“Topluma öncülük” iddiası genellikle tüm siyasi hareketlerin ortak paydasıdır. Ufuk sahibi olmayı, siyasi ve toplumsal olaylarda çığır açmayı ve nihayet adaleti tesis etmeyi ima eden de bu “öncülük iddiası”dır zaten.
Öteden beri “Toplumun öncüsü Kemalistlerdir!” söylemi kadar “Toplumun öncüsü sosyalistlerdir!” iddiasına da çokça muhatap oluyoruz. Bu konuya ilişkin söylem bizim camiada genellikle “İslamcılar-Müslümanlar toplumun öncüsü olmalıdır!” bağlamında ifade edilmektedir.
Konuyu tartışmak üzere hatırlatan ise Murat Belge oldu. Belge “Sol siyaset var” iddialarını dile getiren çevrelere içeriden bir itiraz yükseltiyor ve şöyle söylüyordu: “Sol siyaset” olması için önce “sol analiz” olmalı. Bu hiç olmadı ki “sol siyaset” olsun. (1 Mayıs, Taraf)
Doğru Analiz Yoksa Sen de Yoksun!
Analiz, siyasal-sosyal durumun çözümlenmesidir. Yaşadığımız zaman ve mekân kadar muhatap olduğumuz toplum kesimleri hakkında da sağlıklı bir teşhiste bulunmak her işin öncesinde gelir.
Devletin kimliği ve 1 Mayıs vesilesiyle ortaya çıkan manzarayı bu yazının konusu edinerek aynaya yansıyanlara bakmakta fayda var. Aynadaki suretlere bakarak bir yol almaya çalışalım.
Devletin kimliği ve hedefleriyle alakalı analiz noktasında İslami/İslamcı kesimler öncülük misyonlarını hakkıyla yerine getirebilmişler midir? Kemalist ve laikleştirici politikaların felsefi arka planını ortaya koymakta ne kadar başarılı olabildiğimizin muhasebesini yapmaya mecburuz. Oysaki darbe siyasetini örgütleyen askerî-sivil oligarşinin işleyişinin yeterince çözümlenmemesi demek yeni cunta ve darbe girişimleri için açık kapı bırakmak demektir.
19 Mayıs törenlerine ilişkin Milli Eğitim Bakanlığının yayınladığı genelge için Danıştay’ın yürütmeyi durdurma kararı alması ne anlama geliyor? Elbette en başta siyaset ve toplumun hangi merkezler tarafından vesayet altında tutulduğunun önemli bir göstergesi anlamına geliyor. Eğitim-öğretim imkânlarıyla bu ülkede faşist bir toplum modelini örgütleyen devlet aklı ile ulusal veya uluslararası sermayeyi muktedir kılan devlet aklı birbirinden farklı değildir.
Anayasasından İş Kanunu’na, asgari ücretin tespitinden ithalat-ihracat dengesine, faiz oranlarından döviz kurlarının tespitine, sendika yasasından taşeronlaştırmaya kadar hemen her işte devletin ortağı olan TÜSİAD’ı atlayarak bu ülkede iktisadi analiz yapma imkânı var mı?
Kemalist ideoloji ve TSK’nın darbe politikalarıyla paralelleşen TÜSİAD’ı görmezden gelen veya kendi de benzer politikalar yürüten sendikal hareketlerin, sol-sosyalist örgütlerin yaptığı ‘emek-işçi’ güzellemeleri belki müşteri bulur. Ama bu şaşı bakış, bu samimiyetsiz ve tutarsız siyaset hiçbir derde deva olmaz. Deva olmak bir tarafa mevcut statükonun devamına katkı sağlar ve sağlıyor da zaten.
