i öldürüp kapının önüne koyan TİKKO idareye haber veriyor, gönderdiği haberde şöyle diyor: "Gelin çöpünüzü alın.”
- Saydığınız örneklere dair akla takılan bir soru; örgütünün infazına itiraz edenin başına ne gelirdi?
Hakkında “Acaba onu niçin savunuyor” diye düşünülüp işbirlikçilikle suçlanırdı. 1996’da Ankara Ulucanlar Cezaevi'nde böyle bir şey olmuş. Bana anlatılanlara göre, DHKP-C kadınlar koğuşunda bir kadını öldürüyor, başka bir kadın “Niye yapıyorsunuz, ben onu tanıyorum, öyle biri değil” diyerek itiraz ediyor ve ona ölümden beter etme cezası veriyorlar.
‘DHKP-C kendilerine itiraz edeni soyup gardiyanlara vermiş’
- “Ölümden beter etme” cezası kapsamında neler var?
Osmanlıların “ibreti âlem” dedikleri şeyler. Bu örnekte yaklaşık altı ay işkence yapıyorlar, altı ayın sonunda kolunu kırıyorlar. Bu da yetmiyor, kırdıktan sonra “Öyle bir ders verelim ki bir daha kimse böyle bir işe kalkışmasın” diyorlar ve kadını soyup gardiyanlara veriyorlar.
- Gardiyanlar tecavüz mü ediyor?
Hayır, battaniyeyle örtünmesine yardımcı oluyorlar.
Cezaevinde linç: 'Tekme atıp tükürün!'
- Örgütün kadını çıplak verme sebebi ne?
O içeriye bir mesaj. Diyor ki, “Örgüte hesap soranı böyle yaparız!” Bartın'da PKK örgüt sorumluları Hüseyin H.’ye de yapıyorlar ölümden beter etmeyi. Hüseyin, ailesine yakın olmak için örgüt yerine hapishane idaresinden sevk isteyince “örgüt saflarından kaçıp düşmana sığınmak”la suçlanıyor. Örgüt yöneticisi Hüseyin’i kolundan tutup toplam 180 kişinin olduğu 4 koğuşa sokuyor ve herkese “Hüseyin’e tekme atıp tükürme” talimatı veriyor.
Yıllar sonra orada bulunan eski mahpus arkadaşımla görüştüğümde, bana “Saçından, kaşlarından, çenesinden, bıyıklarından, gömlek yakasından balgamlar sarkıyordu” dedi. “Lince katılmayan oldu mu” diye sorduğumda dedi ki: “Örgüt sorumlusu yanındaki adamlarıyla izliyordu. Sadece birkaç kişi denileni yapmadı bizim koğuşta.”
‘1980’lerde Diyarbakır Cezaevi’nde olanlar
1990'larda Bayrampaşa’da zalim oldu’
- Bu işkenceye karar veren örgüt yöneticisi kim? Örgütün hapishane sorumlularının profili ne?
PKK’nin hapishane sorumluları 1980'li yıllarda Diyarbakır Hapishanesi’nde çok kötü işkencelere maruz kalanlardı. Ama 1990'lı yıllarda Bayrampaşa’da ve başka hapishanelerde zalim oldular. Belki de iktidar olgusundan kaynaklı olarak, bugün mağdur olan yarın iktidar olduğunda zalim oluyor.
- Bir “yoldaş” hakkında işkence ve infaz kararlarını bu kişiler mi alıyordu?
İstisnaları var ama genelde sizin hakkınızda bir toplantı yapılır, o toplantıda bir karar alınır, üst örgüte rapor edilir, o rapora göre talimat gelir: “Öldürün” ya da “öldürmeyin.”
- Raporu kim yazıyor?
Örgüt sorumluları. Bir Leninist partinin olmazsa olmazlarından “rapor-talimat” sistemi arızalıdır. Rapor yanlış giderse talimat da yanlış gelir. Bu tip illegal ya da radikal sol örgütler doğası gereği uzaktan kumandalı örgütler oluyor. Örneğin senin hakkında bir rapor yazılıyor, (Abdullah) Öcalan'a gidecekse o dönem rapor Şam'a gidiyor, DHKP-C'deysen (Dursun) Karataş'a, Avrupa'ya gidiyor ve tüm bunlar olurken sen bir mağdur olarak o raporu göremiyorsun. Ayrıca talimat geldiğinde bunu tartışamıyorsunuz, “Uygula” deniyor. Vakit geçtikten sonra da “Yanlışsa hatayı düzelt” diyorlar. Ama infazın geri dönüşü yok! PKK’de iç infazlar kuruluştan beri var, özellikle de 2. Kongre'den beri. 1993'e gelindiğinde infazlar hem hapishanelerde, hem dağda çok artmaya başlıyor.
‘Öcalan kendisine karşı olanların infazını onaylıyor’
- 1993’te infaz kararlarının Öcalan’a bağlanması sizce kararı verenler açısından bir önlem mi?
Örgüt diyor ki, “Bu ne böyle vuran vurana.” Öcalan da, dağdakilere ve cezaevlerine de ulaşacak bir talimat yayınlıyor: “Parti önderinden izinsiz infaz yapılmayacak.” Ama sanıyorum Öcalan şöyle bir taktik izliyor: Örgüt içi sorun yaşayanlar söz konusu olduğunda “Bana karşılar mı” diye soruyor, “Evet, sana karşılar” dendiğinde infazı onaylıyor. Sorgul’un infazı buna bir örnek.
