Hayata ve Militarizme Dokunan Hikayeler: Pêlava Birîndar
Modern dönem Kürtçe edebiyatın genç ve başarılı emekçilerinden bir isim Evdile Koçer. Ünü henüz geniş kitlelere ve edebiyat dünyasına mal olamamışsa da Kürtçe öyküye özellikle de biçimsel alanda kazandırdığı nitelikle bu alanda kendisinden söz ettireceği görülmektedir. Koçer'in uzun öykülerden oluşan "Mirin" (Ölüm) kitabından sonra yeni yayımlanan ve "Pêlava Birîndar" (Yaralı Postal) adını taşıyan kısa hikaye kitabı da öykü yönelimindeki başarısını artıracağa benziyor. Adından da anlaşılabileceği üzere bu kitap ve içerdiği öyküler savaş yorgunluğunu, militarizmi ve bunun tarafları üzerinde oluşturduğu yabancılaştırıcı etkileri başlıca tema olarak işlemektedir.
Gerek Tasfiye dergisinin Kürtçe özel sayısındaki konuyla ilgili soruşturmaya verdiği cevabında ve gerekse de muhtelif Kürtçe süreli yayınlardaki çoğu yazısında modern Kürtçe edebiyatın sorunlarını irdeleyen Koçer'in bu bağlamda söz konusu edebiyatın ilgi alanlarına yönelik olarak getirdiği eleştiriler dikkat çekicidir. Tasfiye soruşturmasında Kürtçe edebi eserlerde namaz kılan bir anne, başörtülü bir kadının kimliğiyle var olmada karşılaştığı sorunlar vb. meselelere yer verilmediğini belirterek söz konusu edebiyatın iç daralmasını eleştiren Koçer, modern Kürtçe edebiyatın birkaç istisna dışında hem biçemde ve hem de içerikte edebi anlamda önemli eksikler taşıdığını söylüyordu/söylemektedir. Düzenli yazdığı tanınmış Kürtçe sanat-edebiyat portalı www.diyarname.com da da benzeri konularda yazarın son zamanlarda Suriye kökenli önemli Kürt edebiyatçısı Helîm Yusuf'la birlikte alana dönük dikkat çekici tartışmaları bulunmaktadır.
Öykü yazarlığı ve edebiyat eleştirmenliğinden başka ayrıca mizah yönüyle de dikkat çeken Koçer'in siyasi mizah yönü de nitelikli. Hatta yazınsal alanda Kürtçe mizahta ilk olma özelliği taşıdığı söylenebilir. Nitekim yazarın 2002 yılında İstanbul'da Peri Yayınları arasından çıkan "Govendistan" isimli ilk çalışması da mizahî bir yapıdadır. Koçer'in mizahî anlatıma başta son kitabı Pêlava Birîndar olmak üzere hemen bütün eserlerinde yer verdiği söylenebilir. 49 kısa hikayeden oluşup Han Yayınları arasından çıkan son kitabında bu anlatım örneklerine sıkça rastlamak mümkündür.
Gerek içerik ve gerekse de biçem yönüyle modern Kürtçe edebiyata dört eserle yaptığı katkıları dikkate değer olan Koçer'in istikrarlı ve eleştirel yapısını daha da geliştirerek yakın gelecekte en azından bu alanda öne çıkmış olan bir Mehmet Uzun ve Helîm Yusuf kadar ilgi toplayacağını söylemek mümkündür. Koçer'in ve Yusuf'un Kürtçe edebi havzasına yönelttiği en temel eleştirinin "Kürtçe olsun da nasıl olursa olsun!" yaklaşımı olarak tespitlenebilir. Ne var ki gerek alana yönelik eleştirel yaklaşımları ve gerekse de eserlerinin yoğunluklarına rağmen bu iki Kürtçe edebiyat işçisi Hece Öykü dergisinin Kürtçe Öykü'ye yer verdiği sayısında yer almadılar. Açık bir haksızlık örneği olarak algıladığımız bu durumun en azından Hece'nin müteakip sayılarında giderilmesini umuyoruz.
İsveç'te yaşayan Koçer'in şuana değin yayımlanmış olan toplam dört eseri bulunmaktadır. Bunlar sırasıyla şunlardır:
- Govendistan, Peri Yayınları / 2002.
- Mirin, Aram Yayınları / 2006.
- Koçername, Do Yayınları / 2009.
- Koçerbêj, Han Yayınları / 2010.
- Pêlava birîndar, Han Yayınları / 2010.
