Ilan Pappe / Fikir Turu
Nehirden denize rejim değişikliği
Exeter Üniversitesi Avrupa Filistin Araştırmaları Direktörü Ilan Pappe, kendi alanında çığır açmış İsrailli bir tarihçi. Ortadoğu tarihi hakkında bazıları Türkçe’ye de çevrilmiş önemli kitapları var.
Pappe, 7 Ekim’de Hamas’ın İsrail’e yönelik saldırılarıyla başlayan ardından da İsrail’in Gazze’ye yönelik katliamlarıyla devam eden süreci Al Jazeera için değerlendirdiği yazısında, dünyada gerçekleşen olaylara zemin hazırlayan, sebep olan, onları tetikleyen ve şekillendiren tarihsel, ekonomik, sosyolojik ve coğrafi etkenlerin mevcut olduğunu hatırlatıyor.
Pappe’ye göre son gelişmeler İsrailler ve Filistinliler arasında süregelen 75 senelik bir mücadelenin ve bu süreç içinde İsrail’in Filistinlilere uyguladığı baskılara, Gazze Şeridi’ne karşı yıllar boyunca uyguladığı ablukaya yönelik biriken tepkinin bir tezahürü.
Ancak Pappe’ye göre, İsrail, son gelişmelerin bu tarihsel bağlamdan görülmesini istemiyor olabilir.
Yazının öne çıkan bazı bölümlerini paylaşıyoruz:
24 Ekim’de Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres tarafından yapılan bir açıklama İsrail’in sert tepkisine neden oldu. BM Güvenlik Konseyi’ne hitap eden BM Genel Sekreteri, Hamas’ın 7 Ekim’de gerçekleştirdiği katliamı en sert ifadelerle kınarken, dünyaya bu olayların bir boşlukta meydana gelmediğini hatırlatmak istediğini söyledi. O gün yaşanan trajediyi değerlendirirken 56 yıllık işgali göz ardı edemeyeceğimizi ifade etti.
İsrail hükümeti açıklamayı kınamakta gecikmedi. İsrailli yetkililer Guterres’in Hamas’ı desteklediğini ve gerçekleştirdiği katliamı meşrulaştırdığını iddia ederek istifasını talep etti. İsrail medyası da bu kervana katıldı ve diğer hususların yanı sıra BM başkanının “şaşırtıcı derecede ahlaki bir yozlaşmışlık sergilediğini” ileri sürdü.
İsrail’in bu tepkisi, yeni bir tür antisemitizm ithamının artık gündemde olabileceğini düşündürüyor. İsrail 7 Ekim’e kadar antisemitizm tanımının İsrail devletine yönelik eleştirileri ve Siyonizm’in ahlaki temelinin sorgulanmasını da kapsayacak şekilde genişletilmesi için çaba göstermişti. Şimdi, olup bitenleri bir bağlama oturtmak ve tarihselleştirmek de antisemitizm suçlamalarına kapı aralayabilir.
Bu olayların tarih bağlamından koparılması İsrail ve Batı’daki hükümetlerin geçmişte etik, taktiksel ya da stratejik nedenlerle uzak durdukları politikaları uygulamalarına olanak sağlıyor.
7 Ekim saldırıları neyin bahanesi?
Dolayısıyla 7 Ekim saldırısı İsrail tarafından Gazze Şeridi’nde soykırım politikalarını sürdürmek için bir bahane olarak kullanılıyor. Bu aynı zamanda ABD’nin Orta Doğu’da tekrar varlık göstermeye yönelik çabaları için bir bahane. Bunun yanı sıra bir takım Avrupa ülkelerinin yeni bir “terörle mücadele” gerekçesiyle demokratik özgürlükleri ihlal etmeleri ve kısıtlamaları için de bir bahane.
Ancak şu anda İsrail-Filistin’de yaşananlar hususunda göz ardı edilemeyecek tarihsel bir bağlam var. Bu olayların genel tarihsel bağlamı, Batı’daki Evanjelik Hıristiyanlığın “Yahudilerin dönüşü” fikrini bin yıllık dini bir buyruğa dönüştürdüğü ve ölülerin dirilişine, Mesih’in dönüşüne ve kıyamete götürecek adımların bir parçası olarak Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmasını savunduğu 19. yüzyılın ortalarına kadar uzanıyor.
