Özür dilemek, hatanın anlaşılması
yanında, o suçu işlemeyenleri de
suçlu duruma düşürür..
Tarih, istesek de, istemesek de gündemimize giriyor..
Bosna Faciası, şunun şurasında son 15 sene içinde bütün dünyanın gözleri önünde cereyan etti ve 250 binden fazla insan, sırf müslüman oldukları için en canavarca usûllerle katledildi, ‘medenî’ Avrupa’nın göbeğinde.. Bu rakamın birkaç misli de yaralandı, tecavüze uğradı, yerlerini yurtlarını terketti; varlıkları yakıldı, yağmalandı..
Ve sonra.. Müslümanlara oynanan nice entrikalarla, bir ‘ateş-kes’ sağlandı ve..
Emperyalist dünya, bu faciadaki etkisini gizlemek ve kanlı ellerini temizlemek için, ortaya bir teori attı: ‘Bosna Faciası anılmasın, ders kitablarında ve medyada da tekrarlanmasın ki, bu kötü hâtıra, gelecek nesillere, bir düşmanlık halinde intikal etmesin..’
Görünüşte, doğru gibi gözüken, insanî denilebilecek, güzel bir yaklaşım..
Amma, aynı anlayış, uzuuun tarih devirleri içinde, özellikle de hrıstiyanlar tarafından yahudilere karşı uygulanan ağır baskı, zulüm ve ‘holocaust’lara, ‘pogrom’lara, ‘jenosid’lere / soykırımlara da uygulanacak mıydı?
Ama, işte konu o noktaya gelince.. ‘Yooo, denildi.. Onu unutursak, 2 bin yılın acılarını, kendi varoluşumuzu sağlıyan acı köklerimizi de unutmuş ve hayatımızı o acılardan devşirmiş bir halk olarak, bindiğimiz dalı kesmiş oluruz..’
Ve, böylece ‘Bosna Trajedisi’ sözkonusu olunca, bizzat Avrupalı ünlü yahudilerce de dile getirilen ve ısrarla vurgulanan, ‘geçmişin unutulması gerektiği’ne dair görüşün, sırf Bosna için sözkonusu olabileceği anlaşıldı..
*Tarihte olanları unutmalı; hayır unutmamalı.. Hangisi?
*Öncesi ve sonrasıyla, 1915 ve özür dilemek..
Şimdi.. Birileri ‘ermenilerden özür dilemeliyiz.. ‘ diyor ve imza kampanyaları açıyorlar..
Kimileri de ‘özür dilemiyeceğiz..’ kampanyaları başlatıyor.. Gerilim tırmandırılıyor..
Galiba sonu, ‘barışseverler’in, ‘savaş isteyenlere ölüm..’ pankartlarını açıp, onları yok etmek için saldırıya geçmeleri gibi komik bir noktaya varacak..
Kim, kimden ve niçin özür dileyecek? Ve ne, nasıl unutulacak?
Ortada 100 yıl öncelerde meydana gelen büyük sosyal travmalar ve olduğu ve korkunç trajedilerin yaşandığı açık.. Ve
Ama, o korkunç trajedinin içinde fail veya mağdur olarak yer alanların herbirisi, hayattan çoktaaan çekildiler.. Ve böyle bir durumda yapılacak olan, özür dilemenin yapacağı hiç bir fonksiyon yokkken, sanki konununun çözümü için bir adım oluşturacağı zannıyla yeni düşmanlıkların tohumu da atılıyor.. Çünkü, bir suçu işlemeyenler, ‘suç ve cezaların şahsîliği’ şeklindeki temel hukuk prensibini unutarak, geçmiştekilerin hata veya suçları veya bu yöndeki iddialardan dolayı, suçluluk psikolojisine sürüklenmek isteniyor.. (Böyle bir özür dileme halinin sonra, tazminat ve toprak talebi gibi, hangi uluslararası entrikalara vardırılabileceğini masal gibi görenler, yahudilere karşı soykırım uyguladıkları suçlamasına maruz kalan Almanya gibi ülkelerin, 1950’lerden beri, siyonist İsrail rejimine, yüzmilyarlarca dolar tazminatı ödemekte olduklarını da unutmamalıdırlar..)