İyiden iyiye bir ‘faşing’e dönüşen 1 Mayıs’ın Stalinist-Maocu sekter söylem ve görüntülerinden ayıklanmaya başlaması belki de birilerinin çok hoşuna gidiyordur. Zayıflamış hatta iyiden iyiye kendi bağlamından kopartılarak kullanışlı bir araca dönüştürülmüş 1 Mayıs beklendiği üzere “dinci” AK Parti hükümetine karşı kullanıma hazırlandı. DİSK ve KESK’in yanında Kemalizme ve özellikle de 28 Şubat darbe sürecine eklemlenmiş sol-sosyalist kesimlerin (TTB’den TMMOB’ye, ÖDP’den TKP’ye kadar) söylem ve hedeflerine kim güven duyar?
Emek mücadelesini toplumun İslami kimliğini asimile etme biçimine dönüştüren sol-sosyalist kesimler esasen TSK’nın akredite ettiği kadar devrimci duruş sergiliyorlar. TÜSİAD’ın TSK ile kol kola girerek ülke ve topluma koyduğu ipoteğin analizini yapmaktan aciz bir devrim siyaseti olamaz. Akredite sol-sosyalist, brifinglendirilmiş sendika ve örgütlerin çarpık ‘emek mücadelesi’ statükoyu değiştirmeye değil, olsa olsa tahkim etmeye hizmet eder.
‘İdeolojik İntihar’ın HAS’ı
Bu 1 Mayıs’ta merkez medyanın en çok hoşuna giden kortejlerden biri de “Anti-Kapitalist Müslümanlar” tarafından oluşturulanıydı. Meydanların her renk ve kokuya açık, her fikir ve ideolojiye müsait olması, özlenen bir bayram, şenlik ve festival havasında sunuldu. Medyanın bu ilgi ve övgüsünün sağlıklı bir karşılığı var mı acaba?
Onurlu ve emniyetli çalışma şartları, adaletli paylaşım ve teminat altına alınan iktisadi-sosyal haklar konusunda muazzam çarpıklıklar hatta zulümler işlendiği bir vakıa. Tekebbür ve tuğyanı içselleştirenler arasında Müslümanlardan azımsanamayacak kadarının rol aldığı da acıklı ama gerçek bir hikâye. Siyasi alanda olduğu kadar iktisadi alanda da seyreden haksızlıklara karşı mücadele yükseltmek ertelenemez bir sorumluluk. Kemalist sermaye sahiplerinin haksızlıklarına karşı çıkma sorumluluğu ile muhafazakâr veya İslamcı sermaye sahiplerinin sergilediği haksızlıklara karşı çıkma sorumluluğumuz ayrıştırılamaz.
Zulme ve tuğyana sebep olan kim olursa olsun itiraz edeceğiz. Lakin kimsenin oyuncağı ve tetikçisi olarak kullanılmaya da razı olmaksızın. Sola öykünen, alabildiğine lümpen görüntü ve söylemi içselleştirenlerle olmaz bu iş. Marifet, sol-sosyalistlerin söyleyemediğini söylemekte. Koroya katılıp aynı türküyü çığırdıktan sonra kimden, niye itibar göresiniz ki?
İslamcı bir söylem her şeyden önce İslamcı bir analizi, İslamcı bir mücadeleyi öngörür. Ahlakından, ibadetinden, ilişkilerinden şüphe duyulan bu söylem sahipleriyle kitle tutmak ne mümkün! Ne gösterişe dönüşen fıkıhsız cenaze namazı kurtarır vaziyeti ne de anlamından koparılarak propaganda edilen ayetler.
Elbette kendine HAS bir analizi, kadrosu ve siyasal söylemi olmayanların kendine HAS bir mücadelesi de olmaz. Mesele AK Parti’yi veya kapitalist-liberal yaşam biçimine öykünen, tüketim ve gösteriş çılgınlığına müptela olan zengin(leşmiş) Müslümanları uyarmaksa eğer saçma söylemlerden ve kirli ilişkilerden uzak durmak gerek. Çünkü kullanılmaya müsait tipler ve hareketler en başta statükonun devamına hizmet ediyorlar.