Teoloji, 19. yüzyılın sonlarına doğru ve I. Dünya Savaşı’na giden yıllarda iki nedenden dolayı politika haline geldi.
Birincisi, İngiltere’de Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak ve bazı bölgelerini Britanya İmparatorluğu’na katmak isteyenlerin işine yaradı. İkinci olarak, İngiliz aristokrasisi içinde hem Yahudiler hem de Hıristiyanlar arasında yankı buldu ve Siyonizm fikri, İngiltere’ye istenmeyen bir Yahudi göç dalgasına neden olan Orta ve Doğu Avrupa’daki antisemitizm sorunu için her derde deva bir ilaç olarak görüldü.
Bu iki çıkar birleştiğinde, İngiliz hükümetini 1917’de Balfour Deklarasyonu’nu ilan etmeye sevk etti.
Yahudiliği milliyetçilik temelinde yeniden tanımlayan Yahudi düşünürler ve aktivistler, bu tanımın Filistin’i “Yahudi ulusunun yeniden doğuşu” için arzulanan topraklar olarak göstererek Yahudi topluluklarını Avrupa’daki varoluşsal tehlikeden koruyacağını umuyordu.
Siyonizmden sömürgeciliğe
Bu süreçte kültürel ve entelektüel bir hareket olan Siyonist proje, yerli bir nüfusun yaşadığı gerçeğini göz ardı ederek tarihi Filistin bölgesini Yahudileştirmeyi amaçlayan yerleşimci sömürgeci bir projeye dönüştü.
Buna karşılık, o dönemde kırsal kesimde yaşayan ve modernleşme ve ulusal kimlik inşasının ilk aşamalarında olan Filistin toplumu da kendi sömürge karşıtı hareketini ortaya koydu. Siyonist kolonizasyon projesine karşı ilk kayda değer eylem 1929’daki El-Burak Ayaklanması ile gerçekleşti ve o zamandan beri böyle eylemler devam etti.
Mevcut krizle ilgili bir başka tarihsel bağlam da, 7 Ekim’de saldırıya uğrayan İsrail yerleşimlerinin bir kısmının Filistinlilerin zorla topraklarından sürüldüğü 1948’de gerçekleşen etnik temizlik sonrası Filistin köylerinin yıkıntıları üzerine kurulmuş olması. Yerlerinden edilen bu Filistinliler, evlerini kaybeden ve mülteci durumuna düşen 750.000 Filistinlinin bir parçasıydı.
Bu etnik temizlik dünya tarafından fark edildi ancak kınanmadı. Bunun bir sonucu olarak İsrail, bölgede yaşayan Filistinlilerin sayısını mümkün olduğunca azaltarak tarihi Filistin toprakları üzerinde mutlak kontrol sahibi olma çabalarının bir parçası olarak etnik temizliğe başvurmaya devam etti. Söz konusu etnik temizliğin bir parçası olarak 1967 savaşı sırasında 300.000 sonrasında ise 600.000’den fazla Filistinli Batı Şeria’dan Kudüs’ten ve Gazze Şeridi’nden sürüldü.
Söz konusu bağlamlar arasında İsrail’in Batı Şeria ve Gazze’yi işgal altında tutması da var. Geçtiğimiz 50 yıl boyunca işgal güçleri bu topraklardaki Filistinlilere sürekli toplu olarak cezalandırdı, onları İsrailli yerleşimcilerin ve güvenlik güçlerinin daimi tacizine maruz bıraktı ve yüz binlercesini hapsetti.
Tüm bu sert politikalar, Kasım 2022’de aşırı dinci mesihçi İsrail hükümetinin seçilmesinden bu yana daha önce görülmemiş seviyelere ulaştı. İşgal altındaki Batı Şeria’da öldürülen, yaralanan ve tutuklanan Filistinlilerin sayısı hızla arttı. Bunun da ötesinde, İsrail hükümetinin Kudüs’teki Hıristiyan ve Müslüman kutsal mekânlarına yönelik politikaları daha da saldırgan bir hal aldı.
