Başlıktan, bu yazının konusunun Balyoz darbe planı soruşturması çerçevesinde tutuklanan ve belki de dava sonucunda muhtelif cezalara çarptırılacak subaylar ve generallerle ilgili olduğunu anlamışsınızdır. Benim bu konuda, Taraf okurlarının hiç değilse bir bölümünün karşı çıkacağını düşündüğüm biraz farklı bir değerlendirmem var. Fakat izninizle, bu değerlendirmenin nasıl bir kişilikten kaynaklandığı hususunda sizin de bilginiz olsun diye, önce biraz kendimden söz edeceğim...
24 Aralık 1978’di, Kahramanmaraş’ta beş gündür devam eden olaylar kanlı bir zirveyle sona ermişti.
O zamanlar üyesi olduğum Türkiye İşçi Köylü Partisi’nin (TİKP) yayın organı günlük Aydınlık gazetesi akşam saatlerinde ikinci baskı yapmış, “Maraş’ta 500 ölü” manşetiyle çıkmıştı. Tesadüf, o gün ilçe binasında bir toplantı vardı. Parti merkezinden gelen, “Gazeteden ikinci baskıyı gönderecekler, mahalleleri ve kahveleri dolaşarak satın” talimatı doğrultusunda ilçe binasından kimsenin gitmemesini sağladık. Yaklaşık 100 kişiydik. Bir saat kadar sonra gazeteler geldi ve biz elimizdeki gazeteleri satarak Alibeyköy’de dolaşmaya başladık.
O zamanlar Alibeyköy’ün merkezinde bir binanın ikinci katında çalıştırılan, çok dik merdivenlerle çıkılabilen bir kahve vardı. Ben ve dört-beş arkadaşım yukarı çıktık, masaların arasında dolaşarak, tahmin edebileceğiniz sloganların eşliğinde gazete satmaya başladık. Biraz sonra fark ettik: İçerde, bir bölümü eski mahalle arkadaşlarımız olan, fakat yıllardır selamı sabahı kestiğimiz 15-20 kişilik bir Dev-Sol grubu vardı.
Kahvede derhal bir gerilim oluştu, fakat hiçbirimiz bize saldırabileceklerini düşünmedik, ne de olsa ortada çok acı bir durum vardı ve onlar kendi gazetelerini satıyor olsalardı, bizim kullandığımız sloganları atarak satacaklardı.
Biraz sonra bunun fazla iyimser bir tahmin olduğunu anladık. Aşağıdaki yüze yakın insanın varlığından habersiz, bizim hepi topu beş-altı kişi olduğumuzu düşünen grup bir anda çullandı üzerimize. Biz kendimizi korumaya çalışarak merdivenlerden aşağı koşmaya başladık, o arada kafamıza epeyce sandalye de yedik. Grup, bizi izleyerek aşağıya, binanın dışına kadar geldi ve orada yüz kişinin arasına düşüverdi.
Bir kişi hariç, grubun tamamı o ilk şaşkınlık anından yararlanıp kaçtı. Kalan bir kişi öfkeden deliye dönmüş kalabalığın içinde kalıverdi. Demir çubuklar birbiri peşi sıra yerde yatan ve bütün gücünü kafasına darbe almamaya harcayan o tek kişinin üzerine inmeye başladı.
16-17 yaşlarındaki Dev-Solcu genci korumak için kendimi boylu boyunca onun üzerine attım, bir yandan da “ne yapıyorsunuz, öldürmek mi istiyorsunuz” diye bağırıyordum. Bizimkiler, davranışıma bir anlam verememiş, şaşkınlık içinde kalmışlardı. O birkaç saniye içinde yerde yatan gencin üzerinden kalktım, kalkarken de kulağına “hemen kaç” diye fısıldadım. O da fırsatı değerlendirdi ve kaçtı.
Suçlunun cezaya çarptırılmasında rol oynamak...
Gazete satışı bitti, ilçe merkezine döndük. Amaç, gazete satışı eyleminin bir değerlendirmesini yapmaktı ama kimsenin öyle bir niyeti yoktu. Herkes benim “eylemimin” eleştirisinin derdindeydi. Bir “sosyal faşist”in hak ettiği cezayı almasını engellemiş, küçük burjuva zaafı göstermiştim.
Bugün gibi hatırlıyorum, söylenenler bir kulağımdan girip öbür kulağımdan çıkmıştı. Yaptığım şeyin siyaseten doğru olup olmadığı umurumda bile değildi, değil mi ki ben ruhuma uygun davranmıştım.