Henüz kendi resmî belgelerini temizleyemedikleri için, ayıklayamadıkları için bundan kaçınan tarafların varlığı bir yana; ‘konuyu tarihçilere ve tarihî belgelerin incelenmesine bırakalım..’ diyenler ise, aradan geçen bir asırlık bir zaman dilimi boyunca gereken temizliklerin yapıldığını, nice delillerin buharlaştığını, hattâ okunamaz hale geldiğini veya nice belgeleri okuyacak nesillerin bile kalmadığını da gözardı etmemelidirler.. Kaldı ki, ‘geleceğin tarihçilerine...’ diye bırakılan belgelerin gerçekleri ne kadar yansıtacağı da bir ayrı konu..
Böylesine bir karmaşık atmosferde, özür dilemek veya dilememenin, tarafları yeniden daha da hınçlı şekilde saflaşmaya sürükleyeceği de ortada..
Bu özür dileme tartışması sürerken.. Canan Arıtman isimli bir CHP m. vekilinin 17 Aralık günü Meclis’te yaptığı konuşmada, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü, Ermenistan’la münasebetleri düzeltme yolunda attığı adımlar dolayısiyle eleştirmesi ve sonra eleştirileri akıl ötesi noktalara kadar vardırıp, ’annesinin etnik kökeninin cumhurbaşkanlığını yapıyor..’ gibi son derece kaba, şovenist bir kavmiyetçilik sergilemesi, konunun tuzu-biberi oldu..
Arıtman, böylece, o, eli öpülecek annenin etnik kökeninde ermenilik olduğu intibaı vermeye çalışıyor..
Böyle bir iddiada bulunan m. vekilinin bir de doktor, yüksek tahsilli birisi olduğunu hatırlayalım.. Boşa dememişler, ‘Tahsil cehaleti giderir, e....lik baki kalır..’ diye.. Bu m.vekilinin, kürdlerin çok fazla çoğalmasından da yakındığını ve buna karşı tedbir alınmasını önerecek kadar ırkçı kafalı birisi olduğunu da hatırlayalım..
Bazıları bu iddia üzerine hemen kaleme sarılıp, Gül’ün ailesinin şeceresini, soykütüğünü çıkarmaya ve o iddianın olamıyacağını isbatlamaya koyuldu..
Ve sonunda, Abdullah Gül de, ‘asırlarca öncesinden beri ailesinin köklerinin müslüman ve türk olduğunu’ açıklamak zorunda kaldı..
Zorunda kaldı, diyorum; çünkü, kahvehane ağzıyla konuşan kitlelerin ağzına bir sakız gibi verilen bu gibi iddiaların bertaraf edilmesi de bir ayrı zorluktur.. Gönül isterdi ki, Abdullah Bey, taşıdığı kalbî değerler açısından, insanların hangi kavimden olduğu-geldiği gibi tartışmaların yersizliğine değinsin ve hele de Anadolu gibi, tarih devirleri içindeki büyük çalkantılardan geçen bir coğrafyada, hem soy ve kan bağının ındî yorumlardan ibaret olduğunu ve hem de kimsenin maddî hamurunun/ çamurunun diğerinkinden daha üstün olmadığını; insanlar arasında tek ayırım ölçüsünün taqvâ ve fazîlet olduğunu, bu yüce ölçüyü ifade etsindi..
Çünkü, haydi 200-300 yıl 500 yıl, bin yıl gerilere gittiniz.. Sonra?
Hem, bu neyi isbatlıyacak? Sonrası, bir karanlık zaman tüneli..
O halde, biz bütün insanların Hz. Âdem’le Havva’nın çocukları olduğunu va’zaden bir dinin bağlıları olarak, geçmişlerimizin hangi din veya kavimden olmalarını nasıl bir önemli hayatî ölçü olarak alabiliriz?
