HAKSÖZ-HABER
Yasin Aktay, Mustafa Öztürk’ün tarihselcilik bağlamında kendisine yönelik sarf ettiği hakaretamiz sözlerine cevap verdi.
“Biz tarihselciliğin gerektirdiği en temel bazı bilgi ve bilinç eksikliği yok anlamında “lümpen” dedik, cevap olarak yaptığı video şovda işi tam bir müptezelliğe kadar vardırmış. Saymış döktürmüş, sövmüş de kusmuş, öfkeyle kalkıp zırvanın dibini bulmuş.” diyen Yasin Aktay, Mustafa Öztürk için şu ifadeleri kullandı:
“’Benden bir Yaşar Nuri hikayesi çıkaramayacaksınız’ derken bile onu fersah fersah aşmış olduğu kapkaranlık yerden konuştuğunun farkında bile değil.
Özgürlükçü teoloji peşinde, ama başkasının eleştirisine tahammülü yok. Tarihselcilik iddiasında ama tarihin hangi çemberinin içinde, hangi ideolojik hamurlarla nasıl yoğrulduğundan haberi yok. Protest bir teoloji geliştirecek ama bunun için ne uygun bir geleneği ne uygun bir toplumu ne de içinde yer aldığı geleneğe dair bir bilinci var.”
Yasin Aktay’ın Yeni Şafak gazetesinde yayımlanan yazısının (11 Eylül 2023) tam metni:
Protest teologun ‘one man show’u
Türkiye’de bazı akademik-entelektüel tartışmaları, hakkını vererek neden yapamıyor olduğumuz üzerine epey söz söyledik. Tartışma gibi görünen şeyler aslında hırgür, kimin narası daha yüksek çıkıyorsa diğer sesleri bastırabildiği, kimin yaygara kapasitesi daha fazlaysa diğerlerini susturabildiği bir dalaş hali. İşin daha kötüsü bu hırgürleri, bu dalaşları, bu naraları izleyenler de ortada bir tartışma var zannedebiliyor ve kitlelerin bir kısmı taraflarını naraları daha gür, laf kalabalıkları fazla, dalaş kabiliyetleri daha iyi olanlardan yana belirliyor. Boşuna dememişler aptallarla tartışmayın diğerleri aranızdaki farkı anlayamayabilir diye. Sosyal medya ortamları bu durumu daha da içinden çıkılmaz hale getirmiş durumda.
Konu tarihselcilik gibi oldukça entelektüel seviye gerektiren bir konudur ama bu konuda bir tarafın başı gibi görünenin tartışmayı yürütme üslubu ucuz kabadayılıktan öteye geçmiyor. Kabadayılığı bile ucuz çünkü kabadayılığın gerektirdiği racondan da üsluptan da cesaretten de yoksun.
Biz tarihselciliğin gerektirdiği en temel bazı bilgi ve bilinç eksikliği yok anlamında “lümpen” dedik, cevap olarak yaptığı video şovda işi tam bir müptezelliğe kadar vardırmış. Saymış döktürmüş, sövmüş de kusmuş, öfkeyle kalkıp zırvanın dibini bulmuş.
Hali, öfkelendiği birine ayık kafayla söyleyecek makul bir şey bulamadığı için içip içip kafayı bulduktan sonra penceresinin karşısına geçip içinde ne kadar habis duygu, kin ve nefret varsa küfrederek kusan ayyaşların hali. “Yediniz bitirdiniz, dünya size mi kalacak? Düşün yakamızdan, daha ne istiyorsunuz? Gidin bir ağaç dikin, faydalı bir şey yapın” diyerek arabeske bağlıyor kendilerinden ufak bir eleştiri duyduğu kişilere.
Kimmiş yiyen, kimmiş bitiren, kimden almış da yemiş? Sen kimsin, bu soruyu soracak kişi misin? Senin bu ülkeye, bu millete, insanlığa nasıl bir faydan oldu da bir anda dünyanın hümanisti kesiliyor, dünyanın erdemlerini mülk edinip üstüne yatıyor, başkalarına caka satıyorsun? Sen ne dediğinin farkında mısın? Değilsin. Belli ki kafayı yemişsin. Bu üslupla mı ilahiyat yapacaksın, Kur’an’ı tefsir edeceksin? Bu zırvalarla mı yeni bir teoloji kuracaksın? İçinden çıktığın topluma zerre saygın, sevgin, vefan yok. İçinde yaşadığın ülkenin insanlarının inancına, geleneklerine, örflerine iyice yabancılaşmışın.
“Sünni teolojinin köküne kibrit suyu dökülmeli” diyen birinin önce tarih bilinci zayıftır derken biz söylenenin sınırlarında kalıyoruz, hiçbir şekilde tartıştığımızı zannettiğimiz kişinin ne kişiliğine dair ne tartışmanın dışındaki başka ahvallerine dair en ufak bir imada bile bulunmuyoruz. Tartışma yürütebileceğimiz vehmine kapılıp, tartışmanın sınırları içinden bir soru soruyoruz sadece. Bizim protest bir İslam hayali kuran çakma Lutherimize sorduğumuz soru tamamen bu cümlenin içinden çıkmış bir sorudur: Geleneğin tabiatını bilmeyen, tanımayan, onun teorik dil oyunlarıyla, masa başı faaliyetlerle değiştirilebileceğini zanneden, hele bu işi tam da karşıya geçip yapabileceğini vehmeden herşeyden önce iddiasını üstlendiği tarihselliği ıskalamış olur. Sen kendi yaşadığın tarihin yabancısı haline gelmişsin zaten, Kur’an’ın, 7. Yüzyıl Arap toplumunun tarihselliğini nasıl yakalayacaksın?