Eleştirdiği Öcalan tarafından infaz kararı verilen ve kefensiz gömülen Sorgul
- Sorgul’a ne oldu?
Sorgul’u üniversitedeyken tanımıştım. Dağa çıkmak istiyordu. Çıktı, sonra Bayrampaşa’da karşılaştık. Cezaevinden çıktıktan sonra yine dağa gitmiş ama bazı sorunlar yaşamış. Yönetim ve Öcalan hakkında da sözünü esirgememiş. Ve 1996’da tutuklanmış.
- Dağda hapishane mi var?
O işlevi görecek yerler var kamplarda. Sorgul tutuklanmayı yediremiyor, kafasını vurmaya başlıyor duvarlara. Örgüt de psikolojik durumunun iyi olmadığını söylüyor. Hakkında "ajan" diyenler de çıkıyor ve idamı isteniyor. Sonra bir şans daha veriliyor Sorgul’a. Ama o eleştirmeye devam ediyor.
- Kitapta Sorgul’un eleştirilerini sayarken dağda kadınlara yönelik cinsiyetçi tutumdan da bahsediyorsunuz. Bunlardan biri; aşk ilişkisi yaşanınca kadınların bu “suç”tan mahkûm edilirken erkeklere dokunulmaması. Suç ve ceza PKK içinde kadın ve erkeklere farklı mı uygulanıyor?
Bunu genelleştiremeyiz. Ama PKK her ne kadar Marksist-Leninist bir örgüt olsa da Kürt toplumunun feodal yapısı dağa da yansıyor. Kürt toplumundaki erkek egemen refleksi, dağa çıkmış Kürt erkeklerde de görmek mümkündür.
‘Eşcinselliğe tedbir olarak koğuş değiştirilirdi’
- Parantez açılmışken erkek egemenliğin yanı sıra erkekler arası hiyerarşiyi de soralım: Erkekler koğuşunda eşcinsellerin durumu nasıldı? Örgütlere göre eşcinsellik suç muydu?
1990’larda hiçbir örgüt eşcinselliği bir kimlik olarak kabul etmedi. Muhafazakâr bir Müslüman gibi “sapkınlık”, “yoz ilişki” olarak görüyorlardı eşcinselliği ve tartışılmıyordu, çünkü “çarpık ilişki”ydi. Bu “çarpık ilişki”lerden bazıları tespit edildi örgüt içinde.
- Hapishanelerde bu nasıl tespit edildi? Kişilere mi sordular?
Sorulmaz. Komün yaşamda iki kişinin birbirine fazla yaklaştığı hissedilirse, ortada somut bir şey yokken mesela voltada onunla daha çok geziyorsan diğer kişiyi tedbir olarak başka koğuşa gönderirlerdi, “Ne olur ne olmaz, kafa kol ilişkisi gelişmesin” diye düşünerek. 90'lı yıllarda eşcinsel olanların radikal sol örgütlerde kalacak yeri yoktu. Tespit edilenler, örgütlerin ortak kararlarıyla siyasi mahpusların olmadığı hapishanelere gönderildiler.
‘Tırnağı uzun diye elini kırmak istediler’
- Onlar da Eskişehir Cezaevi'ne mi yollanıyordu?
Evet, 12 Eylül kuşağının direnerek kapattırdığı ama ‘90 sonrasında örgüt baskısından kaçmak için mahpusların gitmek zorunda kaldığı Eskişehir’e yollanıyorlardı onlar da. Örgüt, bağımsızların koğuşunda en son gitar çaldığı için tırnağını uzun tutanGündüz’ün elini kırmak isteyince, bir gecede 20 kişi gitti o cezaevine.
- Kitapta saçı uzun olanlardan da saçlarının kestirilmesinin istendiğini yazıyorsunuz. Örgütlerin hapishane içinde giyim kodu mu vardı?
Kötü örnek oldukları gerekçesiyle yapıldı onlar. Mesela anarşist biri vardı, aynı gerekçeyle cezaevinden gönderdiler.
‘Dağda infaz kurşuna dizerek yapılır, ölen kefensiz gömülür’
- Öcalan’a ve sisteme yönelik eleştirileri nedeniyle dağdakilere “kötü örnek” olan Sorgul’un idamı nasıl gerçekleşiyor?
Dağda infaz genelde kurşuna dizerek olur. Öğrendiğim kadarıyla, Sorgul bu kez başka bir kampta yine ajanlıkla suçlanıyor. Nihai karar Öcalan’a sorulduğunda, hakkında olumsuz şeyler de söyleyen Sorgul hakkında “Ajan olabilir” diye bir cümle kurduğunu söyleyenler oldu.
- Dağda infaz edilen kişinin bedenine ne yapılıyor?
Kefensiz gömülür. Bu infazlara dair ne desen eksik kalır. Öldüğünü bile bilmezsin, ailesine haber verilmez, belli bir zamandan sonra mezarın yeri aşınır. Unutmayalım, illegal bir yaşam örgüt dilinde yeraltı yaşamı olarak geçer. Bu gibi illegal örgütlerde bu tür şeyler yeraltında, yani kayıt dışı bir alanda olup biter.
‘İnfazlar en çok hizipleşme dönemlerinde yaşanıyor’
- PKK içinde lideri eleştirmenin, muhalefet etmenin cezası, iki nokta üst üste konduğunda ölüm mü?
