Cumhurbaşkanı'nın, beklendiği üzere tartışılan kanunu onaylaması önemli bir gelişme. "Askerî" nitelik taşımayan asker kişilerin suçlarına adlî yargı yolunu açan, askerî yargının yetki alanını daraltan kanunun bu onay ile yürürlüğe girmesi gerçekten çok önemli bir aşama.
Bu kanuna karşı çıkanların ve umutlarını CHP'nin açacağı iptal davası ile Anayasa Mahkemesi'nin vereceği karara bağlayanların durumu, geçmişte Boğaz Köprüsü'nün yapımına karşı çıkanlardan farklı değil. Türkiye çok önemli bir eşiği aştı. Siyasal sistem üzerinde silahın hakimiyetine dayanan askerî vesayet düzeninin ana direklerinden biri devrildi. Kanuna yerleştirilen bir tek kelime ile neredeyse bütün hukuk düzeni tersyüz oldu; daha doğrusu hukuk düzeninin Boğaz Köprüsü gibi tıkanmış ana damarlarından biri açıldı, herkes için hukuk güvencesi altında yaşama şansı doğdu. Durum gerçekten önemli. Tartışmaların yol açtığı bulanıklığı tekrara düşmek pahasına gidermemiz ve olan biten şeylerin doğrudan vatandaş olarak hayatımıza yansımalarını takip etmemiz lâzım.
Askerî vesayetin yargı temınatı
"Askerî vesayet" silahlı gücün, yani kaba gücün –doğrudan zorbalığın- devlet yönetimindeki hakimiyetini ifade ediyor. Düzenli ve devasa askerî güç, sandıktan çıkan iktidara bakıyor ve "Neden ben yönetmeyeyim?" sorusunu soruyor. Boşluk bulunca dolduruyor ve devlet iktidarı üzerinde hakimiyetini kuruyor. 27 Mayıs darbesi, bir model olarak bu sürecin özeti. Önce meslekî dayanışma ile askerî gücün tamamını arkasına alıyor. Sonra silahın gücüne dayanan bu gayrimeşru iktidara dayanaklar aramaya girişiyor. Kendince görevler icat ediyor. İktidarının dayanağı olarak bir siyasî doktrin geliştiriyor. Her yere burnunu sokmasını mümkün kılacak şekilde bazı değerleri "kollama ve koruma"ya alıyor. Sandıktan çıkan ve çoğunluğu temsil eden iktidara karşı olanları bir araya getiren koalisyonlar kuruyor. Bütün bu işleri yaparken kendisine bir dokunulmazlık zırhı sağlamak kastıyla, doğrudan kendi bünyesinde bir askerî yargı alanı oluşturuyor. Siyasete müdahale ederken, toplumu kendi iktidarına göre tanzim ederken suça bulaşanları koruması altına alıyor. Böylece devlet içindeki gücüne hukukla kayıtlı olmayan bir dehşet boyutu kazandırıyor. İşte bu yüzden, bağımsız yargının giremediği askerî yargı alanı, askerî vesayet düzeninin en işlevsel ve en kritik araçlarından biri.
Askerî yargı alanını düzenleyen iki temel kanun var. Bu kanunlardan biri "Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanunu", diğeri "Askerî Hakimler ve Savcılar Hakkında Kanun". Bu iki kanun da peş peşe 27 Mayıs darbesinin hemen sonrasında, cunta yönetiminin etkisinin devam ettiği dönemde, tam olarak 1963 yılında çıktı. Bu kanunda yapılan değişikliklerin hep askerî darbe dönemlerinde gerçekleşmesi tesadüf olmamalı. 1972 ve 1981 yılında (12 Mart muhtırası ve 12 Eylül darbesinden hemen sonra) bu iki kanunda yapılan değişiklikler askerî savcı ve hakimlerin yargıç teminatını kaldıran ve askerî yargıdaki yargı bağımsızlığını iptal eden düzenlemeler. Özellikle 1981 değişikliğinden sonra bağımsız askerî savcı veya hakimlik mesleği yerini, komutanın emri ile hareket eden bütünüyle asker kişilere bıraktı. Askerî yargıdaki hakim ve savcı kalitesinin yüksekliği ile ters orantılı olarak adil yargılama prensibinin uygulanamayışının arkasında bu teminat noksanlığı var. Böyle olunca askerî yargı, askerî vesayetin dayanağına dönüştü.
Hüseyin Gülerce'nin dün sorduğu soruyu tekrarlayarak bu kanunî durumun somut karşılığını göstermek mümkün: "Şemdinli davası neden askerî yargıda görülüyor?"
Hukuk kİmİ rahatsIz eder?
Hukukun evrensel ilkelerine uygun olarak adil yargılama ilkesinin hayat bulması için yargı bağımsızlığının kuvvetlendirilmesi şart. Hakim teminatı olmayan askerî yargı yerine, bu alanda evrensel standartları yakalamış olan adlî yargının devreye girmesinden kim, neden rahatsız olur? Bu sorunun kendisi bile her şeyi aydınlatmıyor mu?
