Türkiye bir rüyadan uyanıyor... Kendimizi modern ve çağdaş dünyanın asli bir parçası olarak görmemizi sağlayan bir cumhuriyet kurmuştuk. Bu rejimin eşitlikçi ve özgürlükçü olduğunu düşünmüştük.
Millet olmanın şuuruyla birleştiğinde sistemin adil olacağını varsaymıştık. Bugün bunların hiçbirinin gerçek olmadığını bir anda idrak etmenin ağırlığı altındayız. Kurulan cumhuriyet modernliği bir tür otoriter elitizm olarak siyasallaştırmış, çağdaşlık adına devlete yandaş bir cemaat üretmişti. Rejim, özgürlüklere tahammül göstermeyen, devletle toplum arasına mesafe koyan, ayrıca toplum içindeki kimliklerin hayat alanlarını budayan bir nitelik arz ediyordu. Millet kavramı ise imtiyazlar üzerinde inşa edilmiş olan ve vatandaşlığı devletin uzantısı haline getiren bir sistemin meşrulaştırılması için kullanılmıştı.
Bu topraklarda 1910-25 yılları arasında bir parantez açıldı. Kendi içindeki farklılıklara karşın bir arada durmayı uzun süre becermiş bir toplumun kadim geleneğine, asabiyesine, ruhuna aykırı bir parantez... Şimdi bu parantez kapanıyor ve kapanış da muhtemelen 10-15 yıl sürecek bir döneme işaret ediyor. Basitçe ifade edersek Türkiye Cumhuriyeti, ideal bir kısır döngü tasavvuruna sahipti. Toplum bu döngüyü birkaç kez kırmaya çalıştıysa da, her seferinde 'devlet' onu yeniden oluşturmayı becerdi ama bu restorasyon, rejimin kırılganlığını artırma pahasına yapıldı. Sonunda, bugüne geldiğimizde uygun bir dünya konjonktürünün de desteğiyle toplumsal dinamikler döngünün çökmesine ve yerine yeni bir kısır döngünün oluşmasına yol açtılar. 'Devlet' ise hâlâ ayaktaydı ve doğal olarak direnmeye çalıştı... Yeni kısır döngünün rejimi kökten değişime uğratacağı açık olduğu için de, bu direnci siyaset geleneğine uygun bir biçimde 'darbe' üzerinden gerçekleştirmeye çalıştı. Günümüzün basit hikâyesi budur... Ama ardında yaklaşık yüz yıllık bir parantez var.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kısa tarihini birbirine kabaca eşit üç dönemde ele almak mümkün. Bunların her biri kendi içinde tutarlı bir yönetim biçimini ifade ederken, temel amaç, devletle toplum arasındaki mesafenin korunması, karar mekanizmasının toplumsal tercihlerden bağımsız kılınması oldu. Aslında Osmanlı yönetim geleneği, siyaseti tümüyle devlet sistematiğinin içine alması ve devletle toplum arasına aşılması zor bir mesafe koymasıyla Cumhuriyet'in yaklaşımını kolaylaştıran bir zemin sağlamaktaydı. Ama kendisini bir 'kopuş' olarak tanımlayan ve modernliği bir hedef olarak benimseyen yeni cumhuriyetin, topluma daha farklı bakması beklenirdi. Ancak öyle olmadığı gibi, rejimin bugüne kadar tüm refleksleri toplumdan duyduğu tedirginlikten ve yabancılaşmadan beslendi.
'Makbul vatandaş': Tek parti dönemi (1920-50)
Resmî ideolojinin özellikle eğitim sistemi üzerinden yürüttüğü propagandaya karşın, bugün Cumhuriyet'in kuruluşuyla birlikte ortaya çıkan ve yönetici kadronun tasavvuru içinde oluşan rejimin bir tür diktatörlük olduğunu idrak etmiş durumdayız. Aslında bu, pek de zor bir tespit değildi. Rejimin tek bir partiye dayanması, farklı görüşlerin siyasallaşmasına izin verilmemesi, hatta söz konusu parti içindeki muhalefetin bile sık sık temizlenmesi, açık bir gösterge teşkil etmekteydi. Ama bundan ötesi de vardı... Tek parti olarak sistemi sahiplenen Cumhuriyet Halk Fırkası'nın idari kadrosu ile devletin bürokratik kadrosu neredeyse bire bir çakışmaktaydı. Örneğin uzunca bir dönem, partinin il başkanları aynı zamanda bulundukları illerin valileri olarak görev yapmışlardı. Partinin yerel yönetimleri ile yerel bürokrasi arasındaki organik bütünleşme ise bütün döneme damgasını vurdu. Diğer taraftan milletvekilliği makamı tamamen liderin tercihleri ve doğrudan atamaları doğrultusunda şekillenmekteydi ve buradaki değerlendirmenin liyakatle değil, lidere bağlılıkla ölçüldüğü de saklanan bir sır değildi. Dahası özellikle 1925 Takrir-i Sükun Kanunu'ndan sonra ifade özgürlüğünün neredeyse ortadan kaldırıldığını ve yargı sisteminin ise hukuka bağlılıktan ziyade rejimi koruma içgüdüsüyle yapısallaştığını eklemekte yarar var.