Hatırlayalım.. Muhammed İqbal, ‘Resul-i Ekrem (S)’le aynı soydan geldiğini, Hâşimî olduğunu’ iddia eden ve amma, İslam’ın ölçülerinden uzaklaşmış birisine, kendi atalarının Hindistan’daki Somenath’daki büyük puta tapınan kimseler olduğunu hiç yüksünmeden açıklıyor ve amma, kendisinin hayat yolunu ‘Hicaz’lı Sevgili’yle aydınlattığını anlatıyordu..
Evet, kimin etnik kökeni, birkaç yüzyıl geriye doğru gidildiğinde çeşitli kavimlerle karışmaz ki? Hem en sonunda hepimiz, Hz. Âdem’de birleşmiyor muyuz?
Kaldı ki, bir impatarorluktan geride kalan bir halkta, her kavimden ve her dinden insanların bulunmasından daha tabiî ne olabilir?
*Gelelim, ermeni halkıyla müslümanların tarih içindeki karşılaşmalarına..
Ermeniler Kafkasya, Anadolu, Suriye ve Mezopotomya’da yaşayan en eski yerli kavimlerden biridir.. Köklerinin milâddan 2000 yıl öncelere, Urartu’lara, Frig’lere kadar dayandığı sanılmaktadır.. Bizans ve Sasanî imparatorluklarının gölgesinde asırlarca yaşamışlardır. Hz. Osman zamanında İslam ordularının Doğu anadolu üzerinden taa Karadeniz’e kadar dayanmaları sırasında, yani erken bir dönemde, müslüman hükûmetleriyle de karşılaşmışlar ve daha sonra, Selçuklular zamanında da, tekrar, müslüman hükümdarların idaresine girmişlerdir..
Elbette kendi kralları ve beyleri de olmuştur, zaman zaman .. Ancak, bunların uzun süreli olamadığı görülüyor..
Ermenilerin inançları, en eski kiliselerden olan ermeni kilisesinin öğretilerine göre şekillenmiş ve Bizans/ Doğu / Ortodoks Kilisesi’yle Ermeni Ortodoks Kilisesi arasında derin itiqadî çatışmalar olmuştur..
Alfabeleri de, 1600 sene öncelerde Mesrop Meştots (ya da değişik bir telaffuzla, Mestusaş) isimli bir papazın, sırf ermeni dilinin seslerini temsil edecek şekilde tedvin ettiği özel bir ulusal alfabedir.. Ermenice, Hind-Avrupa dil grubundandır ve tabiatiyle, ermenilerin yaşadığı yörelerdeki diğer halkların dillerinden de bir çok kelime alış-verişi olmuştur..
Selçukluların fethinden önce biri Kars civarındaki Ani Prensliği, diğeri Van civarındaki Vaspuragan Prensliği olmak üzere Bizans'a bağlı iki Ermeni Prensliği vardı. Selçukluların Bizans'a doğru akınları başlayınca Vaspuragan Prensi, Bizans imparatoru ile anlaşarak 1021 yılında Van'ı terk edip, kendi halkının büyük bir kısmı ile Sivas bölgesine, Orta Anadolu’ya yerleşti. Ermenilerin bir kısmı da Urfa yöresine yerleştirildi.
Ani, Bizans'a tâbi Ermeni prensi Sempat'ın elinde idi. Sempat, önceleri Bizans İmparatoru’na karşı Gürcü Kralı’nın yanında yer aldı.. Vaspuragan Prensliğini ortadan kaldıran Bizans İmparatoru II.Basil'in intikâm almasından korkan prens Sempat, ölümünden sonra Ani'nin Bizans'a devrini vasiyet etmek sûretiyle prensliğini sürdürmüştü.. Ancak, bu vasiyet yerine getirilmeyince, Bizans İmparatoru tarafından Ani Prensliği’ne de son verildi.
