Geçenlerde (pek çok meslektaşım gibi ben de) bir mesaj aldım. 'Siz hiç tutuklandınız mı?' diye soruyordu mesajı gönderen.
Sonra da duygu dolu cümlelerle babasını savunuyordu. Yazı stajyer unvanıyla zikredilen bir avukata aitti. Avukat hanım, 'AKP ve Gülen'i bitirme planı' diye anılan belgede ıslak imzası tespit edilen Albay Dursun Çiçek'in kızıymış. Bilemiyorum, belki de sahte bir mektuptu ama okurken içim burkulmadı dersem yalan olur. Bir baba, o babaya sevgi duyan avukat bir kız. Tabii ki yaşadıklarına 'Oh olsun' demek mümkün değil. Zaten ne albay kişiyi tanıyorum ne de çocuğunu. Ordumuzda görev yapan herhangi bir subay hakkında özel bir husumet duymak da zaten mümkün değil.
DEĞER MİYDİ , O ŞEREFLİ ÜNİFORMA HATIRINA BU YAŞANANLAR?
Hatta daha ötesini söyleyeyim: Başta Dursun Çiçek olmak üzere hangi askerî yetkiliyi savcılığa ifade vermeye getirilirken görsem hep şöyle bir duyguya kapılıyor ve gerçekten üzülüyorum: "Değer miydi! Üzerinizde taşıdığınız şerefli üniformanın size kazandırdığı o mukaddes vazife varken cuntacılık gibi, darbecilik gibi insanlık suçuna bulaştınız?" Bu milletin kahir ekseriyetinin de böyle düşündüğüne inanıyorum. Vatandaşın vicdanından yükselen ses bu: 'Keşke askerimiz artık siyasete karışmasa!' Haksız da sayılmazlar. Tabii ki bugün yargılananların suçlu olup olmadıklarını mahkeme sonuçlanınca (tabii bazı kural dışı müdahaleler olmazsa) öğreneceğiz; ancak eldeki bilgi ve belgeler pek çoğunun tutuklanmasını zaruri hale getiriyor.
Stajyer avukat kardeşimize dönecek olursam; 'Siz hiç tutuklandınız mı?' sorusunun cevabı onlarca yazar, siyasetçi hatta vatandaş için gayet basit: 'Evet tutuklandık; hem de ne tutuklanma! Sizin bundan haberiniz var mı avukat hanım!' İşte bu muhtemel ama mukadder cevaptan hareket etmek gerekiyor. Darbe nedir, darbe olunca neler yaşanır; bu sorunun cevabını büyük bir kitle bugün bilmiyor. Zira 12 Eylül 1980 darbesinin üzerinden tam 30 yıl geçti. Yani, o günlerde 15 yaşında olan çocukları da sayarsanız bu ülkede darbenin ne feci bir hadise olduğunu 45 yaşının altındaki insanlar bilmiyor. Bir başka deyişle darbenin nasıl iğrenç bir eylem olduğunu bugün 50 yaş civarı tecrübeleriyle biliyor. 28 Şubat tam bir darbe değildi. Onun için postmodern darbe dediler. Aslında fos bir modern darbeydi. Darbe bile değildi; bir korkutmaydı, psikolojik harp teknikleriyle gözdağı vermeydi.
TÜRKİYE NÜFUSUNUN YÜZDE 75'İ DARBE NEDİR BİLMİYOR
12 Eylül askerî darbesini hiç bilmeyenler, 71 milyonluk Türkiye nüfusunda 54 milyon insan anlamına geliyor. 12 Eylül darbesi yapıldığında yaşı 15'in üzerinde olanların içindeki bir kısım insanların ise hafızası bir hayli zayıflamış gözüküyor maalesef. Bu nedenle bir kere daha o keskin soruyu sormak, bu konuda laubali yaklaşımlar sergileyenlere yeniden sual etmek isterim: Darbe olduğunda nasıl bir insanlık suçunun işlendiğini hatırlıyor musunuz?
