Elinize pimi çekilmiş el bombasını tutuşturuyorlar, “Dur orada!” diyorlar. Şöyle bir düşünün, ne hale gelirsiniz. Hele o “pim-çeker” teğmenle aynı safta olmuşsanız, bu eksersisi daha iyi yapmaya çalışın; belki empati kurmak yönünde bir adım atarsınız.
O çocuk o bombayı elinden atsa (hemen sipere kapaklanarak) muhtemelen hayatı kurtulacak. Ama ne biçim korkutulduysa, “Sen nasıl ordu malı bombayı boşuna harcarsın!” suçlamasıyla karşılaşmaktan, atamıyor.
Gazeteler “kırk beş dakika” diyor. Kırk beş dakika adam yok ortada. Ama bir mesafeden durumu izliyor, elinde bombayla bu çocuğun çırpınmasını seyrediyor. Evet, şöyle bir hayal edin, o çocuğun yerinde olduğunuzu, içinizden neler geçeceğini...
Sonra herhalde bir biçimde parmağı gevşediği için, bu azaptan kurtuluyor. Yanına üç kişi daha alıp gidiyor.
Bunu yapan, “pim”i çeken kişi bir “canavar” mı? İzlediğim mesafeden bir şey söylememe imkân yok. Ama hiç canavar filan olmayabilir. Bugünlerde karşılaştığımız birçok olayla ilgili olarak bende ilkin bu tepki oluşuyor. Hayır, bu olaylarda “aktör” konumunda olan “Ahmet”, “Mehmet” değil canavar olan. Bugüne kadar özenle yarattığımız sistem, değerler skalası, düşünme biçimi canavar. O sistem, bu bireylere canavarlık yaptırıyor. O sistem, kimsenin kendi dışına adım atmasına izin vermiyor.
Bu çocukcağız o bombayı elinde patlatmasaydı (hani beş dakika sonra pim takılsaydı, ne bileyim) o teğmen bu anısını kıvançla torunlarına anlatabilirdi. Sistem o günlere de devam etse, “Verdim eline bombayı... Sonra bir daha nöbette uyumadı” diye anlatırdı. Sistem aynen devam ediyorsa kimse de çıkıp “Böyle şey yapılır mı? Ya patlasaydı?” demezdi. Hayır, sistem bize bu durumda, “Ne yaman subaymış, yahu! Keşke ben de onun yanında askerlik öğrenseymişim” demeyi öğretiyor.
Bir yanda, insandan, “insan hayatı” kavramından arındırılmış, özellikle ve özenle arındırılmış bir soyut kavramlar hiyerarşisi var. “Vatan- millet-devlet” üçlüsü, “vatan savunması”, “kutsal vatan borcu”, “disiplin”, böyle uzayıp gidiyor. Bu kavramsal silsile-i meratip içinde en kutsal olmayan şey “insan hayatı”. O kavramların yanında, hemen buruşturup çöp sepetine atacağımız, atarken de hiç aldırış etmeyeceğimiz şey bu.
Çünkü savaş hayatın merkeziyse, insanlar ölecek. Ölmenin ne kadar iyi bir şey olduğunu insanların yüreğine, beynine kazımamız gerekiyor.
Teğmen de bu değer sisteminin dışına çıkmış değil. Nöbetin kutsallığını, ordunun verdiği silâhı kaybetmenin şerefsizliğini anlatıyor, öğretiyor. Belli ki inançlı bir vatanperver.
Yani, “değerler”in silsile-i meratibi içinde baktığınızda teğmene söyleyecek fazla bir şey yok. Ama, “savaş korkunçtur”, “insan canı hiçbir şey uğruna feda edilemez” diye konuşan hümanist, barışsever, ne bileyim, demokrat bir teğmen olsaydı, söyleyecek çok fazla şey olurdu. “En güzide kurumumuz içinde böyle sulu gözlü safsatalara kapılacak adamalara yer yok” diye başlardık.
“Değerler hiyerarşisi”nin yanında, onunla bağlantılı, bir de kurumsal hiyerarşi var, teğmenin kollaması ve kendini uydurması gereken. Orada ne oldu?
Tutuklanmış teğmen. Demek ki dört ölümle birlikte bu “pimli talim” muhtemel bir suç olarak görünmüş, o hiyerarşiye. Görünmüş de, bunu topluma açıklayan yok. Bir şekilde sızıp haber oluncaya kadar hiyerarşinin başlıca işi, olanı toplumdan saklamak. Zaten Genelkurmay Başkanı’nın bayram kutlama cevabı da kurumsal hiyerarşinin olaya nasıl baktığını gösteriyor.
Bu çocukcağız ölmese de, bir başka üste gidip “teğmen bana şöyle şöyle yaptı” diye şikâyetçi olsaydı, “kurumsal hiyerarşi”nin tepkisi ne olurdu acaba?
TARAF