Peki, Ya Resmi İdeolojik Vesayet?

HAŞİM AY

“Yeni Türkiye” ile “Eski Türkiye” arasındaki gerilim AK Parti’nin bir türlü yakasını bırakmıyor. Bilhassa 15 Temmuz sonrası içine girilen sürecin bu gerilimi daha bir arttırdığı görülüyor. Gerilimin dozu yükseldikçe bunu ensesinde hisseden siyasal öznenin çelişki ve bocalamaları da artıyor.

Gerilimin sebebi nerede aranmalı? Bu soru önemli. Dün olduğu gibi hâlihazırda da büyük bir çoğunluk AK Parti’nin maruz kaldığı gerilimi izah noktasında haricî faktörlere göndermede bulunuyor, hatta sorunu buna indirgiyor. Buna göre siyaset, toplum ve ekonomi ölçeğinde yaşanan gerilim tümüyle dış güçlerce kotarılan bir olay olup Türkiye devletini parçalayıp bölmeyi amaç edinmektedir. “Üst akıl” kavramının da icat edildiği bu retorikte sadece dahilî siyasette değil yanı sıra uluslararası ölçekteki gelişmeler de bu çerçevede okunmak istenmekte ve başta Suriye ve Irak olmak üzere komşu bölgelerde yaşanan hemen her gelişme “üst akl”ın Türkiye’yi zayıflatma, bölme ve parçalama amacına mebni yorumlanmaktadır. 15 Temmuz darbe girişiminin adeta milat olarak lanse edildiği bu perspektifte “Yeni Türkiye”den verilen ödün/ler ve “Eski Türkiye”ye dönüşü çağrıştıran söylem ve icraatlar da meşrulaştırılmak istenmekte, otoriterleşen siyaset ve hukuksal plandaki olumsuz gidişat zorunluluk olarak nitelendirilerek mevcut tablonun normalleştirilmesi istenmektedir. “Devletin bekası” gibi son derece abartılı ve tartışmaya açık vurgular temelinde durum bazen öyle bir raddeye varmaktaki son olarak Fransa’daki Sarı Yelekliler olayı örneğinde de görüldüğü gibi küresel ölçekte yaşanan gelişmelerden bile Türkiye’ye tehdit çıkarılabilmektedir. Toplum, siyasal iktidar ve onun inisiyatifindeki medya eliyle seferberlik psikolojine sokulmakta ve adeta paranoyaklaştırılmaktadır.

Buraya kadar özetlenen bu retorik aslında birçok soruyu beraberinde getirmekte... Şişirilmiş abartılı “beka söylemi”nin aslında samimiyet sorununu yaşamadığını söylemek mümkün. Ne var ki samimiyet kriteri tek başına işi çözmeye yetmiyor. Bununla birlikte tutarlılık da gerekiyor. Samimiyet, tutarlılık ve basiretle yoğrulmuş bir maslahat algısına acil ihtiyaç var. Bu bağlamda düşünüldüğünde zihinde yaratılan gerçeklik algısının nesnel gerçekliğe galebe çaldığı ve bu kurgusal gerçekliğin sahibini neredeyse esir aldığı söylenebilir. Belli ki iktidar kadroları bu noktada samimiler ama bununla birlikte aşırı temkinli duruş veya müteyakkız ruh hali durumu abartmaya sürüklüyor.