PKK tarihi incelendiğinde biraz öyle olmuş. Partiye içeriden muhalefet etme birincil derece suç, cezası ölüm. Bunun ucu da Bolşevik Partisi'ne gidiyor. 1921’de yapılan 10. Kongre’de Lenin hizipleşmenin önünü alıyor. Örgütler de diyor ki “Eğer Lenin bunu böyle yaptıysa biz haydi haydi böyle yapmalıyız.” PKK'de, DHKP-C'de, TİKKO'da infazların tarihi incelendiğinde bunların en çok hizip dönemlerinde yaşandığını görürüz.
Mesela 1993'ten sonra DHKP-C'de infazlar çoktu, çünkü Bedri Yağan ve Dursun Karataş ayrılığında şiddet uygulandı. TİKKO'da 1996'da infazlar çoktu, çünkü Kardelen Hareketi’yle örgüt bir grup arkadaşını “ajan”, “hain” ilan edip öldürdü. 1991’de PKK içinde çıkan Mehmet Şener olayı da örgüt içi hesaplaşmanın soncudur.(PKK’nın üst düzey yöneticilerinden olan ve Öcalan’ı eleştiren Mehmet Şener 1 Kasım 1991’de infaz edildi. Şener, 9 Ocak 2013’te Paris’te öldürülen üç kadından Sakine Cansız’ın eski nişanlısıydı-T24)
- Kitapta “çizgi suçu” dediğiniz düşünce suçu, 1990’ların ortalarında suç olmaktan çıkmıyor mu?
Hiçbir örgütte çıkmaz. PKK’de kalkmadığını nereden biliyoruz; 2004'te Kani Yılmaz’ın vurulmasından. (PKK’dan ayrılan Yılmaz,Nizamettin Taş gibi Kürt siyasetinin dönemin bazı önde gelen isimleriyle PWD’yi kurmuştu- T24)
- Bugün örgüt içi infazlar devam ediyor mu?
Eskisi gibi olduğunu düşünmek doğru olmaz. 2004’teki olaydan sonra bir şey olduysa bile ben duymadım.
- Osman Baydemir'in “Şiddet miadını doldurdu” dediği için sorgulanması sizce “çizgi suçu” kapsamında mı yapıldı?
Belli ki rahatsız olmuşlardı. Öcalan, 1997’de Mahir Sayın'la yaptığı röportajda, “Diyelim ki size bir şey oldu, sizden sonra kim partiyi yürütebilir" sorusuna “Bizde iki numara olmaz” diye yanıt veriyor. Buna rağmen Öcalan’ın onayı olmadan bazı infazların yapıldığını görüyoruz. Örneğin Devrim'in durumu karışık.
Devrim: Hakkımdaki ölüm kararını ben uygularım, yeter ki bana hain denmesin
- Devrim’in hikâyesi nedir?
Devrim, üniversiteden ayrılıp dağa çıkanlardan. Polis sorgusunda çözülünce polisler, “örgüt içine giderse öldürülebileceğini, isterse onu ayrı tutabileceklerini” söylüyor. Devrim, teklifi önce kabul ediyor, ama içi rahat etmiyor. Bu arada onunla yakalananlar tüm suçu Devrim’e atınca örgüt Devrim’i aralarına getirme kararı alıyor ve Devrim’i ikna etmek için ziyaretler yapıyorlar. Devrim ikna olup geldiğinde ranza hapsine alınıyor ve rapor yazması isteniyor. Raporunda “Hata yaptım” deyip af diliyor. Bu olayların geçtiği, cezaevlerinin ana merkezi Bursa Cezaevi’nde değerlendirme yapılırken dışarıdaki örgütten Devrim için infaz talimatı geliyor. Devrim de başına gelecekleri anlayınca “Hakkımda ölüm kararı varsa, bu eylemi ben yerine getirebilirim. Yeter ki parti beni hain ilan etmesin” diyor.
- Bunu söylemesi bir işe yarıyor mu?
Hayır. Kendisi mi yaptı, yoldaşları mı, bilgisi kesin olmasa da gardiyanlar Devrim’i hücre tuvaletinde ölü buluyor. Ben Gulag'ları, Stalin’i, Auschwitz'i ve Diyarbakır Hapishanesi’ndeki işkence yöntemlerini inceledim. Bayrampaşa ve benzer hapishanelerde radikal sol örgütlerin kurbanlarına yaptıkları, Nazilerin uygulamalarına çok benziyor. Bayrampaşa'da kurbanların neredeyse yüzde 90’ının “Evet, hatalıyım, bana şans verin” demesine rağmen öldürülmüşler. Yani hedef, hain dediklerini mutlak anlamda öldürmek. Diyarbakır hapishanesinde subaylar, Kürt mahpuslara “Türk olduğunu söyle kurtul” diyorlardı ve söyleyenleri “Genç Kemalistler” koğuşuna yolluyorlardı, işkence bitiyordu.
‘Diyarbakır’daki işkencelerin hiçbiri ranza hapsi kadar çökertmez’
- Evet, ancak Diyarbakır’da bok yedirme, İstiklal Marşı okuturken cop sokma gibi çok ağır işkenceler yapılıyordu.