Darbe olduğunda ilk önce hukuk askıya alınır. Vatandaşın vergisiyle alınmış üniformalar bir anda kendine duyulan saygıyı unutuverir. İnsanlar askerî cemselere bindirilir, bilinmeyen yerlere götürülür, insanlar daha evlerinden alınırken dipçiklerle dövülür, götürülecekleri yere giderken bir kısmı gözden kaybolur, diğer kısmı daha varacakları yere varmadan kanlar içinde kalır... Birisi gözaltına alındı mı, onun arkasını aramak, sormak suç sayılır. Evladının hangi karakolda sorgulandığını bilemeyen anneler ağlar gece boyunca, babaların yüreği dağlanır her telefon sesinde. 20 yaşında gencecik erlerin, tanımadığı gençlere sopa atmak zorunda kalması; hatta babaları yaşındaki insanları dövmek mecburiyetinde bırakılması nasıl derin bir travmadır, düşünebiliyor musunuz? Daha kötüsü de var: 12 Eylül darbesinde gözaltı süresi 90 güne çıkarılmıştı. Şimdi bu süre 2 gün; farkı siz hesaplayın gayrı. 2 gün yetmezse savcılar 2 gün daha talep ediyor. Yani, şimdi sorgulananlar en fazla 4 gün karakolda tutulabiliyor; üstelik avukatlarını yanlarında görmek isteyebiliyor, susma haklarını kullanabiliyorlar. Darbe döneminde yakınınızı, atılı suçu kabullenmeniz için getirirlerdi. Hiçbir şeyden haberi olmayan o insanları da döver, onlara da söver; hatta onlara da işkence yaparlardı. 90 gün içinde çözülüp sorgulayıcıların her dediğine evet demezseniz, ikinci bir hukukî süreç (!) devreye girer, sizi bir hapishaneye götürürler, akşam tekrar karakola alarak yeni bir 90 gün daha başlatırlardı.
KİMSEYE ANLATILAMAYACAK HATIRALAR...
Onlarca demiyorum, yüzlerce, binlerce işkence olayı var ki; insanlar annelerine babalarına, eşlerine anlatamazlar, yaşadıklarıyla öbür âleme gitmeyi tercih ederlerdi. Sadece şu misal bile yeter de artar. Daha sonra bir siyasî partinin başına geçen bir yiğit adam evlendiğinde uzun zaman çorabını çıkarmaz; hanımı kuşkulanınca sırrını açıklamak zorunda kalır. 12 Eylül'de çekilen tırnaklarını eşi görsün istememektedir. İŞTE DARBENİN HUKUKU BUDUR!
Yüzlerce örnek sayabiliriz. Sağcısıyla solcusuyla, dindarıyla dinsiziyle herkesin yaşadığı darbe hatıralarını derlemeye kalksanız onlarca ciltten oluşan kitaplar çıkar ortaya. Mesela Kafes Eylem Planı denen o korkunç planın içeriğindeki ürkütücülük bir yana 12 Eylül'ü yaşayanlar için başka çağrışımları da vardır. Kafes, Mamak Askerî Cezaevi'nde herkesin ilk gece yattığı hücrenin adıdır. Herkes ilk geldiğinde oraya alınır. Dört tarafınız demir parmaklık. Etrafta her dakika insanlar talim yapıyor ve boş koridorları inletiyor. Yanınızdan geçen ve hançeresi yırtılırcasına bağıran mahkûmlar 'Her şey vatan için' derken 20 yaşında bir genç sizin ellerinize sürekli cop vuruyor. Niçin biliyor musunuz? Güya yüzüne bakmışsınız. Yüze bakmak, Mamak'ta en büyük suçmuş meğer. Bir de döve döve söyletilen İstiklâl Marşları var. Bir rütbeli başınıza dikiliyor ve 'Atatürk ilkeleri ezberleneceeeek!' diye haykırıyor. Ülkücüler 'Atatürk ve milliyetçilik' faslını okurken, solcular da 'Atatürk ve devrimcilik' bölümünü bilmem kaç yüzüncü kere sesli bir şekilde okuyor. Böylece 'herkes Atatürkçü yolda bilinç sahibi' ediliyor. Darbecilerin Atatürkçülüğü böyle bir şeydi; döve döve öğretilen bir şey...
ORTADA HİÇBİR ŞEY YOKMUŞ GİBİ NASIL DAVRANILIR?