Rejimin bir tür diktatörlük olduğunu gösteren daha birçok tespit eklenebilir. Ama asıl ilginç olan ve rejimi bugünlere kadar ayakta tutan unsur, devletin yönetme gücü değil, toplumun bu güce rıza göstermesiydi. Bunun nedenini Anadolu halkının otoriter bir rejime alışık olmasının yanında, yeni rejime yüklenen olumlu payede aramak lazım. Mustafa Kemal ve (kim oldukları sık sık değişmekle birlikte) 'arkadaşları' bu toprakları yabancı işgalinden ve parçalanmaktan kurtarmışlar, bu 'mazlum milleti' özgürlüğüne kavuşturmuşlar, insanlara yeniden özgüvenlerini ve onurlarını kazandırmışlardı. Bunun sonucu ucu açık ve son derece yaygın bir şükran duygusunun, toplumun harcı haline gelmesiydi. Ancak söz konusu psikolojik ortam yönetici kadronun meşruiyetini sağlasa da, bunu sistemleştirmekte ve kalıcı kılmakta yeterli değildi. Dolayısıyla girişilen 'uluslaşma' süreci sadece modern dünyaya uyumu değil, yönetici elitin konsolidasyonunu da ifade etti.
Uluslaşma sürecinin temeli, tarihin yeniden yazılmasına ve 'temiz' bir geçmişin üretilmesine dayandı. Böylece Cumhuriyet, bütün dünyada trajik bir insan hakları ihlali olarak algılanan ve devletin planlı ve sistematik stratejisi sonucu hayata geçen 'Ermenilerin Anadolu'dan temizlenmesi' projesi ile olan bağını kopartmaya çalıştı. Ayrıca bu projeyi uygulayan eski İttihatçılara da mesafe alınması sayesinde, onların bir 'grup' olarak yeni rejimin ortağı olma çabalarına set çekildi ve bu sayede lider etrafında yeni bir kadrolaşma imkânı yaratıldı. Öte yandan Cumhuriyet modern olma hasebiyle Osmanlı'ya da mesafe almaya ve laiklik üzerinden yeni ve çağdaş bir meşruiyet oluşturmaya çalışıyordu. Nihayet Osmanlı'yı geriye doğru aşıp muhayyel bir Türklüğe yönelerek, kırılmış olan gururun tamirini sağlamak mümkün gözüküyordu.
Temiz bir tarihin oluşturulması, Anadolu halkının bir anda yakın geçmişin yükünden kurtulmasına, Cumhuriyet'in ise anka kuşu misali geçmişin küllerinden bir anda 'temiz' olarak doğmasına neden oldu. Doğal olarak sadece Türkiye içinde yaşanan bu algılama, göçmenlerle harmanlanmış ve kadim kimliksel niteliğini büyük ölçüde yitirmiş olan bu halkın yeni bir 'toplum' olarak tanımlanmasına izin veriyordu. Böylece bu karmaşık toplumsal yapı hem çok kadim hem de neredeyse yepyeni bir 'millet' olarak tanımlanabildi.
Bu sürecin kritik başarısı, söz konusu halkın kimliğinin yeniden yaratılmasıydı. 'Türk' kimliği Müslümanların vatandaşlık bağı üzerinden devlete bağlanmalarını ifade etti ve devletin topluma ihsan ettiği bir lütuf olarak işlevselleşti. Kısacası Türklük, devletin topluma 'verdiği' bir kimlikti ve bu durum Türklüğü devlete bağımlı bir kavram haline getirdi. Öyle ki bugün bile, Türk devleti olmadan Türk kimliğinin de olamayacağına ilişkin zımni bir kanının son derece yaygın olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Türk kimliğinin bu 'emanet' niteliği, söz konusu kimliğin sahiplerinde devleti koruma içgüdüsünün yerleşmesiyle sonuçlandı. Çünkü devletin kaybı, son kertede kimliğin de kaybıydı ve devlete zarar veren her şey, kimliğe de zarar verme potansiyeli taşıyordu. Böylece toplum, devletin istemediği ve onaylamadığı hareket tarzlarından uzak durmaya çalışırken, bunun sonucu 'makbul vatandaşın' üretilmesi oldu. Şimdi rejimin en güçlü destekçisi, devletin kendisinden talep ettiği gibi davranan, konuşan ve hatta düşünen, bu kendine özgü vatandaştı...
Rejimin başarısının kolayca küçümsenemeyeceğini vurgulamakta yarar var... Bürokrasinin ve siyasetin tümüyle devletin parçası olduğu tek parti döneminde tek tehlike bunların 'dışından', yani vatandaştan, halktan gelebilirdi. Dolayısıyla vatandaşın 'makbul' bir çerçeveye sıkıştırılması, rejimin de bekasının garantisiydi ve bu başarıldı...