Diyarbakır Hapishanesi’nde yapılmadık işkence yönteminin kalmadığına inanıyorum. Ama bu saydıklarının hiçbiri, 50 kişilik bir koğuşta ranzaya hapsedilip, kimseyle konuşmama cezası almak kadar insanı çökerten bir şey değildir. Bunu polis sorgusunda her türlü işkenceye maruz kalmış biri olarak söylüyorum. Ayrıca, düşman bildiklerinin sana işkence ettiğinde moral değerlerini koruyabiliyorsun. O yüzden Diyarbakır'ı yaşayanlar baskılara karşı direnip ayakta kaldılar. Devletin baskıları grup olarak devrimcileri bir arada diri tuttu.
Bayrampaşa’da örgütlerin uygulamalarına maruz kalanlar, örgütlere direnemediler, devrime ve örgütlere olan inançları kırıldı, oradan tanıdığım birçok arkadaşım hapishane sonrası yaşamlarında siyasetten uzaklaştılar. 12 Eylül döneminde Diyarbakır Hapishanesi’nde devletin işkencelerine maruz kalanlar, inançlarını ve örgütlülüklerini korurlarken 90’lı yıllarda Bayrampaşa’da örgütlerin baskılarına maruz kalanlar, inançlarını ve mücadele azimlerini yitirdiler. Aradaki fark budur. Kendi deneyimimden de çıkardığım sonuç benzer bir şey. Mesela polis sorgusunda çok ağır bir işkence süreci yaşamama rağmen, çok dert etmedim. Ama Bayrampaşa’daki ranza hapsi denilen şey bana çok ağır gelmişti. Düşünsenize, düne kadar "yoldaşım" dediğiniz birileri başınızda 24 saat nöbet tutuyor. Bunu fark ettiğinizde kendinizi devrime ihanet etmiş bir hain konumunda görmeye başlıyorsunuz. Bazıları ranza hapsine uzun süre dayanamayıp intihar girişimlerinde bulundular, bileklerini kesenler, avuç dolusu hap yutanlar, şah damarını kesenler oldu.
‘Osman Tim unsuru cezalandırılmıştır deyip alkışlattılar’
- Siz neden ranza hapsi aldınız, sizin hikâyeniz nedir?
İlk kez Osman Tim’in infazına tanık olduktan sonra örgütle aram iyi olmadı. Osman üniversiteyi bırakıp dağa çıkmıştı. İstanbul Bölge Sorumlusu’yken yakalandığında anlattıklarına göre tek tokat yemeden çözülmüş. Örgüt Osman’ın ranza hapsini çok sıkı tuttu, kimseyle görüştürmediler. O da tutukluyken “Beni öldürecekler” yazılı bir kâğıdı, gardiyana vermesini söyleyerek güvendiği bir nöbetçiye veriyor. Ama o not idareye değil, örgüt yöneticilerine gidiyor. Günler geçerken bir sabah “Osman arkadaş ilişkiye alınmıştır” dedi örgüt yöneticisi, biz de sevindik. Bir gün birlikte volta atarken çözülmesini sordum, “Heval” dedi, “Dizlerimin bağı çözüldü.” Çok geçmeden bir gün örgüt sorumlusu geldi ve “Osman Tim unsuru partimiz tarafından cezalandırılmıştır” dedi. Suskunluk olunca da “Eylemimizi selamlıyoruz, alkışlıyoruz” diyerek oradaki mahpuslara infazı alkışlattı.
Osman’dan sonra benim örgütün adaletine olan inancım kırıldı. Örgütle arama gündelik hayatımda da koyduğum mesafe yüzünden kötü örnek olarak gösterilmeye başlandım. Hakkımda itibarsızlaştırılma yapılıyordu. Hapishane içinde takip bile ediliyordum! Çözülmek insanlar için telafi etmesi yeterince güç bir şeyken, o insanları bir de örgütün böyle cezalandırmasını kabul edemiyordum. 1993’te Bayrampaşa Hapishanesi’nden Öcalan’a haber gönderdim, dedim ki “Bayrampaşa örgütünü yönetenler tam bir çete. Önü alınmazsa sonucu ağır olur.” İki ay sonra mektup geldi, “Olan bitenleri amca da biliyor” diye. Ama Öcalan’a gönderdiğim mesajla da bir şey değişmeyince bir toplantıda “Örgüt kendini parti merkezi yerine koyarak gerçek partiyi tasfiye ediyor. Örgütle ilişkimi kesiyorum. Merkezin kararını bekleyeceğim” dedim.
’30 sivili öldüren Bayrampaşa direkt Öcalan’a bağlı çalışıyormuş’
- Merkez Bursa’ysa, Bayrampaşa nasıl bu kadar özerk davranıyordu sizce?
Çünkü Bayrampaşa direkt Öcalan’a bağlı çalışıyormuş. 10 yıl sonra PKK, Bayrampaşa yöneticilerini devletle işbirliği yaptıkları için ihraç ettiğinde Öcalan, avukatı aracılığıyla kararın gözden geçirilmesini istiyor ve sorumlunun “kendisini anlayan bir kişi” olduğunu söylüyor! Bayrampaşa örgüt sorumluları Öcalan’dan aldıkları yetkiyle, astığım astık, kestiğim kestik yapıyorlardı. Bu kişilerin etkileri sadece Bayrampaşa Hapishanesi’yle sınırlı değildi. İstanbul’a ve çevre illere kadar müdahale edebiliyorlardı. PKK’li legal kurumları kontrol ediyorlardı. ’90-99 yılları arasında İstanbul’da 30 sivil insanın “ajan”, “hain”, “işbirlikçi” oldukları gerekçesiyle PKK tarafından öldürüldüğünü belgelerden anlıyoruz. Bu sivillerin infazlarından Bayrampaşa örgütü sorumludur. 90’ların ortasında hapishane merkez örgütünün Bayrampaşa’daki örgüt sorumlularını görevden almaya çalıştıklarını, ama alamadıklarını biliyorum. 99’da Öcalan İmralı’ya getirildiğinde PKK ilk kongresinde Bayrampaşa örgüt sorumlularını devletin işbirlikçisi olarak suçladı ve mahkûm etti.