Samimiyet ile tutarlılığın farklı şeyler olduğunu gösteren belki de en önemli örneklerden biri hâlihazırda bu “devletin bekası” retoriğidir. “Devletin bekası” söylemini dillendiren iktidar kadroları bunda son derece samimi olabilirler. Ama biraz gerçekçi olunduğunda ortada beka sorunu varsa bile bunun “devlet”in değil “iktidarın bekası” sorunu olduğu görülecektir. Peki, iktidar kadroları neden durumu bu şekilde ortaya koymak yerine beka sorununu devlete teşmil etmeyi yeğliyorlar? Bu sorunun birçok izahı, gerekçesi sıralanabilir. Sonu pragmatizme ve oportünizme varacak izahlardan ziyade asli sebebi daha derinde aramak gerekir. Bu bağlamda Muhafazakâr zihnin siyasal karakteristiği veya siyasal kodları üzerinde tekrar düşünmekte fayda var. Bu zaviyeden bakıldığında Milli Görüş ile ona ihanetle suçlanan AK Parti’nin aynı noktada buluştuğu tespit edilebilir. Hatta bahsini ettiğimiz Muhafazakâr zihnin siyaset kodları sadece siyasi partiler ile de sınırlı değil. Aksine aynı durum cemaat, tarikat vb. yapıların önemli bir kısmı için de geçerlidir. Muhafazakâr zihin yapısı ve onu mündemiç siyaset algısı parti / tarikat / cemaatini devlet / dava ile özdeş görür. Dolayısıyla kendisinin tehdit altında olması davanın / devletin de tehdit altında olduğu anlamına gelir. Hele de iktidardaysa koltuğunun sallantıda olmasını devletin bekası sorununa yorar. Kendisi ayaktaysa devlet de ayakta, kendisi düşerse devlet de elden gidecektir. Dolayısıyla devleti elde tutmak veya “dava”yı korumak için her yol mubah görülür. Bunun için dindarlardan koşulsuz itaat beklenir. Muhalefet veya siyasal rakipler çeşitli tavizlerle ikna edilmeye çalışılır. İkna olmaya yanaşmayanlar ise haricî üst aklın maşası olarak algılanır ve şartlar oluştuğunda bu açıkça söyleme dökülür.

Gerçekçi bir yüzleşme tam da burada şunu görmeyi sağlar: Türkiye başta jeo-politik ve jeo-stratejik konumu olmak üzere birçok özelliği açısından küresel ve bölgesel güçler tarafından değer verilen bir ülkedir. Yine gerek bu iki özelliği gerekse de modernleşmede sağladığı ilerlemeden ötürü Ortadoğu'nun diğer birçok çağdaş ulus-devletine kıyasla çok daha imkanlı / avantajlı bir konuma sahiptir. Kaos ve siyasi istikrarsızlık çıkararak Türkiye'yi kontrol altında tutma gayreti her zaman olmuştur ama Türkiye’nin “dış güçler”ce bölünüp parçalanmak istendiği vurgusu çok da gerçekçi değil. Buna rağmen kuruluşundan günümüze kadar bu “bölünme-parçalanma” paranoyası bizatihi devlet eliyle dillendirilerek toplum bu şekilde seferberlik psikolojisine sokulmak, hizada tutulmak istenmiştir. “Dış güçler” ise bu paranoyak kaygının farkında olarak ondan istifade etmiş, adeta kendi icat ettiği silahıyla Türkiye’deki ekâbirleri korkutmuştur. Ancak bu durum “dış güçler”in Türkiye’yi “bölme-parçalama” amacından ziyade olsa olsa siyaseti yönlendirme, kontrol altında tutma, manipüle etme gayretini gösterebilir. Yani bölme-bölünme retoriğiyle kendisini komaya sokan siyaset, aslında kendisinin manivela alanını da daraltmış, düşmanlarına en büyük silahı vermiş oluyor! Kendi çoğulcu gerçekliğiyle yüzleşmek ve gerçek anlamda bir iç barış tesis etmek, başka bir deyişle temelde psikolojik olan bu hastalığı önce kendi gerçeğiyle yüzleşerek yenmek belki de en ideal çözümdür velâkin mesela Kürt sorununda çok önemli başarılara imza atmış AK Parti bile bu noktada umut vermekten uzaktır. Hatta hâkim algıya göre “Kürt sorunu” çözülmüş, geriye sadece üst aklın maşası “terör sorunu” kalmıştır. Koca Suriye politikasının bile gele gele Kuzey Suriye (dolayısıyla YPG/PKK) ile sınırlı ve salt buna indirgenmiş olması bu bağlamda üzerinde düşünülmesi gereken ibretamiz bir gösterge hükmündedir.

