Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı ideolojisinden her alanda kopmayı bir misyon bildi. Bunun için radikal devrim kanunları birbirini takip etti. Bunlardan birisi de, Osmanlı’nın dinî değerlerle örülmüş ekonomik aklını modern seküler akılla tebdil etmekti.
Bunun fikrî zemini ise, Şükrü Hanioğlu’nun da belirttiği gibi, geleneğin modernliğe kendi kalıplarının dışına çıkmadan cevap veremeyeceği ve modernliğin ancak geleneği tasfiye ederek ya da onu bütünüyle başkalaştırarak içselleştirilebileceğine dayanmaktaydı. (Max Weber-İslami Calvinistler, Zaman Gazetesi: 02-02-2006)
Devlet, o yıllarda sahip olduğu imkânları kullanarak kendisine bağlı modernite modelini benimseyen laik milliyetçi bir orta sınıf ortaya çıkardı. Bu orta sınıf içinden de kendi zenginlerini belirledi, korudu ve büyüttü. Devletin kontrolünde olan ve devletin yeni ideolojisinin kültürel taşıyıcılığını yapan “devlet zengini Türk burjuvazisi”, fazla rekabet etmeden ve devlet ihaleleriyle büyüdü.
Bunlar Türkiye’de Batılılaşma sürecinin şampiyonluğunu yaptılar. Bu sınıf eskisi kadar olmasa da hâlâ güçlü ve bugün de aynı misyonu yürütmektedir. Bunlar, ülkenin Batılı usûlde kalkındırılmasını ve Batılı/modern yaşama tarzını temsil edip bunu Müslüman Anadolu halkına empoze etme görevini üstlenmişlerdi. Bu misyon bir anlamda onların iktisadî iktidarını sürdürmesinin de garantisi anlamına gelmektedir.
Daha sonraki yıllarda devlet desteğine sahip olmayan halk kökenli bir orta sınıf bu sermaye sınıfına karşı rakip olarak ortaya çıktı. Bu iki sermaye arasında başlangıçta değerler eksenli farklı iktisadî anlayış vardı. Bu yeni sermaye sırtını dayadığı halkın değerlerini öne çıkarırken devlet destekli sermaye ise devletin Batılaşma ideolojisini alternatifsiz tek sistem olarak savunuyordu.
Devlet destekli sermaye Batılılaşma ideolojisine rağmen devletin desteğine ihtiyaç duyduğu için genel anlamda demokrasi dışı yöntemlere onay vermiş, askerî darbeleri desteklemiştir. Öte taraftan geleneksel halk kökenli orta sınıf ise sayısal çoğunluğuna güvendiği için demokrasi içi mücadeleyi esas almıştır. Bundan dolayı demokrasi arayışları halk kökenli orta sınıf ile devlet destekli orta sınıfın bir mücadelesi hâline dönüşmüştür denebilir.
Demokratik sürece geçişle birlikte farklı düzeylerde değerlere bağlı orta sınıf askerî darbe ve muhtıralara rağmen istikrarlı bir şekilde büyümesini bilmiştir. Demokrat Parti’nin 1950 yılında seçimle iktidara gelmesiyle başlayan bu süreç 1983’te Turgut Özal’ın Anavatan Partisi’ni kurarak iktidara gelmesiyle esaslı bir ivme kazanmıştır.
Turgut Özal bu orta sınıfın temsilciliğini yapan selefleri Başbakanlar Adnan Menderes ve Süleyman Demirel’den hem daha dindar hem daha fazla çevreyi merkeze taşıyan bir liderdi. Gençlik yıllarında İslâmî cemaatlerin içinde bulunması, Nakşibendî kimliği taşıması Cumhuriyet tarihi açısından bir dönüm noktasıdır.
Bu arkaplana rağmen Turgut Özal ekonomik akıl olarak serbest piyasaya, liberal değerlere inanan ve bunu Türkiye’ye taşıyan en güçlü liderdir.
Özal, devletin katı laiklik uygulamalarına ve devletin mutlak kontrolü altındaki ekonomiye karşıydı. Öngördüğü yeni ekonomik sistem katı laikliği esneterek geniş halk kesimlerinin ekonomide aktif öznelere dönüşmesini içeriyordu. Bunu da liberal ekonominin parametrelerine göre formüle ediyordu.
Değerlere bağlı orta sınıf bu süreçle uluslararası liberal ekonomik sistemin içine çekiliyordu. Devletin katı laikçi kesimi 28 Şubat 1997’de ‘postmodern askerî müdahale”yle bu sınıfa geçit vermeyeceğini ilan edince, dindar işadamları büyümelerini sürdürmek uğruna daha fazla liberal ekonominin kurallarını benimsediler.
Postmodern askerî müdahale içine girilen yeni süreci meşrulaştıran bir unsur olmuştur. Paradigma dışı zenginleşme de bu süreçde kerhen ya da gönüllü olarak meşrulaştırılmaya başlamıştır. Türkiye gibi teolojinin en kaygan zeminine sahip bir zeminde bütün bunlara fetva verecek ilahiyatçılar da yaşanan dönüşüme lojistik destek sunmuşlardır.
Sonuç ise muhafazakâr (!) bir neo sekülerleşmenin uç vermesi olmuştur.
VAKİT