Son olarak tarihsel bağlamların arasında nüfusun neredeyse yarısının çocuk olduğu Gazze’ye yönelik 16 yıldır süren kuşatma da yer alıyor. BM, 2018 yılında Gazze Şeridi’nin 2020 yılına kadar insan yaşamına uygun olmayan bir yer haline geleceği uyarısında bulunmuştu.
Gazze kuşatmasının anlamı
Kuşatmanın, İsrail’in bölgeden tek taraflı olarak çekilmesinin ardından Hamas’ın kazandığı demokratik seçimlere bir tepki olarak uygulandığını unutmamak gerekir. Daha da önemlisi, Oslo Anlaşmalarının ardından Gazze Şeridi’nin dikenli tellerle çevrildiği ve işgal altındaki Batı Şeria ve Doğu Kudüs’le bağlantısının kesildiği 1990’lı yıllara dönüp bakmak.
Gazze’nin kuşatılması, etrafına dikenli tellerin çekilmesi ve Batı Şeria’nın giderek Yahudileştirilmesi, Oslo sürecinin İsraillilerin gözünde gerçek bir barışa giden yol değil, başka yollarla işgal için bir araç olduğunun açık bir göstergesiydi.
İsrail Gazze Şeridi’ne giriş ve çıkışları kontrol ediyor, hangi tür yiyeceklerin girdiğini bile izliyor, zaman zaman girecek yiyecek miktarını belirli bir kalori miktarıyla sınırlıyordu. Hamas bu yıpratıcı kuşatmaya İsrail’deki sivil bölgelere roket fırlatarak tepki gösterdi.
İsrail hükümeti, hem Nekbe’nin hem de iki milyon insana uygulanan insanlık dışı ve barbarca kuşatmanın bağlamını ve tarihi Filistin’in diğer bölgelerindeki Filistinlilere uygulanan baskıyı göz ardı ederek, bu saldırıların hareketin ideolojik olarak Yahudileri öldürme isteğinden kaynaklandığını öne sürdü.
Hamas, İsrail’in bu politikalarının hesabını sorma ya da karşılık verme sözü veren tek Filistinli gruptu. Bununla birlikte, karşılık vermek için seçtiği yol, en azından Gazze Şeridi’nde kendi sonunu getirebilir ve Filistin halkına yönelik baskıların daha da artması için bir bahane teşkil edebilir.
Saldırının acımasızlığı hiçbir şekilde haklı gösterilemez, ancak bu, söz konusu saldırının arkasındaki nedenlerin açıklanamayacağı ve bir bağlama oturtulamayacağı anlamına da gelmez. Yaşanan olaylar her ne kadar korkunç olsa da, her iki taraf için de büyük insani maliyetlere sebep olsa da maalesef oyunun kurallarını değiştirmeyecek. Peki bu gelecek için ne anlama geliyor?
İsrail, siyasi karakterini etkilemeye ve ideolojik doğasını belirlemeye devam edecek olan yerleşimci-sömürgeci bir hareket tarafından kurulmuş bir devlet olarak kalacaktır.
İsrail’deki iç mücadele artacak
İsrail’i 7 Ekim’e kadar meşgul eden, İsrail’in daha teokratik ve ırkçı olmasını isteyen yerleşimcilerin devleti Yehud ile statükoyu korumak isteyen İsrail devleti arasındaki iç mücadele yeniden patlak verecek. Aslında bunun işaretleri şimdiden görülmeye başlandı.
Gazze’deki vaziyet ne olursa olsun, İsrail, bir takım insan hakları örgütleri tarafından da ilan edildiği üzere, bir apartheid devleti olmaya devam edecektir. Filistinliler yok olmayacak ve kurtuluş mücadelelerine devam edecekler, birçok sivil toplum kuruluşu onların yanında yer alacak ve bulundukları ülkelerin hükümetleri ise İsrail’i destekleyerek ona ayrıcalıklı bir dokunulmazlık sağlayacaktır.
Çözüm hala aynı: İsrail’de nehirden denize kadar herkese eşit haklar tanıyan ve Filistinli mültecilerin geri dönüşüne izin veren bir rejim değişikliği. Aksi takdirde bu şiddet döngüsü sona ermeyecektir.