Britanya’nın eski Başbakanı, dünya solunun en eski partilerinden İşçi Partisi’nin eski başkanı Tony Blair New York’ta Bill Clinton ile birlikte yaptıkları Tony Blair Faith Foundation (Tony Blair İnanç Vakfı) açılışında şöyle demiş “20. yüzyıl için siyasi ideoloji ne kadar önemliyse 21. yüzyıl içinde dinî inanç o kadar önemli olacak.”
Bu haberi okuyan klasik bir Türk aydını, okuryazarı şöyle demiştir: Tony Blair herhalde can sıkıntısından iyice kafayı dinle bozmuş. Yoksa kutsal bilimin geldiği şu aşamada hâlâ ne dini kardeşim be. Elalem Mars’a gitmiş.
Bu kalıp tepkinin klasikleşmiş son cümlesi pek Blair için uymadı ama olsun. Ayrıca böyle burun çevirerek Mars’a giden o elalemin son 10 yılda kitap listelerinden turizme kadar tüm sektörleri etkileyen yeni bir dinî dalganın içinde olduklarını da kaçırmış oluyorsunuz. Daha şimdiden dinlerin yeniden geri dönmesi üzerine yazılıp çizilmişlerden büyük bir külliyat oluştu bile. Artık dinî kitapları çok satan listesinde görmek tuhaf değil. Okuyucular ilk elden dinî kaynak kitaplara da yoğun ilgi göstermekteler. Din ve din tarihi, edebiyat ve sinemanın da büyük keşfi. Da Vinci’nin Kodu ile başlayan bir edebiyat akımı olduğunu bile söyleyebiliriz artık. Sinemada din ise modern dünya eleştirisi, ahlakçılık olarak görünür oluyor. Mesela son beş yılın İstanbul Film Festivali programlarını bir de bu gözle yeniden inceleyin. Kitapçılardaki Mevlana kitaplarında sizce de bir artış yok mu? Dinî kitapların ya hiç bulunmadığı ya da en ezoterik Yaşar Nuri Öztürk’lerinden bir kaç tanesinin kitapçının en ücra köşesinde Hint felsefesi ve Taocu seks kitaplarıyla birlikte saklandığı en laik kitapçılarda bile İbn Arabi, Mevlana kitapları kasalara yakın yerlere terfi etmiş durumda. Mevlana’nın Rumi adıyla ABD’de her eve girdiğini de duymuşsunuzdur.
Ama siz hacı fış fış esprilerine gülen bir Türk moderniyseniz, yine de bunları duymamış olun. Diyanet’in bile arkasında durmadığı birkaç tane sanal fetvayla dalga geçmeye devam edip, bu yıl Hac yine Kurban Bayramı’na denk geldi diye haber yapmanın da kendince bir tutarlılığı var. Din hakkında hiçbir şey bilmemenin marifet sayıldığı, din hakkında azıcık bilgi sahibi olmanın bile parmakla işaret edilmeye, hacı, şeriatçı, tarikatçı diye en hafifinden dalga geçilmeye yettiği, hadi biraz abartsak çok rahat İslamofobik diyebileceğimiz bir yaşam dünyasında böylesine bir cehaletin pek bir hükmü yok zaten.
Hâlâ laboratuardan babam çıksa yerim tadında bir 19. yüzyıl bilimciliğinin hâkim olduğu bir ülkeden bahsediyoruz. Hâlâ kahramanlarımız karanlıkları yara yara Anadolu’ya gitmiş fedakâr ışık saçan, el örmesi yelekli, limonlu çay içen öğretmenler. Bir bilimsel keşif için yapılan deney sırasında kobay olup ölenlerin şehit olup aydınlanma cennetine gidip gitmeyeceğinin tartışıldığı fundemantalist laik bir ülke burası. IMF ile birlikte modernitenin de ümidini kesmediği, başarılı olup tüm dünyadaki başarısızlıklarını örtbas etmeye çalıştığı bir ülkeden bahsediyoruz.
Moderniteyi artık sokağa çıkamaz hale getiren postmodernitenin bile lime lime edildiği, üzerinde tepinmeyenlerin son 10 yıldır ciddi akademi kurumlarında dövüldükleri bir dünyada, hacı fış fış esprileri tadında bir aydınlanmacı sarkazm içinde debelenmenin karşılığı sahiden “Onlar Mars’a giderken yaya kalmak oluyor” herhalde.
Böyle bir dünyada bir taraftan o postmodernitenin bile hakkını veremeyerek her fırsatta farklılıklara saygı, çok kültürlülük dedikten sonra zorlama İslamo-faşizm yazıları yazanlara da ancak Fransa’da tahammül edebiliyorlar.
Hadi bilmemek ayıp değil de tüm bu yeni dalgayı görüp de bilmezlikten gelmek sahiden ayıp.
Bu ülkenin okumuşları, modernleri din karşısında ne zaman bir oh çekecekler ve dinle karşıt yandaş ilişkisi dışında sağlıklı bir ilişki kuracaklar. Çünkü din karşısında bir türlü rahatlayamamış bu karışık ruh hali bugünkü demokrasi sorunlarımızın da ana kaynaklarından biri.
Bu toplumda ortak kültürümüz, ortak yaşam dünyamız; rengini, kokusunu, dilini büyük ölçüde dinden hadi açıklıkla adını söyleyelim İslam’dan alıyor. Bir Kürt ile bir Türkü birbirine benzer kılan en önemli şey paylaştıkları ortak dinî kültürdür.
Dar bir cumhuriyet eliti dışında, herkes “benim annemin, anneannemin de başı kapalıydı” kıvamında bir insan profilinden gelirken dinî cehaletin övünç kaynağı olması ise bu şartlar altında ne ikna edici ne de sağlıklı bir ruh haline işaret. Din karşısında ancak ona inanarak ya da sahiden ona inanmayarak rahatlayabiliriz. Yoksa hem bir taraftan İslam ile ilgili her şeye karşı fena halde duyarlı ve önyargılı olup öteki taraftan da dindarlara “bunlar Kur’an okumamış köylü Müslümanlar, gerçek dinde böyle bir şey yok” bilgiçliği taslamak hiç sağlık işareti değil.
Türk elitleri kararlarını veremediler. Onlar için din ne içinde ne de dışında kalınabilen bir şey. Din içinde kalmak pek onları açmamakta, fakirler, eğitimsizler, köylüler hep dindar, din hiç de kentli değil. Öte yandan bilinçli bir din dışılık için de oturup bayağı bir entelektüel çaba göstermek gerek. O da zahmetli yani.
Şimdi dünyadaki yeni dalganın da etkisiyle din Türkiye’de de yükseliyor. Artık dindarlar laiklerden daha entelektüeller, daha çok okuyorlar. Dini ağırlıklı bir kitapçıya gidin laik kitapçılarda görmeyeceğiniz çeviriler yapılmış. Kentli bir dinî hayat oluşuyor. Her köşede ney, hat kursları açılıyor. Birilerinin muhafazakârlaşma dediği şey de dinin ve dindarların kentte, kamusal alana çıkışı, daha görünmeleri aslında.
İşte “Türkiye’de sadece gayrimüslimler değil Müslümanlar da dinlerini özgürce yaşayamıyor” diyen Ali Babacan tam da bu krize işaret ediyor. Ve sonuna kadar haklı. Ve “partileriniz kapatılıyorsa camiiler beş vakit açık” diyenlerin sonu da “ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” diyenlerle aynı olabilir.
Taraf gazetesi / 02.06.2008