Bir insanın bir cezaya çarptırılmasında rol oynamak, ceza hak edilmiş olsa da sarsar beni. Mesela Darbe Günlükleri’ni yayımladığımızda, bunun neticesinde bazı insanların cezalandırılabileceği ihtimali bir kez bile aklıma gelmedi. Bu ihtimali bana ilk hatırlatan kişi kızım olmuştu. Kendimi çok kötü hissettiğimi hatırlıyorum. Belli ki bilinçdışına kovmuştum bu ihtimali. Ne yaptım, biliyor musunuz, kendimi de kızımı da “Burasının Türkiye olduğu, işlerin o raddeye varmayacağı” hususunda temin etmeye çalıştım. Bunu, Devrim Sevimay’ın Milliyet için (28 Nisan 2008) benimle yaptığı söyleşide de anlatmıştım:
“– Birinin günlüklerini okumak bir süre sonra o insanla nefes alıp vermek gibi de bir şey olmalı. Acaba böyle bir tecrübe sonunda Özden Örnek Paşa’ya hiç sempati duydunuz mu?
Evet, üstelik o kadar da değil. Yani eyleminin içeriğini hiç tartışmam bile. Darbe girişimi asla kabul edebileceğim bir şey değil. Ben sivil siyaset alanını savunuyorum ve bu konuda hiçbir ‘Ama’m da yok. Ancak doğrusunu isterseniz kendisini sempatik buldum ve hatta karakter olarak kendime yakın hissettim diyebilirim.
– Aaa bu çok ilginç; neyi mesela yakın buldunuz?
Mesela çok ciddi hiyerarşi eleştirileri var. Ordu demek hiyerarşi demektir değil mi, yani orada artık ben bile kabul ederim onu. Ama ordudaki o hiyerarşiye, bazı şeylerin tekdüzeliğine, sürekli aynı şeylerin tekrarlanmasına, o bayramlardaki havaya ilişkin çok güzel eleştirileri var. Ordunun halkla kurduğu ilişkiye dair önemli şeyler söylüyor. 27 Mayıs’a ilişkin müthiş eleştiriler yapıyor.
– Benzer düşündüğünüz şeyler de var yani?..
Ben şunu da söyleyeyim, bu günlükleri yayımladığımızda iş ilerler ve sonuçta yargılanırlar gibi bir şey aklımın ucundan geçmemişti. Çok tuhaf, ama bir gün kızım bana hatırlattı, ‘Baba bu iş sonuna kadar gider de Özden Örnek yargılanır mı?’ diye... Bunu duyunca bir an çok kötü hissettim kendimi. Gerçekten... Ve kızıma ‘Yok ya olmaz herhalde’ dedim. O kadar tuhaftı ki oradaki ruh halim...”
Cezasızlık ve sonuçları
Ceza hukukçularının sıkça kullandığı, hukuk felsefesinde daha sofistike bir karşılığı olan ve henüz gündelik basının dolaşımına girmemiş bir kavram var: Cezasızlık...
Kavram daha çok insan hakları alanında kullanılıyor ve kabaca, cezayı gerektiren durumlarda (işkence vb.) kamu otoritesinin şu veya bu yolla cezai uygulamaları “teğet geçmesi” anlamına geliyor. “Cezasızlık” üzerine çalışanlar, hak ettiği halde cezadan kurtulanların sayısının artmasının, bir yandan suça karşı mücadele edenlerin mücadele azmini törpülediğini, bir yandan da suçu işleyenleri daha da pervasız hale getirdiğini savunuyorlar.
Bence, “cezasızlık” kavramını, kullanım alanını ve anlamını biraz esneterek, Türkiye’nin darbeci geçmişine ilişkin olarak da kullanabiliriz. Düşünürsek, mesela işkencecilerin cezasız kalmasının yol açtığı ikili sonuç, darbecilerin cezasız kalmaları durumunda da ortaya çıkıyor.
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Deniz Baykal, tutuklanan emekli generallerin artık “pijamalarını giydiklerini” söyleyerek Balyoz bahsini kapamamız gerektiğini savunuyor.
Ben ise keşke diyorum (“naif” olduğunu peşinen kabul ederek), Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ne olup bitmişse her şeyi ortaya çıkarsaydı, yapılanların tıpkı gerçekleşmiş darbeler gibi yanlış olduğunu ilan etseydi ve bundan sonra normal bir ülkenin normal bir ordusu gibi davranacağı hususunda topluma söz verseydi...
Böyle bir durumda, intikamcı duygulardan uzak biri olarak (umarım yukarıda anlattıklarım sizi bu hususta ikna etmiştir), ben asla “ille de yargılansınlar, ille de cezaevine girsinler” gibi bir ısrarcılık içinde olmazdım.
Fakat TSK böyle yapmıyor ve ülkenin ana muhalefet partisinin lideri, buna rağmen “cezasızlığı” savunuyor.
Bu durumda benim gibilere “Yargılansınlar ve suçları sabit görülürse cezalandırılsınlar” demekten başka çare kalmıyor.
TARAF