Ama o vakte kadar biz de yaşayacaklarımızı yaşadık. Örgüt parti merkezini tasfiye ediyor, dediğim toplantıda, daha sonra ajanlıkla suçlanacak bir kişi beni destekledi. Sonra bizi örgüt içinde örgüt kurarak, darbe yapmakla suçladılar ve tuhaf bir oylama sonucunda soruşturma komisyonu kuruldu ve tutuklandık.
‘Örgüt sorumlusu bir gece geldi ve son sözümü sordu’
Yılmaz'ın kitabının kapağında devrimci bir kadın tarafından öldürülen şiddet yanlısı devrimci
Doğan Güreş "Biz bu savaşı düşük yoğunluklu düzeyde tutuyoruz" demişti ve sonlandırma değil ama bir konsept olarak çatışmanın sürekliliğinden bahsetmişti. Bence, devlet bu politikasını 90’lı yıllarda cezaevlerinde de uyguladı. Ben, Bayrampaşa’nın, İstanbul'daki emniyetin özel bir biriminin denetiminin altında olduğunu düşünüyorum. Bayrampaşa'da radikal sol örgütlere imkân tanıyarak, ama kontrolde de tutarak çatışmayı sürdürmekten yanaydı devlet.
- “Kontrol” iddianızın kaynağı ne?
O dönemi bilenler hatırlayacaktır, o yıllarda çok operasyon yapıldı; örneğin DHKP-C sokakta bir polisi vurduğunda sonraki gün bir ev basılıp üç DHKP-C’li öldürülürdü.
- Operasyon bilgilerinin hapishane yönetimiyle paylaşıldığını mı savunuyorsunuz?
Tabii ki hayır! Bu denetim, izleme, istihbarat toplama üzerinden de yapılabilir. Sonuçta örgütün ilgili birimleri görüşmeye gelir giderdi, birçok tekniği olan polis de bu görüşmeleri kolaylıkla dinleyebilir, dışarıya yazışmalar gittiğinde operasyonlar yapıp o bilgileri alabilir. Veya örgüt, “Aytekin’i bizim arkadaşlarımızın bulunduğu hiçbir cezaevine göndermeyeceksiniz” dediğinde ortada bir uzlaşma yoksa devlet, örgütün isteğini kabul edip neden özel genelge çıkarsın? Bayrampaşa örgüt sorumluları devlet yöneticileriyle çok içli dışlıydı.
‘PKK’yla ateşkes Bayrampaşa üzerinden sağlandı’ iddiası
O yıllarda cezaevini kontrol eden devlet yetkililerinin, 1998 ateşkesini Bayrampaşa üzerinden sağladığı söyleniyordu. Öcalan, Bayrampaşa örgüt sorumlularına çok güveniyordu. Oysa ‘98 ateşkes ilanının içi boş, PKK’yi aldatmaya yönelik bir girişim olduğu anlaşıldı. Öcalan 1 Eylül 1998’de ateşkes konuşması yaptı. Bu konuşma öncesi örgüt temsilcisi Bursa Hapishanesi’nde bana geldi, “Ateşkes yapılacak, çok önemli gelişmeler var, yakın bir zamanda hepimiz çıkabiliriz” dediğinde çok şaşırmıştım. Öcalan’ın 1 Eylül 1998 konuşmasını koğuşta MED TV’den birlikte izledik. Programı Günay Aslan sunuyordu. Programda Öcalan’ın sesi duyulur duyulmaz, ekran titremeye başladı. Çok sonraları duyduk ki, sözde ateşkese uyacaklarını söyleyen devlet yetkilileri programa sinyal göndererek sabote etmişler programı. Birkaç gün sonra ise Türk Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş Suriye’yi tehdit ederek, Öcalan konusunda uyardı. Bir ay sonrası ise Öcalan Suriye’den çıkmak zorunda kaldı.
Ben bu ekibin, yani Bayrampaşa örgütüyle ilişkide olanların, Öcalan’ı İmralı’ya getiren ekiple bir ilişkisi olduğunu düşünenlerdenim. Bayrampaşa örgütüne inanan bir Öcalan yönetimi soluğu Kenya’da aldı.
‘Hayata Dönüş’ten sonra örgüt eylemleri sonlandı’
- Bunu açar mısınız?
İkna olmadıysanız şunu da söyleyeyim: Hayata Dönüş operasyonları yapıldıktan ve Bayrampaşa Cezaevi kapatıldıktan sonra radikal sol örgütlerin eylemleri dışarıda ve içeride bitmiştir. Bu operasyon bir devlet katliamıdır. 32 insanın yaşamına mal oldu. Tasvip edilecek bir yanı da yoktur belirtmek isterim.
- Dediğiniz gibi “devletin de çıkarı var”sa neden sonlandırsın bu ilişkiyi?