***
Seçki
Genel olarak çoğunun PKK-Devlet arasındaki savaşı çağrıştıran bir ortamda kurgulanmakla birlikte sürrealist bir özellik taşıyan Pêlava Birîndar'daki kısa hikayelerde savaşın beraberinde getirdiği acılar ana tema olarak seçilirken yine kurgusal bir zeminde betimlenen savaş sonrasında eskinin militanlarının hayata yeniden tutunma, sosyalleşme ve yaşama adapte olma noktasında düştükleri insani trajediler öne çıkmaktadır. Bu yapılırken anlatı bazen okuyucuyu hüzne boğmakta bazen de mizah ön plana çıkarak gülümsetmektedir. Bu bağlamda örnek birkaç kısa hikayenin tarafımızdan yapılan Türkçe çevirisini ilginize sunuyoruz:
Koleksiyona Pêlavên Leşkeran (Askeri Postallar Koleksiyonu)
Beraber büyümüştük.
Çocukluğunda askerlerin postallarını boyardı.
Büyüdüğünde askerlerin postallarını öpmeye/yalamaya başladı.
Yaşlandığında askeri postallardan bir koleksiyon yaptı.
Ve öldüğünde askeri postallar koleksiyonunu beraberinde gömdüler.
Polîsê Sîvîl (Sivil Polis)
Komşumuzdu.
Beraber büyümüştük.
Kaçtı yıllarca sivil polislerden.
Onların korkusuyla büyümüştü.
Değil yalnız gözaltında, uykularında/rüyalarında da getirmişlerdi başına çok şey.
Fakat şuan herkes ondan kaçıyor.
Ben de.
Neden mi?
O bir sivil polis çünkü artık!
Fikir (Fikir)
Komik ve aynı zamanda düşündürücü bir öykü. Hayata dokunmayan fikirlerin hâlde ve istikbalde bir karşılığının olamayacağına dair güzel bir anlatım. Fikirlerini mutlaklaştıran aşırı özgüven sahibi ve mütekebbir insan tipolojisini de afişe ediyor öykü bir yönüyle.
Adam her yerde kendisine övgüler dizerek şöyle diyordu:
- Şuan hiç kimse fikirlerimin değerini bilmiyor ancak kırk yıl sonra fikirlerim her yerde yeşermeye başlayacaklar.
Bunun üzerine arkadaşlarıyla birkaç adet seçkin fikrini ayıklayarak bir şişeye koydu ve ağzını sıkıca kapadı.
Kırk yıl sonra savaşın bitimine müteakip adamımız bir arkadaşıyla beraber şişenin ağzını açtı.
Derken bir de ne görsün; fikirleri o kadar bayatlamışlar ki kokmaya yüz tutmuşlar.
Pis kokuya kendisi de dayanamayarak şişenin ağzını kapadı tekrar.
Yüzünü ekşiterek arkadaşına kakışmaya başladı:
- Bunlar benim fikirlerim olamaz! Yüzde yüz belli ki birileri fikirlerimi değiştirerek başka kalıplara sokmuşlar!
Dilinden birkaç adet sövgü de saçıldı.
Arkadaşı ancak ona gülmekle yetindi.
Dikkat Çekici Diğer Bazı Hikayeler
Bu örnek seçki dışında aşağıda derleyerek kısaca değerlendirdiğimiz hikayelerin de öyle hikaye denilip geçilmeyecek türden konulara temas ettiği kanaatindeyiz.
Ken û Girîn (Gülmek ve Ağlamak)
Ken û Girîn de sosyal yönü baskın öykülerden birisi olarak öne çıkarılmaya değer. Savaş dönemi boyunca gülmeyi ve ağlamayı unutmuş olan bir karakterden söz eden öykü savaşın bitimine müteakip savaş koşullarının robotlaştırdığı aynı karakterin gülme ve ağlama gibi insani duyguları keşfediş sürecine değinmekte. Bu nedenle önce gülme terapistine gider kahramanımız. Ne var ki terapistin yanıtı "Öncelikle ağlamayı öğrenmelisiniz ki gülmeyi öğrenebilesiniz." olur. Müteakiben ağlama terapistinin yolunu tutan kahramanımızın terapistten aldığı yanıt bu kez de tam tersi istikamettedir.
Öykü savaşın, militarizmin insanı kendi özüne yabancılaştıran olumsuz yapısına değinide bulunması dolayısıyla nitelikli bir yapı arz etmektedir.
Xayîn û Leheng (Hain ile Kahraman)
İlginç ve ihanet ile kahramanlık mefhumlarına dair alışılagelmiş algıları sarsan ironik bir öykü. Diyalojist bir anlatımın uyarlandığı öyküde Hain ile Kahraman buluşturularak münazaraları aktarılır. Münazarada her iki mefhuma dair şu ifadeler nitelikli bir kurguyu ifade etmektedir.:
- Kahraman: "Yeğenim Hain, en çok neyime taaccüp etmektesin?"