Böylece bir kısır döngü yaratılmış oldu: Otoriter cumhuriyet anlayışı siyaset alanının daraltılmasını sağlıyor, dar siyaset alanı makbul olmayan vatandaşları siyasetin dışında tutuyor, siyasete giren 'makbul vatandaşlar' ise otoriter cumhuriyet anlayışını destekliyorlardı. Görünüşe bakılırsa Türkiye, değişmesi düşünülemeyecek bir 'altın çağa' girmiş gibiydi...
'Makbul siyasetçi': Çok partili dönem (1950-80)
İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya epeyce farklı bir siyasi konjonktürün içine girmişti. Soğuk savaş ortamı çatışma mantığını sürdürse de, şimdi Batı dünyası açısından mesele tek tek ülkelerin komünist yayılma karşısında durma yeteneklerinin geliştirilmesiydi. Öte yandan faşizm ve Nazizm 'sonrası' yaşanmaktaydı ve bu sistemi alt eden koalisyon ortaklarından biri olan özgürlükçü Batı, kendi siyasi değerlerini söz konusu çevre ülkelere aktarma kaygısı içindeydi. Bu ortamda Türkiye, NATO üyeliğine alınırken, çok partili hayata da geçmek durumunda kaldı.
Çok partili bir siyasi sistem Cumhuriyet rejiminin alışık olmadığı ve bir tür tehdit olarak algıladığı bir yapıyı ifade etmekteydi. Çünkü CHP dışındaki partiler, o zamana kadar sistem dışı bırakılan 'makbul olmayan vatandaşları' siyasetin içine sokmak üzere birer taşıyıcı konumundaydılar. Diğer taraftan soğuk savaş dengesi Türk Silahlı Kuvvetleri'ne çok özel bir hareket alanı ve prestij vermiş, bu özellik cumhuriyetin koruyucusu ve Mustafa Kemal'in manevi mirasçısı olmak gibi hasletlerle bütünleşmişti. Bunun anlamı ordunun siyaseti bütünüyle kuşatan tehdit algılaması konusunda tek yetkili haline gelmesiydi ve askerler bu avantajlarını rejim açısından tehdit olarak gördükleri kimliklere yönelik olarak da kullanmaktan çekinmediler.
Makbul olmayan vatandaşların siyasete girmesinin engellenemediği bir dünyada, yapılacak şey doğrudan siyasi karar alanının kısıtlanmasıydı. Böylece ortaya ikili bir yapı çıktı: Bütün ideolojik ve dolayısıyla kimliksel meseleler askerin karar alanına girerken, seçilmiş sivil siyasetçilere de ekonomik ve sosyal konular düşmekteydi. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'nin, sıkça sözü edilen 'kırmızı kitabın' dayanağı bu ayrımdır. Bu tedbir, yasal yoldan da desteklendi ve tüm partileri birbirine benzeterek devlete uyumlu kılan bir Siyasi Partiler Kanunu üretildi. Sonuç, alanı çok daraltılmış, devletin ideolojik kıskacı altına alınmış, ancak buna itirazı olmayan bir siyasetçinin ortaya çıkmasıydı.
Tek partiden çok partiye geçiş, rejime tehdit sayılan unsurları yakına getirip siyasete ortak ettiği ölçüde, devletin sahibi olan asker de bir yandan siyaseti kendi uhdesine almaya, öte yandan da 'makbul siyasetçiyi' yaratmaya yöneldi. Ne var ki, sivil siyaset toplumun siyaset dışı kalan kesimlerine bir davetti ve dolayısıyla da bir süre sonra sivil siyasetin tasarrufları askerin hazzetmediği alanlara doğru kaymakta gecikmedi.
Darbe geleneğinin ortaya çıkmasının nedeni buydu. İdeal sistemden sapıldığı her an, asker siyasete müdahale ederek onu yeniden rayına soktu ve bu dönemde on yıl aralıkla üç darbe yaşandı. Asker her darbeden sonra sistemin konsolide olduğundan emin olduğu anda kışlasına döndü, çünkü amaç askerlerin doğrudan yönetmesi değil, adına 'demokrasi' denen bu sistemde sivillerin askerlerin istek ve iradeleri doğrultusunda yönetmeleriydi. Topluma verilen mesaj, ordunun teyakkuzda olduğu ve darbeye 'ihtiyaç' duyulan her an 'görevini' layıkıyla yapacağından kuşku duyulmaması gerektiğiydi.
Rejimin ilk otuz yılı siyaseti zaten devletin alanında tutmuş, oraya sadece makbul vatandaşları alarak ideal kısır döngünün devamlılığını garanti etmişti. İkinci otuz yıllık dönemde çok partili hayat başlayınca, bu kez de makbul siyasetçiyi ve makbul siyasi partileri oluşturarak aynı kısır döngünün devamını sağladılar. Ancak darbe ihtiyacının sıklığından da anlaşılacağı üzere, durum giderek zorlaşmaktaydı.
ZAMAN