1980’lerde siyasi mahpuslara işkence yapan devlet 1990’lara geldiğinde “Bunlar zaten elimizde, istediğimiz gibi yön verebiliriz” dedi. Kürdistan’daki özel savaşa göre uygulamaya konan bu konsept, Öcalan’ın İmralı’ya getirilmesiyle birlikte son buldu. Radikal sol örgütlerin hapishanelerdeki denetimlerine 19 Aralık 2000’deki Hayata Dönüş operasyonuyla son verdiler. Eski yapıyı sürdürmeye artık çok da gerek kalmamıştı. 90’lı yıllarda hapishaneler gerçeğini, Kürdistan’daki özel savaştan ayrı düşünülmemesini anlatmaya çalışıyorum.
‘Öcalan yakalandıktan sonra kimse çözüldüğü için öldürülmedi’
- Peki Öcalan’ın Kenya’dan getirilme süreci hapishanede nasıl izlendi? Yakalandığında “Hizmete hazırım” diyen Öcalan, örgüt içinde “çözülen” olarak mı kodlandı, yoksa sözleri “taktiksel” mi görüldü?
Öcalan'ın yakalanmasından sonra poliste direnmek eski önemini yitirdi.
- Nasıl?
1999'dan sonra PKK'de kimse çözüldüğü için öldürülmedi. Ama bu dönemi konuşurken savaşı ve faili meçhulleri de unutmayalım. İnsanlar öldürüldükçe “İçimize sızmış ajanları var. Çözülenler parti suçu işliyorlar” diyorlar ve cezalandırmalar oluyordu. Hâlbuki poliste direnmek nasıl insani bir şeyse çözülmek de bir o kadar insanidir. Aynı şeyi Öcalan için de düşünüyorum. Öcalan uçakta “Ben hizmete hazırım” dediğinde biz koğuştaydık PKK’liler olarak, canlı yayında izliyorduk.
- Tepkiler nasıldı?
Böyle düşünmeyenler yıkıldılar ama ben Öcalan'ı gördüğümde de aklıma Osman geldi, Osman Tim’in yaşadıklarını bildiğim için çok şaşırmadım.
‘Öcalan’dan sonra çözülenleri öldürenler özeleştiri yapmadı’
- Yoldaşlarını çözüldü diye öldürebilen örgüt yöneticileri Öcalan’ı eleştirebildi mi?
Ayrılanlar oldu. “Biz bunun için mi mücadele verdik” diye kırılanlar, o savunmaları beğenmeyenler oldu. Ama örgüt devam etti ve çözülenleri öldürenler özeleştiri yapmadılar.
- İade-i itibar özeleştiri kapsamında yapılan bir hareket mi?
Evet. Diyelim ki bir infaz yapılıyor, sonradan yanlış olduğuna kanaat getirilince iade-i itibar yapılıyor. Sadece ölenler için geçerli bu, yaşayanlara yapılmıyor.
- PKK içinde iade-i itibar nasıl yapılıyor?
Raporlar gelir, bakar ki buna haksızlık olmuş, ailesini çağırıp “Özür dileriz, bir hata oldu” derler.
- İade-i itibarın, infazı organize edenlere yaptırımı oluyor mu?
Hayır, genellikle muhatabı bulunamaz. Geçmişe saplanmamak gerektiği, artık konunun partiye aktarıldığı, bundan sonrasının partinin sorunu olduğu vb. şeyler söylenir.
‘Çoğu infaz edilenin ailesi örgüt sempatizanı, susuyorlar’
- Ölümler ailelere nasıl haber veriliyor?
Hiçbir yere haber verilmiyor. Cezaevi veriyordur muhtemelen.
Hasan Hulusi Kulak ile Şimel Aydın'ın koğuşlarında öldürüldüklerini yazan gazete kupürü
- Nasıl öldüklerini sorduklarında doğru cevabı alabiliyorlar mı?
“Arkadaşları vurdu” derler. Basın da bu ölümleri kayıp kimlik ilanı kadar haber yapar. İyiyse 3. sayfada küçük, kötüyse 16. sayfada bir köşede.
- Aileler örgütlerin infaz kararlarını nasıl karşılıyor?
Anlatılması zor bir soru, öldürülenlerin çoğunun ailesi örgüt sempatizanı. Örgüt çevresinden insanlar, devrime, örgüte inanmış insanların sessizliği diyelim.
- Aileler “Kol kırılır yen içinde kalır” duygusundan mı susuyor, yoksa korkuyorlar mı sizce?
İşkence inanılmaz bir şeydir, hele bir de aynı değerleri paylaştığın insanların o işkenceyi yaptığını düşünmek daha da inanılmaz bir şey olsa gerek. 2003 yılında Bayrampaşa’da örgütlerin yaptıklarını anlattığım "İçimizdeki Hapishane" kitabım çıktığında yazılanlara inanmadılar. Ve bugün yine göreceksiniz, kitabıma bazıları yine inanmayacak. Devrimcilerin işkence yapmayacağına, yoldaşlarını öldürmeyeceğine inanan hazır bir kitle var bu ülkede.
‘İnfaz edilenlerin aileleri ne örgütten, ne devletten davacı’
- Diyelim ki hesap sormak isteyen bir aile var; nereye gider?
Örgüt merkezine gidiyorlardır muhtemelen. Orada sözle itibarı iade ediliyor veya edilmiyor. Ama sonrası yok. Her kayıp annesinin içinde üstü örtülmemiş bir mezar vardır. Bu yüzden yakınlarını kaybetmişler her cumartesi Galatasaray Meydanı'nda toplanıyor. Dicle Haber Ajansı’ndan Mehmet Hatman’ın 10 yıllık araştırmasına göre 5 bin 453 faili meçhul var. Ve bu ailelerin nerede olduğu sorusunun yanıtı var. Peki infaz edilenlerin aileleri nerede? Devlet, yakınlarının güvenliğinden sorumlu değil miydi? Sorumluydu. Ama ne devletten, ne örgütten davacı olamıyorlar.