Sorun sadece hukukun hakim kılınmasından ibaret değil. En fazla üzerinde durulması gereken husus, hukukun aynı zamanda akla ve ülke çıkarına, dolayısıyla herkese fayda sağlaması. TESEV'in Ali Bayramoğlu ve Ahmet İnsel'in derlemesi olarak yayımladığı "Almanak Türkiye: Güvenlik Sektörü ve Demokratik Gözetim" başlıklı kitabı, güvenlik sektörünün demokratik denetiminin (dolayısıyla hukuka uygun davranmasının) sağladığı faydaları, çok farklı perspektiflerden sıralıyor. Askerî vesayetin kalkması, tersine güvenlik sektörünün şeffaflık, hesap verebilirlik ilkeleri doğrultusunda sivil denetime açılması, bütün vatandaşların hukuk güvencesine kamilen sahip olmalarının ötesinde sorun çözme yeteneği gelişmiş bir siyaset düzeni ortaya çıkartıyor.
Hasan Cemal'in almanaktan köşesine aldığı kendi satırları, askerî vesayet düzeninin bize kaybettirdiklerinin kısa bir icmalini veriyor: "12 Eylül darbesiyle Türkiye'deki siyasi rejimi fena halde 'askerî'leştirdi. Belki de halkın oyuyla seçim sandığından çıkan sivillere yönetecek tek alan olarak ekonomiyi bıraktı. Demokrasi ve hukuk devletinin kolunu kanadını 1982 Anayasası'yla çok fena kırdı asker. İnsan haklarını hiçe saydı. Yargı ve üniversite düzenini cendereye aldı. Medyayı denetleyebilmek için ilginç mekanizmalar oluşturdu. Cumhuriyet'in kuruluşuyla zaten tekeline aldığı Kürt sorununda sivilleri 'dediğim dedikçi' bir tutumla dışladı. Kıbrıs sorununda, Ermeni meselesinde, laikliği, din eğitimini ilgilendiren temel konularda genellikle 'son söz'ü kendine ayırdı." Bu tablo karşısında hepimize şu soruyu sormak düşüyor: "Peki sonuç ne oldu?" Cevap açık: Türkiye kaybetti. Eğer Türkiye'de devlet iktidarı içinde silahın ağırlığı olmasaydı, Kürt sorunu bu kadar cana mal olmayacaktı. Ekonomi bu kadar kötü bir seyir izlemeyecekti. İnsanlar daha özgür ve mutlu olacaktı. Siyaseti ve ideolojileri bir kenara bırakalım. Eğitim sistemine yapılan askerî-ideolojik müdahalelerin çarpık sonuçlarından birini meslekî eğitimde takip edelim.
Askerî yargının yetki alanının daraltılması ve bağımsız yargının ilk defa asker üzerinde, üzerine vazife olmayan (yani askerî niteliği bulunmayan) konularda işlenen ağır suçlarda hukuk denetimini kurması, askerî vesayetin sonunun başlangıcı. Artık askerî yargı "iyi çocukları" koruyamayacak. İyi çocuklar bu güvence olmadığı için suç işleyemeyecek. Suç olmayınca ortalığa dehşet salınamayacak. Dehşete dayalı korku imparatorluğu kalkınca artık her şeyiyle normal bir ülkede insanlar işine gücüne bakmaya, sorunlarını zora-kaba kuvvete başvurmadan çözmeye başlayacaklar.
Israrla Cumhurbaşkanı'nın bu yasayı onaylayacağını iddia etmiştim. Şimdi de Anayasa Mahkemesi'nin CHP'nin açacağı davayı reddedeceğini söylüyorum. Bu iddiamın makul gerekçeleri var. Ceza Kanunu değişikliği beş yıl önce yapıldı. Cumhurbaşkanı'nın onayladığı düzenlemenin de beş yıl önce yapılması gerekiyordu. 2006'da da 2008'de de Katılım Ortaklığı belgelerinde, askerî yargının yetki alanının "askerlerin, askerlikle ilgili görevleri ile sınırlanması" yer alıyordu. "Anayasa'nın 145. maddesine aykırılık" iddiası çok zorlama bir yorum. Çok daha önemlisi Anayasa Mahkemesi'nin daha önce verdiği kararlarda askerî yargının yargıç teminatı ve adil yargılama ilkesine uygunluğu ile ilgili çok sayıda rezervi var. Anayasa Mahkemesi yargıçlardan oluşuyor. Hakim teminatının bulunmadığı yargının (yani askerî yargının) yerine bağımsız yargıyı yerleştirmeye bir yargıç hangi gerekçe ile itiraz edecek? Böyle bir itiraz bir ideolojik tercih değil, yargıcın kendi mesleğini inkâr etmesi demek.
Öyleyse askerî yargının himayesindeki askerî vesayet düzeninin ana direklerinden birinin artık bir daha eski yerine konulmayacak şekilde yıkıldığını herkesin kabul etmesi lâzım. En başta da askerî vesayet düzeninden fayda sağlayan sivil uzantıların.
ZAMAN