Bir diğer husus da şu: “Beka siyaseti” ile içerisine girilen “Eski Türkiye” ve “Yeni Türkiye” gerilimi ve bu bağlamda iktidar kadrolarının düştüğü çelişkiler artık sahibinin de inanmaya başladığı aynı jargonla meşrulaştırılmakta. Kimilerine göre “Yeni Türkiye”nin inşası zaten tamamlanmış olup düzenin klasik seçkinlerine 15 Temmuz sonrası verilen tavizler, başka bir deyişle FETÖ’ye karşı KETÖ ile barışma bir iknanın sonucudur. Onlar da artık AK Parti’ye ve dolayısıyla İslamcılara rıza gösterme noktasına gelmiş ve devletin bekasının tehdit altında olduğuna ikna olmuşlardır. İktidarın konumunu meşrulaştırmak isteyen daha başkaları ise AK Parti’nin aslında eski düzenin seçkinlerine tavizlerinin maslahata mücbir bir durumun sonucu olduğunu, devletin tehdit altındaki bekasının bunu gerektirdiğini ama AK Parti’nin bir yandan da “Yeni Güçlü Türkiye” inşasını devam ettirdiğini düşünüyorlar. Bu okumaya göre iktidar “Yeni Türkiye”yi inşa yolunda başkanlık sistemi ile en başarılı adımı atmıştır. Bürokratik vesayet böylelikle aşılmış bulunmakta. Peki, gerçekten iddia edildiği gibi AK Parti bürokratik vesayet sorununu aşmış mıdır?

Bu soru mevcut tabloyu anlamlandırmak açısından son derece önemli... Hâkim algıya göre; evet, bürokratik vesayet aşılmıştır. Ama bu okumanın bir de çelişkisi var, şöyle ki; iktidarın becerikli olduğu politikalar yüceltilirken mesele böyle ortaya konulur ama beceriksizlik söz konusu olduğunda ise çelişkili şekilde bürokratik vesayetin henüz aşılmadığı, aksine bunun haricî üst akıl ile bütünleşerek direncini arttırdığı ve iktidarın beceriksiz politikalarının bunun zorlamasıyla açıklanması gerektiği belirtilmekte ve buna da “Türkiye gerçeği” veya “Reel-Politik” denilmektedir.

Bürokratik vesayet aşılmış olsun olmasın tartışılması gereken asıl soru şu: Sorun sadece bürokratik vesayet mi yoksa onun da ötesinde resmi ideolojik vesayet mi? Resmi ideolojik vesayeti aşma noktasında AK Parti ve iktidarı neler yaptı / yapıyor?

Açık olan şu ki; bürokratik vesayet, onu dirençli kıldığı düşünülen üst akıl ve bunun sürüklediği beka psikolojisi iktidarı 15 Temmuz sonrasında girilen ve hâlihazırda büyüyerek devam eden garip bir yola sokmuş bulunmaktadır. “Eski Türkiye”nin köhnemiş seçkin sınıflarıyla normalleşme sürecine girilmiş, yani bürokratik vesayet yanlıları cesaretlendirilmiş ve onlar da bu durum çıkarlarına olduğu için ikiyüzlüce devletin beka sorunu olduğu söylemine inanıyor gibi görünerek iktidarı yönlendirmeye soyunmuş vaziyetteler. İkinci olarak ise AK Parti’nin konjonktüre uygun olarak inşaya giriştiği yeni bir kimlik var. “Yerli” ve “milli” kavramlarıyla ortaya konulan bu retorik son derece sığınmacı, sentezci, eklektik bir kimlik öngörmektedir. Bu kimliği inşa etmek ve bürokratik vesayetin savunucusu dünün “zinde güçler”ini, “Eski Türkiye”nin artığı seçkin zümreleri memnun etmek ve onları da beka sürecine katmak için birçok alanda devlet klasik fabrika ayarlarına döndürülmüş vaziyettedir. Birçok örneğin yanında bilhassa da şu “Gazi Mustafa Kemal Paşa” güzellemeleri, Atatürk’ü yeniden keşfetme seansları, Anıtkabir ziyaretleri gibi söylem ve gelişmelerle somutlaşan ve halihazırda sürmekte olan süreç Kemalizmi / Atatürkçülüğü Sağ kulvarda tersinden üretmek olarak nitelendirilse yeridir. Bunlar girilen bu yolun, yönelinen bu rotanın sembolik göstergeleri olup muhataplara adeta “Yoktur sizden farkımız!” denilmektedir. Bu bağlamda yakın tarihin gerçekleri bilinçli olarak tahrif edilmekte, farklılığı gösteren hususların üzeri örtülmekte, farkı kaşıyanlar ise adeta provokatör olarak lanse edilip marjinalize edilmekte; tarih ihtiyaca binaen yeniden yazılmaktadır. Gururu okşanan, daha bir cesaretlenen eski düzen müminleri ise bu tablodan son derece memnun görünmektedirler. Bu restorasyon ve yeni kimlik inşasının en tehlikeli yönü ise beka siyaseti ile seferberlik psikolojisine sokulmuş toplumu paranoyaklaştırması, usuli birikim ve kimliksel yeterlilikten zaten uzak olan kitleleri daha bir kirletme potansiyelidir.