“Öcalan’ın ‘15 bin infaz’ dediği söyleniyor’
- Ailelerin ses çıkarmasına PKK izin verir mi sizce?
Faili meçhul cinayetlerde yakınlarını kaybedenler, her Cumartesi günü Galatasaray Meydanı'na çıkıyor ve devlet bunu kabullenmiş durumda. Bu çok değerli bir hak arayışı eylemidir. Benzer bir eylem biçimi 90’lı yıllarda örgüt içi infazlarda yakınlarını kaybetmiş aileler için de bir haktır. Ancak bu hakkı aile yakınları kullanabilir. Bugüne kadar böyle bir girişim olmadı bu ailelerden, bundan sonra olur mu, olmalı bence. PKK izin verir mi, vermez mi? Henüz böyle bir girişim olmadığı için bilemiyoruz, girişim olduğunda sorunun yanıtını öğreneceğiz. PKK örgüt içi infazları reddetmiyor. Öcalan’ın mahkemede “15 bin infaz” dediği söyleniyor. İbrahim Güçlü ve Kemal Burkay da defalarca söylediler bunu, Öcalan'dan veya PKK'den yalanlama gelmedi. Ama 50 bin kişinin yaşamını yitirdiği bir savaşta örgütün kendi içinde bunca infaz yapması bana abartılı geliyor.
- Sizce PKK’da infazlara dair bir arşiv var mı?
Bunların arşivi olmaz, her örgütte örgüt içi infaz kayıt dışıdır. Bir an evvel unutulması, açığa çıkmaması gereken bir şeydir.
- Gültan Kışanak, “PKK yönetimi ve Öcalan defalarca ‘Hakikatleri Araştırma ve Gerçeklerle Yüzleşme Komisyonu kurulsun biz de hesabımızı vermeye hazırız’ çağrısı yaptı” demişti. Belge yoksa PKK ne için hesap verecek?
Bence Kışanak’ın söylediği çok yanlış. Bir insan veya örgüt özür dilemek için başkasını beklememelidir. Bir örgüt hatasını, yanlışını kabul etmek için karşı olduğu devleti niye beklesin? Bir insanın hatasını kabul etmesi nasıl ki erdemli bir tutumsa, örgütler için de öyledir. Aksi “Hatalar yaptım ama devlet hatasını kabul etmedikçe ben de etmem” demek gibi bir şey olur ki çok yanlış buluyorum böylesi bir tutumu.
‘50’ye yakın infaz Şemdin Sakık’a yıkıldı’
- Murat Karayılan, 2011’de çıkan “Bir Savaşın Anatomisi” adlı kitabında şu cümleleri kayıt düşüyor: "Bazı kişiler sadece yönetim kararıyla diledikleri insanları cezalandırmışlardır, bu tipler filan kişi ajanıdır dediklerinde anında cezalandırdılar hatta daha ileri giderek dürüst, bağlı, devrimci kadroları da cezalandırmaya başladılar." Sizce bu sözler bir başlangıç olabilir mi?
1995'teki 5. kongrede 50'ye yakın iç infazın itibarı iade ediliyor. Ama mesela Şemdin (Sakık) devlete sığındıktan sonra bunların neredeyse hepsi ona yıkılıyor. Başka bir örgüte gittiğinizde de “Evet, öyle tatsız bir olay oldu ama onu yapan bizden değil” diyorlar. Bunların vebalinin sistem değil, kişilerin olduğunu söylüyorlar.
‘Milliyetçi köylü kesim üniversiteli gençliğe baskın çıktı’
- Sizce sistemdeki sorun nerede?
Mücadele biçiminizin merkezine şiddeti alırsanız, iktidar/güç olma adına her yol mübah derseniz tam da böyle olur! Bütün mesele devrimci şiddet yönteminden, iktidar olma hırsından kaynaklanıyor. Devrimci şiddeti mücadele biçimi olarak uygulamaya koyduğunuz an bu uygulamalar kaçınılmaz olur. Şiddetin iki gözünün de kör olduğunu düşünüyorum, şiddet sonunda vuranı da vurur. Şiddetin böyle büyülü bir yanı vardır. Dünya devrimler tarihi incelendiğinde benzer olayların benzer sonuçlara yol açtığını görüyoruz. Her ne yapacaksak, kendi evlatlarını yemeyen devrimler yapmamız lazım. Biz 90'lı yıllarda koğuşlarımızda şunu tartışırdık: “Bir Kürdistan'ım olsun nasıl olursa olsun” mu, yoksa “Bir Kürdistan'ım olsun ama sosyalist olsun” mu? İçinde bulunduğum aydın, üniversite kökenli gençlik “Faşist Kürdistan istemiyoruz, sosyalist özgürlükçü bir Kürdistan olsun” diyordu. Ama sayımız hep azınlıkta kaldı. Milliyetçiliğin yoğun olduğu köylü kesim, “Nasıl olursa olsun bizim olsun” diyordu. Sonraki yıllarda PKK de bu eğilim baskın çıktı.