Daha anlatayım mı? İzmirli bir er, adı Sabri, Üsteğmen H.K.'nin yaptığı işkence yetmiyormuş gibi sorguya götürülecek akranlarına nizamiye hücresinden sorgu odasına götürene kadar küfrediyor. H.K., vatan için işkence yaptırıyor. Vücutlarına elektrik verilmiş gencecik insanları on küsur gün sonra ancak görebilen Güven Yüzbaşının gözleri doluyor. Ama işten geçmiş, delil olmadan, belge olmadan, bilgi olmadan gençler kodeslerde çürümeye mahkûm edilmiş çoktan. Sonra H.K. bir gün PKK'lı çıkıyor ve üniforması elinden alınıyor. Ya o gençler? Çoğu eğitimini tamamlayamıyor, işkence izlerini hayatlarının sonuna kadar saklıyor. Peki ya o işkenceci subaylar? Çocukları yaşındaki gençlere işkence yaptıktan sonra evlerine gidip nasıl yemek yiyebiliyor, yavrularına nasıl hasretle sarılabiliyor, çocuklarının gözlerinin içine nasıl bakabiliyordu? Herhalde onlar da bu vahşetten üzüntü duyuyorlardı; ancak yapacak bir şey yoktu. Darbe, denetimsiz yetki sahibi kişileri çılgına çevirmişti. Kanun yoktu, nizam yoktu, şikâyet edecek yetkili bir merci yoktu. Olamazdı da: Çünkü her darbe bir tür eşkıyalıktır, kanunsuzluktur, hukuksuzluktur ve dünyanın her yerinde aynıdır...
Darbe deyip geçmeyelim lütfen. Kim, ne hakla cunta kurma yetkisini kendinde görebilir ki! Eğer bu çağda birileri hâlâ darbe yapmayı düşünecek kadar çıldırmışsa tabii ki yargı, bunun hesabını sormak zorunda. Hiç kimseyi baştan suçlu ilan etmek doğru değil tabii ki! Ama ortada net belgeler var, bilgiler var. Darbe planlarına karışan isimler var, silahlar var, bombalar var, krokiler var, suikastlar var, kaos planları var... Bütün bunlar ortadayken hiçbir şey yokmuş gibi davranmak büyük bir hata. Tabii ki hukuk işleyecek. Ortada hiçbir şey yokken birileri darbe planı yapmakla suçlanmıyor ki! Mesela Dursun Çiçek. Adam için 8 kez kriminal laboratuvar raporu verilmiş ve bütün bilimsel incelemeler belgeye 'Çiçek'in elinin ürünüdür' diyor. Buna rağmen ortada hiçbir şey yokmuş gibi davranmak akılla, mantıkla izah edilebilir mi?
EMİNİM, TSK'NIN BÜYÜK ÇOĞUNLUĞU BÖYLE DÜŞÜNÜYOR
Artık acı gerçeği kabullenmek gerekiyor. Maalesef kahramanlıklarla yâd ettiğimiz ordumuz, siyasî işleri düşüne düşüne aslî işinden uzaklaşmıştır. Çukurca'da şehit düşen askerlerimiz ile ilgili savcılığın düzenlediği rapor ortaya acı bir gerçeği çıkardı. Meğer mayını bizim askerlerimiz döşemiş. Oysa 7 erimizin şehit edildiği duyurulmuştu. İnternete düşen bir ses kaydında iki komutan bu olayın üzerini nasıl örtbas edeceklerini tartışıyordu. Sonunda savcılık, yaptığı incelemeyi açıkladı. Korkunç bir hata. Benzer hataları Dağlıca baskınında da görmüştük. Bir teğmenin bombanın pimini çekerek şehit ettiği dört yavrumuz için de yanlış bilgi verilmiş, gazeteler işin aslını yazınca acı gerçek ortaya çıkmıştı...
Bu milletin vergileriyle yetiştirilmiş, eğitilmiş subayları zanlı olarak mahkeme kapısında görmek herkesi üzüyor. Üzmelidir de. Dursun Çiçek'in ya da Çetin Doğan'ın kızını daha çok üzüyordur şüphesiz. Ancak bilmek lazım ki; ortaya çıkan belgeler bu milleti de derinden yaralıyor. Çünkü bu millet asker kişileri darbe yapsınlar, cunta kursunlar, siyasete ve topluma müdahale etsinler diye bağrına basmadı. Eminim TSK'nın büyük çoğunluğu da böyle düşünüyor. Darbenin nasıl bir insanlık suçu olduğunu onlar da biliyor çünkü. Ne var ki içerideki maceraperestler, dünyanın ve Türkiye'nin geldiği noktanın farkında değil. Artık darbe dönemini kapatmak zorundayız; çünkü artık kamu vicdanı ve demokratikleşme süreci darbe yapanın peşini bırakmıyor. Aradan onlarca sene geçmesine rağmen, bakar mısınız, 12 Eylül darbesinin dokunulmazlığı kaldırılıyor...
ZAMAN