“Geceyarısı gezinen çaresiz bir ruh gibi her adımı büyük bir gürültü çıkarıyor ancak kimse onu görmüyor.”
Hakikatin adının dahi anılmadığı, sözün sadece güçten neşet ettiğizamanlarda çok haklı bir serzenişte bulunmuş Benjamin. Çünkü “sözün değeri” yerine “sözün gücü” sloganı kullanılıyor artık. Ve o gücün hedefinde olan tek şey söyleyenin otoritesini mukim kılmak.
Gücü olanların her sözünün “kanaatlerden bir kanaate” dönüştüğü, bir söz enflasyonu ve diktatörlüğü altında yaşıyoruz. Öyle bir gürültü var ki, konuşanın kendi sesini dahi duymasına imkân vermiyor. Bu yüzden hakiki bir ses işitmek, konuşmanın da değerini hatırlamak için biraz susmak gerekiyor sanırım.
Belki de “üzerine konuşulamayan hakkında susmamız” en doğrusu. Spinoza, 1665 İngiliz-Hollanda savaşı sırasında İngiliz bir arkadaşına yazdığı mektupta şöyle diyor: “Savaşın efendileri kana doyduktan sonra konuşalım.” O, bu kaotik ortamda sözün muhatabına ulaşamayacağının farkında olmalı.
Bazen susmanın yanında susturulmak, konuşturulmamak; bazen de “konuşmaya zorlanmak” susmayandan ya da konuşmayandan “hesap sormak” zorbaların geleneği haline geldi. Dolayısıyla bezen susmak ama yeri geldiği zaman ise sözü esirgememek gerekiyor.
Bir yanda sözün değerini korumak için konuşmayı, sonrasında devralmak üzere öteleyen itidal; diğer yanda anın vacibini yerine getirmek,sessizlik perdesini bir an önce yırtıp atmak isteyen irade beyanı… Her iki duygu, aklın kötümserliği ile iradenin iyimserliği arasında gidip geliyor gibidir. Biri sessizliği ve konuşmamayı eylem olarak önerirken,diğeri “sessizlik komplosunu dağıtmaya” çağırıyor. İlki apolitik, sinik bir tutum; yaşamın, siyasetin kirine pasına dokunmaktan imtina eden bir anlayış gibi görünse de, başlı başına siyasal bir eylemliliktir. Öyle olmasa birileri, “susanlardan hesap sormaya” gerek duyar mıydı?
Siyasal alanın yerini savaş alanına bıraktığı yerde susmak ile siyasal alanı kurmak üzere konuşmak arasındaki ince dengeyi gözetmek gerekiyor. Buradaki derdimiz ne umursamamak, ne de sadece konuşmak değil; konuşmanın niteliği, sözün değeri, muhatabın anlaması için ortamın müsait olup olmamasıdır. Sadece konuşmak siyasal alanı da yozlaştıran, Dostoyevski’nin tabiriyle: “Bir şeye aşırı düşkünlük duyanların” budalaca bir eylemidir. Sadece konuşan insanlar siyaset yaptıklarını düşünür ancak siyaseten eyleme kudretlerinin nasıl azaldığını fark etmezler.
Foucault iktidarın üretken, “pozitif” bir olgu olduğunu söylüyor. Buradan hareketle iktidar sadece susturmaz, konuşturur da. İktidar sadece bizim üzerimizde icra edilen bir güç, bir zor değildir. Bizim yapabilme kudretimizin olmadığını zannettiğimiz anda devreye giren bir ilişki biçimidir aynı zamanda. Ancak yapamadığımız şeyleri yapabildiğimizi zannettiren, doğru yapabilme yetimizden koparıldığımızı görmemizi engelleyen “sanal” bir kudrettir bu.
Mesela eylem karşısında konuşmanın siyasal alanda geçer akçe olduğu bir vasatta, uzunca bir süredir yer yer korkunun, yer yer umudun sirayet ettiği duygu dünyasıyla, sürekli seçim siyaseti konuşuluyor. Bu ortam, Dostoyevski karakterlerinin taşıdığı “felsefi budalalığı” hatırlatıyor insana. İşte bu durum, siyasete düşman bir siniklik, kayıtsızlığın verdiği etkilenmeme gücüyle tam da siyasetin ve direnişin karşısına yerleşen bir sinikliktir.
Dostoyevski’nin budalası, hep bir aciliyet halindedir. Hep “ölüm kalım” sorunlarıyla karşı karşıyadır. Ancak aklını kemiren ama bir türlü bilemediği, daha acil olan bir sorun vardır. Evde sanki bir yangın çıkmış ve her şey yanıyorken, kaçıp dışarı çıkmaktan daha acil olan bir şey! “Onu bulana kadar yerimden kımıldatmayın beni” demektedir. Budala, bir aciliyetin tam ortasında daha önemsiz bir meseleye dikkat kesilmiştir. O, daha önemli ve acil olanı daha önemsiz olandan ayırt edemeyecek durumdadır ve bu budalalık;“hep daha acil başka bir sorun” olduğu dürtüsü ile anın aciliyetini gözden kaçıran siyasal bir budalalıktır.
Dolayısıyla, “konuşmak, düşünmek ya da görmek değildir ama düşünmek, görmek ve konuşmaktır.” Belki de düşünmek ile konuşmak arasındaki ilişkiye en doğru iki örnek Dostoyevski’nin “Budalası” ile Kierkegaard’ın “Palyaçosu” arasındaki ilişkidir.
Bir tiyatronun kulisinde yangın çıkar. Bunu fark eden palyaço hemen sahneye koşarak yangını seyircilere haber verir. Ama bütün seyirciler bunu, palyaçonun bir numarası olduğunu zannedip kahkahalar ve alkışlarla karşılar. Palyaço uyarısına devam eder ama alkışlar ve kahkahalar sürer.
Dostoyevski’nin budalası, alevler içerisindeyken umursamayıp daha acil bir sorunun arayışı içinde olurken; Kierkegaard’ın palyaçosu, acil duruma dikkat çeken ama çevresindeki budalaların kendisine güldüğü, eyleme-etkileme kudreti kısıtlı “kederli” bir palyaçodur! Sesi, gevezelikler arasında bir gevezeliğe dönüşen kederli bir palyaço…
Dolayısıyla “siyaset konuşanlar” ile“şeyleri siyasallaştıranlar”arasındaki farkı görmemiz gerekiyor. Üretilmiş ve dayatılmış aciliyetlerin çizdiği sınırlarda “konuşup” düşündüğünü sananlar, kanaatler toplumunun verili sorularına hazır cevapları tekrar ediyor, soru daha sorulmadan cevap veriyorlar sadece.
Bizler de avuçlarımız patlarcasına, çılgınca alkışlayarak bu tiyatrodaki yerlerimizi sağlamlaştırıyoruz. Sanırım dünyanın sonu da her şeyin bir şaka olduğunu sananların yükselen alkışları arasında gelecek gibi duruyor…