‘Belge isteyen Google’a baksın’
- “Bunların arşivi olmaz” demenize rağmen 2012’de şunu yazdınız: "Eğer sol, geçmişle yüzleşme gibi bir konuda samimiyse 40-50 yıl öncesine değil yakın döneme, 1990'lara, bugüne baksın istemediğiniz kadar bilgi belge mevcut." Mevzu bahis belgeler ne?
İnsanlar yeter ki araştırmak istesin, bulur o belgeleri. İnternet çağında Google arama motoru diye bir şey var. Google yukarıdan onlara bakıyor ve araştırma yapacak, belge toplayacak olanları bekliyor. Bu konularda çalışma yapmak isteyenler “Yoldaşını Öldürmek” kitabımda gereken belgeleri bulabilirler.
‘PKK, DHKP-C ve TİKKO infazlarının toplamı bini buluyor’
- Elinizde toplam kaç kişinin infazına ilişkin somut bilgi var?
1990 ve 99 yıllarını kapsayan on yıllık dönemde bin faili meçhul, bin de örgüt içi infaza dair somut bilgi var, isim isim.
- Bunlar kanıtlayabileceğiniz olaylar mı?
Evet, kanıtlanmış şeyler bunlar.
‘1990-99 arasında cezaevinde devlet 28,
3 örgüt 36 siyasi öldürüyor’
- Elinizdeki örgüt içi infazların ne kadarı hapishanede, ne kadarı dağda, ne kadarı ovada gerçekleşmiş?
PKK, DHKP-C ve TİKKO infazlarının toplamı bini buluyor. Bu ölümler arasında polis, asker yok; dağlarda yapılmış örgüt infazları yok. Bunlar köylerde, şehirlerde yaşayan siviller. “hain”, “işbirlikçi” ve “ajan” denilip öldürülenlerdir. Bunun 64’ü DHKP-C'nin, 62’si TİKKO'nun, geri kalan PKK'nin.
Bir de infazını söyle sana yöreni söyleyeyim durumu var. Bir Dersim örgütü olan TİKKO’nun infazlarından yaklaşık 15’i Dersim’de. DEV-SOL'un da 64 infazından 30'u İstanbul'dan. PKK’nın 1990-99 arası öldürdüklerinden 292’si devlet yanlısı olduğu için, 190'ı muhbir, 25’i itirafçı olduğu için öldürülüyor. 16 da köy muhtarı var listede.
Örgütlerin öldürdükleri arasında 74 kadın var. 1990'la 2000 yılları arası hapishanelerde Hayata Dönüş operasyonuna kadar olan sürede 28 siyasi mahpus devlet tarafından öldürülürken, aynı tarihlerde 1990-99 yılları arasında PKK, DHKP-C ve TİKKO'nun öldürdüğü siyasi mahpus, yani iç infaz sayısı 36.
- Örgütün hapishanedeki infazları devletinkileri aşıyor mu?
Yarışıyorlar; aralarındaki fark, ihtiyar kurtla genç kurt arasındaki fark kadar. Bence her örgüt henüz iktidar olamamış devlet adayıdır. Bunlar da diğer örnekler: Dersim’de 32 PKK, 34 devlet infazı var; Hakkâri’de 33 PKK, 48 devlet infazı; Batman-Silvan’da 16 PKK, 46 faili meçhul… Bu bölgelerin hepsinin bir anlamı var; Batman’da Hizbullah’ın o dönemki varlığı gibi…
- Siz bu sayıları neye dayanarak veriyorsunuz?
TİHV (Türkiye İnsan Hakları Vakfı). Bu vakıf kuruluşundan beri, aylık raporlar tutuyor, çok anlamlı bir faaliyet olduğunu söylemem gerekiyor. Bazı bilgilere bu raporlardan ulaşmak mümkündür. “PKK saldırısı sonucu 3 kişi yaşamını yitirdi, devlet saldırısı sonucu 5 kişi yaşamını yitirdi” diye not düşüyorlar.
- Ölümlerin devletten mi, PKK’dan mı kaynaklandığı tespitlerine nasıl güveniyorsunuz?
Yanılma payı bırakmak iyi olabilir. Çünkü 90’lı yıllarda birçok sivil eyleminin devletin JİTEM birimlerince yapıldığı biliniyor. Birçok yerde kadın çocuk ayrımı yapmaksızın katliamlar yapıldı ve “PKK’li gerillalar yaptı” denildi. Sonraki yıllarda öyle olmadığı anlaşıldı. Böyle eylemler var, bu bilgilere dikkat etmek lazım. Bunun yanında örgütlerin merkez yayın organlarında üstlendiği sivil öldürme eylemleri de var.
Mesela PKK'nin merkez yayın organı olan ve ayda bir çıkan Serxwebun gazetesi savaş döneminde sorun olmayacağını düşünerek “İki hain vuruldu”, “Bir aileden 5 kişi cezalandırıldı” gibi bilgileri yayımlamış. Örnek: Serxwebun, 17 Eylül 1990: "Kızını bir astsubaya veren Hüseyin Kadir ile kızı ölümle cezalandırıldı." Serxwebun, sayı 115, Temmuz 1991: "10 gerillanın ölümünde parmağı olduğu düşünülen 6 işbirlikçi Maraş Pazarcık'ta öldürüldü." Serxwebun, özel sayı 17, Eylül 1990: “Sömürü mekanizmasının birer aleti olan 9 mühendis Elazığ’da ölümle cezalandırıldı!”
Kaynak: T24