Ama, Bizans'ın elinde bulunan Kars ve Ani şehirleri 1064 yılında Sultan Alpaslan tarafından fethedildi. Yani, ermenilerin yaşadıkları bölgeler, müslümanlarca Bizans’tan alındı, ermenilerden değil.. Bunun içindir ki, Ermeni tarihçi Mathieu, Selçuklu fethinden, Bizans’ı sorumlu tutar..
Selçuklular’ın Anadolu’ya yerleşme yıllarından itibaren, tabiatiyle, bir seri silahlı direnişler olduysa da, özellikle İzzeddin I. Keykâvus zamanında (1211-1220), hem Karaman -Ereğli- Konya civarındaki ermeni krallıkları ve hem de Samsun-Sinop yöresindeki ermeni beylikleri sona erdirilmiş ve ermeniler, ‘kendi dinlerine , kiliselerine karışılmaması’ şartıyla, ‘Selçuklularla işbirliği yapabileceklerini ve Bizans’ın zulmünden korunmak için Selçukluların himayesine girebileceklerini’ bildirmişlerdir..
Bu arada, II. Leon, katolikliği kabul ederek, Haçlılar’dan yardım alıp, Klikya’da 1198’de krallığını ilan ettiyse de, bir yıl sonra Selçuklular Adana’ya kadar olan yöreleri alınca, bu krallık da Selçuklu’lara bağlı bir beylik haline geldi..
Ama, Selçuklular, 1243- Kösedağ Savaşı’nda Moğollar karşısında ağır bir yenilgiye uğrayınca, ermeniler, bu kez de Moğol Hükümdarı Hulâgu’nun emrine girerek, onun Suriye’yi işgaline yardımcı oldular..
Ama, Moğol İstilası sona erdiğinde, ermeniler yine başkalarının himayesinde yaşamanın bedelini ödemiş olarak, kendi kaderleriyle ve güçsüzlükleriyle başbaşa kaldılar..
Karaman civarındaki son ermeni beyliği de 1375’lerde ortadan kaldırıldı..
Osmanlılar döneminde ise, 1461’de Sultan Fatih, İstanbul’da Ermeni Patrikliği’ni tesis ederek, ermenilere yeni bir kimlik kazandırdı..
*Tarih, bir kin ve güç gösterisi değil, ibret kaynağı olmalıdır..
Evet, miladî- 1060’lardan 1860’lara gelinceye kadar kadar, tam 800 yıl, bir takım rahatsızlıklar olsa bile, müslüman olmayan öteki kavimlere nisbetle, ‘kavm-i necîb’ / (asâletli kavim) diye ayrıcalıklı bir yere konulmuştur, ermeniler..
Bu arada, başta Klikya (Maraş ve Adana civarında, bilhassa da Zeytun -bugünkü Süleymaniye-) yöresinde ermenilerin son 500 yıl içinde, defalarca problemler oluşturduğu, bir takım silahlı ayaklanma teşebbüslerine girdiği bilindiği gibi, diğer bazı yörelerde de irili ufaklı birçok rahatsızlıkların zaman zaman meydana geldiği de bilinmektedir ve bu tabiî de karşılanmalıdır..
Çünkü, sadece Celalî İsyanları’nın Anadolu’yu 200 yıl kasıp kavurduğu bir ortamda, kendilerine daha müsaid bir ortam oluşturmak isteyen veya baskılara maruz kaldıkları için silaha sarılan kitleler her yerde ve her kavimden ve kesimden olmuştur..
Buna rağmen, ermeni halk kitleleri, müslüman halkla en fazla kaynaşan, aynı hayat tarzını benimseyen bir topluluk oluşturmuşlardı.. Savaşlarda Osmanlı Ordu mutfağının, genel olarak ermenilerin eline bırakılması, ermenilerin hıyanet etmiyeceğine olan güvenin en açık göstergesiydi..