- Hain: "Hainliğine yeğenim. Peki ya sen en çok neyime taaccüp etmektesin?"
- Kahraman: "Ben de en çok senin kahramanlığına taaccüp ediyorum."
Sorav (Kırmızı Sulu Boya)
Çocuklar yanı başımızda günbegün büyüyünce heyecanlanırız doğal olarak. Ve hatta bu bazen bize o kadar ani gelir ki onların hızlı büyüme süreçlerini ve değişimlerinin hızına yetişemez, taaccüp bile duyarız. Ancak büyüyen her çocuğun beraberinde büyüttüğü beklentiler de bakımlarını üstlenen aktörlerin endişelerini derinleştirmektedir kuşkusuz. Yazarın öyküye taşıdığı konu ise bu noktada dramatiktir. Kız çocuklarından Berfîn'in ayak parmaklarının tırnaklarını süslemek ve bunun için de kırmızı sulu boya istemi doğaldır. Ne var ki bu doğal talep karşısında hüzne ve ikileme gömülmüştür aile. Çünkü bu talebin diğer kızları Şevgul'e nasıl yansıyacağını kestirmekteler. Zira Şevgul ayaklarının birini bastığı mayın sonucunda kaybetmiştir.
Öykü Türkiye'nin çocukları teslim alan mayınlı arazi gerçeğiyle bir kez daha yüzleştirmektedir.
Dikana Zargotina Kurdî (Kürtçe Folklor Dükkânı)
Kürtçe edebiyat ve folklorun derlemesi üzerinden yapılan ticaretin çarpıklığını gözler önene seren bir öykü. Siirt'te kurgulanan öyküde adamın biri Kürtçe Folklor Dükkânı isminde bir dükkân açar. Toplumun çoğu bu işe anlam veremezken bir kısmı da onun hain ve ajan olduğunu iddia ederler. Ne var ki önce bir iki çocuk-genç, derken gençlerin geneli büyüklerinden öğrendikleri Kürtçe özdeyiş, deyim, atasözü vb. birkaç kuruş için adama götürmeye başlarlar. Öyle bir an gelip çatmıştır ki yayılan bu durum sonucunda dükkânın önünde artık kuyruk oluşmaya başlar. Adam kendisine getirilen her malzemeyi derleyip tashih ederek ayda bir Diyarbakır'a götürüp orada konuya ilgili Kürt vakıf, dernek ve yayınevlerine satar. Bunu geçim kapısı olarak algılayan ve salt bunun için yapan dükkânın sahibi karakterinde yazar muhtemelen değerlerin ticari metaya, birer tüketim nesnesine dönüştürülmesinin olumsuzluğunu anlatıyor olsa gerek.
Bêrîkirina Welêt (Yurt/Memleket Özlemi)
Trajik ve trajik olduğu kadar da reel bir öykü… Muhteva itibariyle biraz "Mirin"ı çağrıştırıyor… Vatana özlemin çağrışımları üzerinde duran yazar, bunun kendisine Berlin havalındaki kadını çağrıştırdığını söyler. Buna göre diğer sürgünler gibi sürgün yemiş Diyarbakırlı bir Kürt kadını ülkeye özlemle doludur. Özlemini az da olsa dindirmek için belli aralıklarda Berlin havaalanına giderek Diyarbakır yolcularını izler. Birkaç kez kontrol noktasına kadar gitmişse de ülkeye uçmaya cesaret edememiştir. Derken bir gün özlemle hep uğrak yeri kıldığı o havaalanından ölmüş sürgün cesedi uğurlanır memleketine. Ülkesinin havasına dirisi kavuşamasa da ölmüş bedeni kendi toprağıyla buluşur.
Periya Reş (Kara Peri)
Yine savaşın insan hayatında yol açtığı acıların anlatıldığı dramatik bir öykü. Adamın küçük kızı için yaptığı bir oturak/kürsünün etrafında dönenen anlatım derken çocuğun annesini kara bir peri şeklinde gördüğü rüyasına gelir. Çocuğun annesi ve tabii ki de babasının eşi bir mayına basması sonucunda önce iki ayağından ve sonra da canından olmuş. Bu durum sonucunda küçük kız artık gerek rüya ve gerekse de gerçek alemde karşılaştığı her güzellik ve çirkinlik karşısında annesini ve acısını kendisine çağrıştıran bir şeyler bulur. Rüyasında mayın tarlasına doğru iteklenmektedir ve etraftaki periler de kör-sağır ve dilsiz kalmışlardır. Muhtemelen burada zulme karşı sessiz kalan insanlar anlatılmak istenmiştir. Annesi ayakları yerden kesik kara bir peri şeklinde çocuğu mayınlardan korumaya çalışmakta ama güç yetirememektedir. Öykü, adının anlamını da buradan almıştır.
