MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin DEM’lilerle tokalaşmasıyla başlayan ve akabinde Öcalan’a doğrudan seslenerek “Gelsin DEM Parti grup toplantısında konuşsun, terörün bittiğini, örgütün lağvedildiğini ilan etsin” şeklindeki çağrısı sürpriz gelişmelerle gündemi belirlemeye devam ediyor.
Bahçeli’nin bu hamlesinin Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından övgüyle sahiplenilmesi ve yaklaşık dört yıldır görüşme yasağı olduğu için kendisinden haber alınamayan Abdullah Öcalan’la yeğeni ve Şanlıurfa DEM Milletvekili Ömer Öcalan üzerinden cezaevinde görüşme imkanı sağlanması; Bahçeli’nin bu çıkışının spontane gelişen kişisel bir tutumdan öte, devlet mutfağında pişirilerek hazırlanan bir menünün ana yemekten önceki başlangıç servisi olduğunu gösteriyor. Bu servis, uzunca bir süredir dondurucuda beklediği için büyük oranda gündemden düşen Kürt Sorununu, Türkiye’deki diğer tüm gündemleri domine edecek şekilde bütün cesametiyle önümüze getirdi.
Öcalan’ın: “Tecrit devam ediyor. Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” mesajı ve bu mesaja yönelik DEM Parti, Kandil, Demirtaş gibi dolaylı aktörlerin gösterdikleri tepkiler çerçevesinde yeniden tartışmaya açılan Çözüm sürecinin bu sıcak atmosferi içerisinde PKK tarafından gerçekleştirilen TUSAŞ saldırısı, bu saldırıya cevap niteliği taşıyan Irak ve Suriye’deki örgüt hedeflerine yönelik saldırılar ve son olarak Mardin, Batman ve Halfeti belediyelerine kayyum atanması ve medyada sürgit devam eden tartışmalar…
Dejavu yaşıyor gibiyiz.
Yapılan değerlendirmelerde devlet mutfağında hazırlanan menünün; İsrail’in ABD desteğini arkasına alarak başlattığı savaşı genişletme çabasının, bölge ülkelerini kendi tedbirlerini almaya yönelttiği, kendi içerisinde dağınık bir görüntü veren Türkiye’nin de böyle bir ihtimal karşısında safları sıkı tutma, bir diğer ifadeyle iç cepheyi tahkim etme ihtiyacından kaynaklandığı yorumları yapılıyor.
Süreç ketum bir şekilde, biraz da nobran bir tarzda, içerik olmadan bir gölge boksu şeklinde ilerlediği için menüde neler olduğunu kimse bilmiyor. Önceki süreçlerden gerekli dersleri çıkarması gerektiği varsayılan devlet aklının bu defa daha dikkatli ve temkinli davrandığı değerlendirmeleri yapılıyor. Umarım öyledir.
Evet, daha evvel davulla zurnayla yürütülen süreçlerin başarısız olduğu doğrudur. Fakat bu süreçlerin başarısız olmasının tek sebebi temkini elden bırakmak değildi.
Sürece henüz bir isim konulmadığı için kapsamına yönelik bir tahminde bulunmak güç. Ancak, PKK’nin silahsızlandırılmasının öncelikli hedef olduğunu düşünüyorum. Bir önceki yazıda gerekçelerini uzun uzadıya ifade etmiştim: gelinen nokta itibariyle PKK’nin silah bırakmasını gerektiren koşullar, 2013 yılındaki koşullardan çok daha elverişlidir. Üç yılda bir yapması gereken kongresini2013 yılından beri, iki yılda bir yapması gereken KCK kongresini de 2008 yılından beri yapamayan, yöneticilerinin kendi aralarındaki haberleşmeleri ilettikleri notlarla sağlayabildiği, savaşçı katılımının bittiği, eylem yapma kapasitesinin büyük oranda tırpanlandığı, uzunca bir süredir kitlesel etkinlikler yapamadığı bu sıkışıklık hali, örgütü büyük bir açmaz ve tıkanıklıkla yüz yüze getirdi.
2013 yılında örgütü silah bırakmaktan vazgeçiren Suriye’deki kazanımlar, (Rojava) bu kez örgütün silah bırakma gerekçesine dönüşmüş olabilir. Buradaki kazanımlar örgütün kendisinde çok daha anlamlı ve değerli hale gelmiş. ABD’nin de içerisinde yer aldığı iddia edilen pazarlıklar şayet; al PKK’yi, ver PYD’yi çerçevesinde yürütülüyorsa; Suriye’nin kuzeyinde ABD’nin silah cephaneliğine çevirdiği, Batı’nın destek ve sempatisini arkasına alan PKK güdümündeki bir teritoryal alan, tehdit boyutuyla Türkiye için PKK’nin kendisinden çok daha büyük riskler barındırıyor. Burada Rojava en kritik konudur. Bölgeyle oynayan Batı, bizim içimizle de oynar. Bugün olmasa da yarın.
Gelinen itibariyle PKK ve türevi diğer sivil oluşumlar eliyle Kürt toplumu arasında yaygınlaşan seküler ulusalcılık dalgası örgütün silahlı mücadelesinden çok daha tahripkâr bir işlev görmektedir.90’lardan itibaren başlayan ve 2005’ten itibaren hızlanan Kürt ulusu oluşuyor artık. Kürt ulusallaşması devlet dışı ve devletsel aygıtlarla yapılıyor. Medyası, silahlı gücü, belediyeleri, eğitim kurumları var. Anıtları, kahramanları var. Yüzyıllık sorun sosyolojik bir soruna dönüştü. Hükümet yüzyıllık bir sorunu sosyolojik sorun olarak görmemekte ısrar ediyor. AK Parti hükümeti PKK’ya karşı doğru adımlar attı, fakat tamda bu sırada sosyolojik politikaların bu adımlara eşlik etmesi gerekiyordu.
Kayyum meselesiyle giriş yapmıştık. Kayyum meselesi bu patolojik tablonun en çarpık göstergesi. Hükümet, başkanları görevden el çektirme gerekçesini tatminkar bir şekilde açıklama ihtiyacı duymadığı için, Kürtlerin tercihlerine karşı bir operasyon, toplum vicdanını da yaralayan bir hukuk tanımazlık şeklinde yansıyor.
Evet, Kürt sorunu silahlı bir örgütün oluşturduğu güvenlik tehdidinin çok daha ötesinde siyasal ve sosyolojik boyutlarıyla artık bölgesel ve uluslararası bir mahiyet kazanan çok boyutlu ve çetrefilli bir mahiyete büründü. Bahse konu bu boyut, küresel emperyal güçlerin insafına ve istismarına terk edilmeden kardeşlik temelli ve uzun soluklu politikalarla esenlik ve selamete ulaştırılabilir.
Konu gerçekten çok hassas ve önemli. Yüzleşmek lazım. Cesaretle, açık yüreklilikle…