Böyleyken.. 1789- Fransız İhtilali’nin dünyada estirdiği nasyonalist rüzgarların etkisiyle Tanzimat döneminden itibaren daha bir ideolojik zemin kazanan ve emperyalist Batı dünyasının desteğini de sağlayan nasyonalist hareketler ermenilerin içinden bazı grupları da kendi manyetik alanına çekmekte gecikmiyecekti..
Ama, ermeni halkının içinden çıkan bir kısım ermeni nasyonalistlerinin verdikleri silahlı mücadeleler veya işledikleri korkunç cinayetler yüzünden, bütün ermenilerin suçlanması elbette yanlıştı.. Bugün de, sırf PKK yüzünden, bütün müslüman kürd halkının suçlanması gibi bir eğilimi hortlatmak isteyenlerin mantıkî çıkmazındaki gibi bir durumdur, bu..
Binlerce yıldır Anadolu’da yaşayan bir toplumun, kendi içlerinden çıkan bazı kimselerin suç veya mücadeleleri yüzünden, bütünüyle suçlu sayılması, müslümanların aslî ölçülerinde yoktur..
Ayrıca, ‘Bir tek kişi haksız olarak öldürülse, bütün bir insanlık öldürülmüş gibidir..’ ölçüsü veren bir dinin mensubları bir takım yanlışlar yapmış olsalar bile, onların fiillerinin sorumluluğunun İslam adınaymış gibi gösterilmesi de bir başka büyük yanlıştır..
* Hingalla türküsü ve payına uçurumlar düşen Heranuş’un ‘Seher’leşmesi...
*Fethiye Çetin’in ‘Anneannem’ isimli kitabını okudum bugünlerde; yüreğimde bir sızıyla..
Fethiye Çetin, Ergani- Maden’den..
Çetin bir kış gecesi, El’Azîz’de üç gün beklemenin bıkkınlığı ve ‘Biz gidebiliriz..’ zannıyla, bir otobüsle Diyarbekr’e doğru yola çıkıp, Maden civarındaki Kalemdan Geçidi’ne geldiğimizde kara saplanıp, güç-bela kurtuluşumuzu ve geri dönüp gecenin saat 02’00 sularında Maden’e ulaşışımızı ve ‘Belki yolcu gelebilir..’ diye bekleyen yaşlı bir lokantacının sıcak çorbasıyla biraz kendimize gelişimizi ve sonra, hanım yolcuların evlere götürülüşünü, bizim de karakoldaki sandalyelerde sabahlayışımızı hatırlıyorum, 40 yıl öncelerde.. Fakir, ama, gönlü zengin, lokmasını yolda kalanlara ayırmayı düşünecek kadar yol ehli bir kültürün insanlarıydı Maden’liler.. Ve gecenin o en soğuk vaktinde, misafirleri ağırlamak için birbirleriyle yarışıyorlardı.. ..
Fethiye Çetin’in çizdiği ‘Maden’ tablosu da farklı değil..
Ama, onun anlatısındaki üzüntü verici husus, ‘anneanne’sinin hazin hikayesinden kaynaklanıyor..
Sözkonusu ‘Anneanne’ Seher Hanım, 2000 yılında 95 yaşında vefat etmiş.. Yazılanlardan anlaşıldığına göre, Seher Hanım, son derece inançlı bir müslüman olarak yaşamış..
Hattâ öyle ki, fotoğraf karelerinde yer almaktan bile kaçınacak kadar.. Namazında-niyazında, dilinden dua eksilmeyen birisi.. Ve aynı zamanda, evde de bir otorite.. Ama, ana-baba, kardeş ve diğer yakınlarını da hep acıyla anmış, aramış, onlar için gözyaşı dökmüş, tabiatiyle..
Cenaze namazı kılınırken, ‘merhûme’den ayrı olarak, baba ve anasının adı da sorulduğunda, Seher Hanım’ın ana- baba adının Huseyin ve Esma olduğu söylenir...
Ama, işte o anda, Fethiye Çetin devreye girer ve ‘Hayır, onun adı Heranuş.. Anne adı İsguhi, baba adı da Hovannes..’ der..