Sonuç olarak siyasetin özgürleşmesi için evet bürokratik vesayet halledilmesi gereken ciddi bir tehditti. Ama yeni bir Türkiye’yi üstelik de bu halkın kadim değerleri olan İslâmî düsturlarla inşa etme derdiniz / davanız varsa bürokratik vesayet kadar ve hatta ondan daha fazla resmi ideolojik vesayeti aşma noktasında aldığınız mesafe çok daha önemli ve belirleyicidir. Bu bağlamda AK Parti’nin halihazırda bürokratik vesayeti aşıp aşmadığından ziyade resmi ideolojik vesayeti aşma noktasında kat ettiği mesafeyi gündemleştirmek daha isabetli olacaktır. Resmî ideolojik vesayeti tersinden üretmeyi çağrıştıran mevcut gidişatta AK Parti’nin bunu gönüllü yapıp yapmadığı hususu da partiye değer veren kişi-kesimlerin sorgulaması gereken bir konu olmaktadır. 15 Temmuz destanıyla toplumsal meşruiyetiniz olabilecek en geniş alana yayıldığı, vesayet yanlıları moralen çöküp olabildiğince geri püskürtüldüğü ve size gönül vermiş geniş kitleler müthiş bir özgüvenle bileylendiği bir süreçte nasıl oluyor da o gün bugündür üstelik de hiç gerek yokken bu derece geriye gidebiliyorsunuz? Bu halkın sizden de aldığı özgüvenle İslami kaygıların belirleyici etkisi altında yazdığı destanın neden içini boşaltırcasına vesayet yanlılarına mal ediyor, onları bu kazanıma ortak etmeye çalışıyorsunuz? Siz tüm "renkleri" veya "tüm kesimleri kucaklama" derken resmi ideolojik vesayetin argümanları ve sembollerine sarılmakla ve bürokratik vesayet yanlılarına taviz vermekle düştüğünüz kimliksizlik, ilkesizlik ve çelişkiler yumağının farkında mı değilsiniz yoksa gerçekten sizi Allah için seven ve destekleyen asli tabanınıza sırtınızı mı döndünüz? Yoksa hiç gerek yokken girdiğiniz bu girdapla kendinizin de inanıyor göründüğü halkınızın ekseriyetinin değerlerine açıkça düşmanlık yapa gelmiş, müslümanlara zulmetmeyi ve onları dönüştürmeyi kendisine ilke edinmiş ve elinden gelse sizi de onları da bir kaşık suda boğmaktan asla geri kalmayacak zorbalara yaranabileceğinizi mi zannediyorsunuz? Hiç gerekmediği halde kendinizi mecbur ettiğiniz bu gidişatla nereye kadar gitmeyi düşünüyorsunuz? Yoksa “İslamcılık ile buraya kadarmış” mı demek istiyorsunuz? Bu sorular dürüstçe cevaplanmalı. Herkes kendine göre 16 yıllık bu ciddi gücü bir yerlere çekmeye çalışıyor. Bu doğal da. Anormal olan ise temel olarak Müslümanlara ait bir kazanım olduğuna hala da inanılan bu gücün emanetçilerinin yani AK Parti kurucu kadrolarının bu çelişkili tabloyla dürüstçe yüzleşmekten kaçınmasıdır. AK Parti tüm sorun ve zaaflarıyla birlikte Müslümanlar tarafından tabi ki hala da önemsenmesi, desteklenmesi ve ıslahına çalışılması gereken ciddi bir güçtür. Mevcut resmi ideolojik vesayete teslim olunduğu görüntüsüyle en çok da Türkiye halkının ve bir parçası olduğu ümmetin maslahatı için Müslümanların mücadele etmesi gerektiği izahtan varestedir!