Panzer
Farklı etnisitelere mensup üç çocuk… Aynı okulun öğrencileri olarak kurgulanıyorlar. Öğretmen birer oyuncak resmi çizmelerini ister. Türk kökenli çocuk bir otomobili çizerek Atatürk'ün Arabası adını koyar. Kürt çocuk bir panzer resmi seçer ve adını Alaman Panzeri koyar. Alman çocuk ise bir araç çizerek adını Konuşan Araba koyar. Sanırım burada militarizm, kapitalizm ve Kemalizm'in çocuk zihnindeki çağrışımları konu edinilmiş. Muhtemelen bir Filistinli eklense bu çocukta oyuncağın çağrışımı da Siyonist tanklar ve taş atan çocuklar olurdu. Keşke Kemalizm, kapitalizm ve militarizm salt birer oyuncak olsa!
Bîtlîs (Bitlis Sigarası)
Kirli savaşın yol açtığı sosyal trajedilerden biri de yakılan köyler ve bu yüzden mülteci konumuna düşen insanlar ola gerektir. Bu öyküde de yazar bunu konu edinmiş. Avrupa'da bu acıların muhatabı bir adam hüznün ve acının resimlerini yaparak ve turistlere satarak yaşama tutunmaya çalışmaktadır. Yazarımız Kürt olduğunu yakılmış bir köy ve Bitlis sigarasının paketinden anlayarak diyaloga geçmiştir. Muhatabının mesajı üzerine kendisinin sigara paketinden Kürtlüğüne ulaştığını söyleyen yazar, "Her halde siz de Bitlis sigarasını içenlerdendiniz?" sorusuna karşı muhatabından şu cevabı alır:
"Hayır vallahi. Şuana kadar sigara kullanmış değilim. Ne var ki askerler sarı bir toz ve şu Bitlis sigarasının ateşiyle köyümü yaktılar."
Pênûs û Lênûsk (Kalem ile Defter)
Öncekilerine oranla kısmen uzun ve bir o kadar da dramatik bir öykü. Ne var ki bu trajedi bir kurmaca değil, hayatın içinde yaşanmaya devam eden ve en temelde sistemin de beslediği fakrdan ve mağduriyet, yoksulluk ve yoksunluktan kaynaklanan acıların mütevazı bir aynası…
Bir bayram arifesinde babası köyden şehre giden çocuk, heyecanla babasının dönüş yolunu gözlemekte. Ne var ki babasının dönüşü çocuğa hayalkırıklığı olarak yansır. Umut ettiği yeni bayram kıyafetleri –muhtemelen yoksulluktan- gelmemiştir zira. Babasının getirdiği bayram hediyesi ise öyküde de adını bulan salt bir kalem ile defter.
Bu kadarıyla bitmiyor öykü.
Bayram sabahına gelindiğinde herkesin duyduğu heyecanla cami yolunu tutar çocuk. Ancak minareden yükselen saladır. Ölüm duyurusu yapılan da sitem ederek sabahladığı (yoksul) babası.
O gün bugündür defter ve mürekkebine her bayramda hüzün ve gözyaşı yağarmış gamlı çocuğun.
Kim bilir daha nice çocuğun, çocuğumuzun muhtelif sebeplerden kaç hüzünlü bayramı vardır. Öykü en çok da yoksulluğu, yoksulluğun bozduğu ilişkileri, imkansızlığın büyüttüğü sitemleri; biraz Filistin'i, biraz Kürdistan'ı anımsatmakta.
Ama en çok da daha geçen Ramazan'da evine ekmek götüremeyen Silvanlı Hacı Oruç'un dramını çağrıştırmakta. Hatırlanacağı üzere Diyarbakır'ın Silvan İlçesi'nde seyyar satıcılık yapan evli ve 4 çocuk babası 40 yaşındaki Hacı Oruç, iftar açmak için geldiği evde eşine iftarda ne yaptığını sorunca, eşinin "Yemek yapacak bir şey yoktu, iftarda yemek yapamadım." demesi üzerine üzülmüş, çocuklarına sarılmış sonra evin bir odasına çekilip, kendisini tavana asmıştı. (Bkz: Orucu Ölüm ile Açmak, Güney Uzun, http://haksozhaber.net/author_article_detail.php?id=17418)
Sahi çocuklarına, geride bıraktığı yetimlerimize ne oldu Hacı Oruç'un? Haberi olan(ımız) var mı?
HAŞİM AY / HAKSÖZ HABER