Çetin’in ‘anneannesi’ni anlattığı kitabı, bu acı macerayı yeniden hatırlatıyor ve böyleleri, binler, onbinler halinde var..
Çetin’e, ‘anneanne’si ömrünün son demlerinde söylemiş, sırlarını. Kaybolan ailesinden, kardeşlerinden, anne-babasından, yakınlarını ömrünün son demine kadar hep hatırlamış, bir gün kavuşabileceği umutlarıyla onlara ağıt yakıp, ‘Hingalla’ şarkısını hep mırıldanmış.. ‘Akh , kheğc hoviv kec pajin.. / Khor tzorer munatsin../ Hingalla- hingalla../ (Ahh garib çoban.. / Uçurumlar düştü payıma.. / Hingalla-Hingalla..)
‘Anneanne’sinin ölüm ilanını Hrant Dink’in Agos gazetesinde yayınlamış Fethiye Çetin.. O ilanda, ‘anneanne’nin, dilini, dinini, hepsini unuttuğunu, yeni bir dil ve yeni bir din edindiğini ve onlardan da asla şikayetçi olmadığını; ama, köyünü, ana-baba, kardeş ve diğer yakınlarının bilmediği âkıbeti için de devamlı gözyaşı dökecek kadar insanî hasletlerini yitirmemiş birisi olduğu vurgulanmış ve o acı geçmişi ise, hep, ‘O günler gitsin, bir daha gelmesin..’ diye anmış..
Yani, düşmanlık hortlatmayı değil, unutmayı esas alan bir anlayışla..
Çetin, daha sonra, ‘anneanne’sinin aile uzantılarını Ortadoğu’da ve de Amerika’da bulmuş..
Bu hikayede, asıl zorda olan, herhalde Fethiye Çetin’dir. Çünkü, yazdıklarından anlaşıldığına göre, Heranuş’u 13-14 yaşındayken, kafilelerin içinden çekip alan jandarma onbaşısı da, annesinin babası, yani kendi dedesidir..
Seher Hanım’ın, son demlerinde anlattığı acı hikayesindeki bir anekdot da, son derece ilginç..
Seher Hanım’ın annesi İsguhi, kızlarına, o büyük karışıklık ve kaos ânında, yırtıp-pırtık elbiseler giymelerini, yüzlerini kirli tutmalarını tavsiye edermiş.. Taa ki, birilerinin hoşuna gitmekten, kem gözlü, kötü niyetlilerin şerrinden uzak kalınabilsin..
*Elemim tek yüreğin kârı değil; gel, paylaşalım...
Osmanlı çökerken, yaşanan büyük sosyal travma’dan zarar görmeyen bir halk kesimi kalmış mıdır ki, sadece ermenilerin başına gelenler için ağlanılsın.. Savaş sonunda asırlarca yaşadıkları Anadolu’dan zorla sökülüp götürülen 1,5 milyon kadar hrıstiyan rûmun ve Yunanistan’dan Anadolu’ya getirilen 500 bini aşkın müslümanın acıları sanki daha mı az idi? Bir büyük sosyal trauma, topluca yaşanmıştır yani..
Ve ermenilerin maruz kaldığı facia da reddedilemez.. Çünkü, 1915’lerde Osmanlı’nın bugünkü TC sınırları içinde kalan yörelerinin nüfusu 13 milyon kadar iken, ermenilerin nüfusu yine Osmanlı kayıtlarına göre, 1 milyon 200 bin civarındadır.. Yani, onda bir kadar.. Şimdi ise, bu rakamlar 70 küsur milyona karşı, 40-50 bin civarındadır..
