‘Pişmanlık’

1972-1974 arasını cezaevinde, tutuklu geçirmiştim. 12 Mart dönemi... O yıllarda, Silivri’de, babamdan bana miras kalmış büyücek bir arazi vardı. Hapiste, doğal olarak, vergisini ödeyememiştim. Borç büyümüş, üstüne de ceza eklenmişti. Ben çıktıktan biraz sonra, şansıma, bir vergi “affı” çıktı. Devletimiz bu kelimeye çok düşkün: “pişman”lık dilekçesi yazarak başvuracaksın, o zaman cezalar “affediliyor”, başta vermen gerekeni veriyorsun, sonunda bir şekilde kazançlı çıkıyorsun. Devletin toplayabildiği kadar para toplamak için başvurduğu bir çare, besbelli. Öyle ama, “af”tı, “pişmanlık”tı, bu babalanmalar da eksik değil.

Bu dilekçeyi nasıl sıkılarak imzaladığımı hâlâ hatırlarım. Olup biten, bir vergi borcu, o kadar. Siyasî bir tarafı yok, entelektüel bir tarafı yok. Gene de, bu “pişmanlık” lafı canımı sıkmıştı. Yahu, hapisteydim, ödeyemedim! Hepsi bu! “Pişmanlık” nereden çıktı, ne ilgisi var?

Bu hapisane hayatının bitişi de aslında aynı yaşantı kategorisine giriyor. Biz içerideyken 1973 seçimi oldu. Beklenmedik biçimde Ecevit ve CHP birinci parti olarak çıktı; bir süre sonra CHP-MSP koalisyon hükümeti işe başladı. Ecevit’in gündeminde “siyasî af” ön sıralardaydı; MSP de “evet” diyecek gibiydi. Şimdi Baykal’la Bahçeli’nin oynadığı rolü o tarihte Demirel üstlenmişti. İlk hedefi, MSP’nin muhafazakârlarını “komünistlerin affı”na karşı ajite ederek koalisyonu parçalamaktı. Bunu kısmen başardı; son anda MSP’nin o kanadı karşı oy verdi. Af çıkmadı.

Ama hükümet düşmedi. Ecevit bunu sineye çekti. Ne zaman ki adı “Kıbrıs fatihi”ne çıktı, o zaman sudan sebeplerle koalisyonu bozdu; ama seçime de gidemedi. “Milliyetçi Cephe” hükümeti kuruldu vb.

Neyse, anlatmak istediğim bu değil. Bütün bu tartışmalar olurken, “af” kelimesinden ne kadar sıkıldığımı hatırlıyorum. Bu tutukluluk işinde “teknik” anlamda “suçlu” idim ben. THKP-C’ye girip üye falan olmamıştım, ama bilerek yardım ediyor, elimden geleni yapıyordum. Çünkü ortada bir askerî yönetim vardı ve solu yok etmek üzere her türlü baskıyı uyguluyordu. “Meşru” olmayan, asıl “suç işleyen” onlardı.

Yani, kim kimi “af” ediyor? Neden “af” ediyor? Ben kimseden özür dilemedim ki. Meclis’teki değindiğim oylamaya kadar, bu kavga sürüp giderken “Ne yapsam?” diye düşünüyordum. “Ben ‘af’ edilmeyi kabul etmiyorum” desem ne olacak? Karga tulumba içeri aldıkları gibi bu sefer de karga tulumba dışarı atarlar. Bunu bile bile öyle “jest” yaparsan, birileri de gelip “Amma show yaptın, ha” dese, ne cevap vereceksin?

Derken oylama oldu. 146’ya af için oy veren MSP’liler sıra 141’e gelince Demirel’in kurduğu manevi baskıya dayanamadılar. Parti çatladı, af yattı, falan filan.

Bundan bir ay kadar sonra tahliye edildim. Benim madde 141/5, yani beş yıldan on iki yıla. Bunun tabanı olan iki küsur yılı doldurduğum için zorunlu olarak tahliye etti. Ben çıktıktan sonra Anayasa Mahkemesi oylamada biçim kusuru buldu ve metazori affı ilân etti. “O zaman ilericiymiş” falan diye yorumlar yapacak değilim. O zamanın devlet politikası böyle gerektiriyordu. Anayasa Mahkemesi her zamanki rolünü yerine getirerek devletin istediğini yaptı.

Böylece ben de “af” edilmiş oldum. Süreç böyle dallanıp budaklanıp karmaşık bir hale gelince ben de “affedildiğim” için fazla sıkıntı duyamadım. Ama “bayıldım” da diyemeyeceğim. Evet, gene aynı soru: “Kim kimi affediyor? Ne hakla affediyor?”

Burada “devlet” böyle bir varlık. Bu çeşit kelimeleri seviyor, bayılıyor, çünkü bütün derdi hiyerarşi; kim altta, kim üstte? Üstteki ancak “affeder”, alttaki ancak “affolunur” vb. Devletin hoşlanmadığı bir şey yapmışsan hemen “pişman” olmalısın. Olmazsan da, yüksek sesle, “pişmanım” diye bağırmalısın. Burnun sürtülmeli. Haddini bilmelisin. Sayıyla hizaya gelmelisin.

Yoksa devlet seni “affetmez”.

Şu son günlerde konuşulanları, konuşma tarzını izlerken geçmişten bu anılar tazelendi zihnimde.

TARAF