Kimileri kaçtılar, kimileri öldürüldüler, kimileri açlık ve sefalet içinde; yollarda, kışta kıyamette telef oldular ve özellikle çocuk ve kadınlardan küçümsenmiyecek bir kısmı da müslüman aileler tarafından himaye altına alındı, çocuklar büyütüldü, evlendirildi.. Elbette bunlar kendilerini koruma altına alan ailelerin içinde müslümanlaştılar, belki de -İslam’ın hükmünün ne olduğunu bilmeyecek kadar İslam’dan habersiz kimselerin işgüzarlığıyla zorla- müslümanlaştırıldılar.. (Daha geçen aylarda, Irak’daki Amerikan bombardamınları sırasında kol ve bacaklarını kaybeden 8-10 yaşındaki bir oğlan çocuğunun Amerikalı bir zengin aile tarafından himaye altına alınması ve takma kol ve bacaklara kavuşturulması ve ama, Muhammed isminin Amerikan kültürüne uygun bahanesiyle, Hammound diye değiştirildiğini hatırlayalım.. )
Ama, onbinlerce ermeni çocuğunun müslüman ailelerin himayesine alınması, genelde, onların ‘Allah’ın emaneti’ olarak görülmesinden kaynaklanıyordu.. Ancak, o hengamede, ailelerden kopmalar, bir daha hiç bir araya gelemeyişler, kaçınılmazdı.. Çünkü, meydana gelen sosyal sıkıntı çok büyüktü; koskoca bir impatorluk yıkılıyordu..
Ve insanlık adına ağlanılacaksa, trajedilerine ağlanılması gereken müslüman kitlelerin, ermenilerden bir kaç misli fazla olduğu açıktı.. Ama, onlar acılarıyla tarihin derinliklerine bırakıldılar..
*’Türkçü İttihadçı’lar veya ‘Ermenici komitacılar’ın ideolojik ortak paydası..
Devletlerin hayatında, sosyal düzene, devlet otoritesine karşı silah kullananların üzerine silahla gidilmesinde yadırganacak bir şey yok..
Ancak, bir takım silahlı kimseler, bir takım eylem ve cinayetler yapıp, sonra da kendilerini bir topluma nisbet ettikleri zaman, o toplumun toptan suçlu sayılmasının mantığı olabilir mi?
Ve İttihad- Terakkî’nin resmî ideolojisinin türkçülük temeline dayandığı ve bunun hâlâ da sürdüğü, gizli bir şey değil.. Aynı dönemde zuhur eden Daşnaksutyun ve Hinçak gibi silahlı ermeni teşkilatlarının da, ermenici bir temele oturmasına niye şaşılmalı ki?
Ve bütün tebaı, Allah’ın bir emaneti olarak algılayan bir devlet anlayışı yerine, sadece filan veya falan kavimden olmak/ olmamak gibi ölçüler getirilince, böyle bir kanlı tablo kaçınılmazdı..
Üstelik, 1877-78’e denk gelen Hicrî-Qamerî 1293 yılındaki (ve 93 Harbi diye anılan) Rus-Osmanlı Savaşı’nda, bilhassa Kafkas yöresindeki ermeni çetelerin, Rus Orduları’yla işbirliği yapması ve ermeni köylerinden destek görerek ilerlemesi faciasının, Birinci Dünya Savaşı patlayınca tekrar yaşanmaması için tedbir olarak görülen ‘tehcir’ (zorla göçettirme) siyaseti istisnai dönemlerde bütün dünyada uygulanan bir tedbir.. Ama, bu gibi tedbirleri uygulayabilecek güçlü kontrol mekanizmasına sahib bir devlet yönetimi olmayınca, neticenin bir facia olacağı açıktı..
Üstelik, emperyalist güçlerin kurduğu tuzağın bir parçası olan ermeni komitacılarının yaptıklarının bedelini ödeyen sadeyen sadece ermeniler olmayacaktı..
Yani, ortada , iddia olunduğu üzere, tek taraflı bir ‘kıtal/ öldürme’ değil, bir ‘muqatele/ karşılıklı öldürüşme’ sözkonusu idi.. Nitekim, Anadolu’nun her bir yanında ve özellikle Karadeniz kıyılarıyla Merzifon Sivas, Konya, Bayburt, Erzincan, Erzurum, Kayseri, Ankara, Siirt, Bitlis, Mardin, Diyarbakır, Maraş, Urfa, Van gibi yörelerde, müslüman halklar da binler halinde öldürülmemiş miydi?
Keza, halk kitlelerinin hışım, kin ve nefretle hareket etmesi ve adaletsiz davranması, kitle psikolojisinin de kaçınılmaz sonucudur..
*
İmdiii.. Sahi bu özür dileme veya dilememe kampanyalarıyla elde edilecek olan nedir? Yeni düşmanlıklardan gayri.. Özür dilenmesin diye yırtınanlar, bir şeylerin üzerini örtmeye çalışırken; ‘Özür dileyelim..’ diyenler de yanlış yapıyorlar... Çünkü, hem tek taraflı bir suç ve cinayet işlenmiş değildir ve hem de bir toplum, bütünüyle cedlerinin bir kaatiller güruhu olduğunu kabul edecek olursa, o toplumun sağlıklı , haysiyetli, şahsiyetli bir toplum olduğunu kim söyleyebilecektir?
Son zamanlarda ortaya atılan bir iddia ise, daha bir belalı.. Bazıları, ‘türkler asla böyle bir şey yapmaz..’ şeklinde bir kesin hükümle reddedip, sonra da, konuyu müslüman kürd halkının üzerine atmaktalar ki, bu da bir ayrı facia..
Geçen hafta, bir tv. proğramcısı F. Altaylı da bunu son olarak dillendirenler birisi.. Bu ayıbın da ötesinde, hattâ ırkçı, bölücü ve bir halkın içinden bir kesimi suçlu ilan ilan etmek gibi tehlikeli bir yaklaşımdır.. Ve bu mentaleti, yeni düşmanlıkların tabanını oluşturmaktadır.. Sanki, ‘başka kavimlerden canavarlar çıkar da türklerden çıkmaz veya başka kavimlerden iyi insanlar vardır da, türklerden yoktur!..’ gibi bir mentaleti nasıl kabul edilebilir?
Kaldı ki, her insanın içinde bir melek, bir de canavar gizlidir..
Her iki tarafta da, kışkırtılmaya müsaid kesimler arasında vur -vurana, kır-kırana bir mücadele sergilenmiştir..
Nitekim, bir kaç yıl önce (müteveffâ) Hrant Dink’le birlikte katıldığı bir tv. proğramında, ellerine fırsat geçince, ermenilerin de özellikle Van yöresinde binlerce müslümanı öldürdüklerini bizzat Etyen Mahçupyan da itiraf etmişti..
O halde, yapılması gerekli olan, herhalde şu olmalıdır:
Her iki tarafın halklarını objektif olarak temsil etmek durumunda olan resmî temsilciler başta olmak üzere, iki taraflı bütün sivil toplum kuruluşları, asırlarca şemsiyesi altında yaşadıkları bir imparatorluk yıkılırken, oluk oluk insan kanı akıtılması üzerinde, yaraya tuz dökmekten kaçınarak, derin bir kalb hassasiyetiyle durmalı ve aynı büyük trajedilerin gelecekte de yaşanmaması için kendi kamuoylarını doğru yönlendirceklerine sözvermelidirler..
O döneme aid suçlama veya beraet ettirme çabaları için, her iki tarafın da kullanabileceği pek çok belge veya hikaye vardır.. Ve kamuoyunun şekillendirilmesinde, propaganda gücü fazla olanın etkileme gücü daha fazladır.. Ama, bu propaganda gücüyle başkalarını suçlu ilan eden kesimlerin düşmanlık duygularını daha bir tahrik edeceği de unutulmamalıdır..
Evet, yapılacak olan; geçmişin facialarını unutmadan; ama, o faciaları yeni düşmanlıkların temeli değil, birlikte ve barış içinde yaşamanın zarureti haline getirecek bir anlayışla, birbirimizin yaralarını sarmaya çalışmak..
Buna var mıyız?
Başka çözümler paylarımıza yarınlarda da yeni uçurumlar çıkaracaktır..