Bu, durumun tespiti, bu sorunun itrahı başka hiçbir imaya gerek duymaz. Bu soruyu hak edene aslında en iyi ihtimalle zır-cahil derler. Biraz daha dinleyince aklından zoru olduğuna karar verirler. Biraz daha dinleyince onu anlamak için geçirilen her zamana yazık derler. Bu üslupla, bu mübtezellikle konuşabileceğiniz herhangi bir şey olabilir mi?
Tarihselliğin tabiatını ıskalayanın nasıl tarihselcilik yapabildiğinin sorulmasına tahammülü olmayan protest teologumuz, üstüne üstlük yıllardır düşünce özgürlüğünün yokluğuna ağıtlar yakarken, bu kadarlık bir tespitimiz karşısında büyük bir öfkeyle kalkmış gazabını yağdırmaya çalışmış. Videoyla. Tam bir one man show performansıyla. Konuşmaya her zaman yaptığı gibi, kendisini tanıdığım günden beri kullandığı hastalığını yine, yarım yamalak bir dram içinde öne sürerek. Bir bağırsak sorunu var. Denk geldiğim her sohbetinde de her video konuşmasında da değinmese eksik kalacak. Şimdi anlıyoruz ki, bu onun mutat drama oyununun bir parçası bu.
Daha kendisiyle yirmi yıldan fazla zaman önce aynı oturumda olduğumuz bir sempozyumda ilk karşılaştığımda bana bu hastalığından sözetmiş ardından benim eleştirilerimden çok çekindiğini söylemişti. Ne yalan söyleyeyim şefkatle yaklaşmış kendisine şifalar dilemiştim. Hatırladığım kadarıyla, her zamanki tavrımın özünü ifade etmiştim: “Yahu ne çekineceksin, benim kimin kişilik haklarına saldırdığım görülmüş? Yaptığımız şey hakikate biraz daha yaklaşmak üzere birbirimize yardımcı olmak, dostlar arasında düşünceyi bir şölen olarak yaşamak, güzellikleri paylaşmak. Samimiyeti kaybetmeden ne kadar ayrı düşünsek de, bunun için bir dostu kırmaya, incitmeye değer mi? Dostlar arasında fikir ayrılığının lafı mı olur?”
Beni bilen bilir, şimdiye kadar isim vererek kolay kolay kimseyi eleştirmemişimdir. Derdim hiçbir zaman kişiler olmamış, fikirler, tavırlar ve tutumlar olmuştur. Evet hakikate dost olmak ortaklığıyla bir dostluk tesis ediyoruz ve bu dostluğun ilk şartı birbirimizi sevmek, birbirimizin hukukuna riayet etmektir. Hakikati bulmaya çalışırken ayrılığa düşmek birbirimizi incitmemizi gerektirmiyor. Gerçek hakikat dostuysan bunun adabını bilirsin, samimiysen bunu ıskalamazsın. Yeter ki, hakikat dostluğundan elde ettiğin konumları sofistler veya hazcılar gibi hakikat düşmanlarına pazarlama yoluna düşmüş olma.
Sonradan izlediğim kadarıyla fark ettim ki, bizim çakma Lutherimiz o hastalığından her konuşmasının başında söz ediyor. Hepimiz biraz hasta oluyoruz, yakınlarımız hasta oluyor, feleğin çemberinden geçerken kişisel sorunlar yaşıyoruz. Onun kadar hiç kimsenin bu hastalıklarını ve kişisel sorunlarını her konuşmasına kattığını görmedim ama. Hastalıktır, ne diyelim, Allah hayırlı şifalar versin.
Tarihselci düşünce zannedilen hezeyanları yüzünden linç yediği günlerde o linç güruhuna katılmamak adına bu konulara hiç girmemeyi tercih ediyordum. Ama aynı zamanda hezeyan da olsa geçmişteki merhabamızın hatırı onu tam böyle zor durumdayken eleştirmekten alıkoyuyordu. Ona saldıranlar ondan daha masum değildi çünkü. Ehl-i Sünnet adına ellerindeki tekfir palalarını sallayanların da aradıkları ne haktı ne hakikatti.
Ancak şimdi ona yönelik bir linç yok. Bilakis kendisi önüne gelene söverek, küfrederek, yargılayarak, yargısız mahkûm ve infaz ederek konuşuyor. Sırtını da bu sefer Türkiye’nin modernist ideolojik iktidarına dayandırmış. Hani sicilinde bomboş aptal bir modernist ideoloji adına bolca katliamlar olan iktidarına. “Benden bir Yaşar Nuri hikayesi çıkaramayacaksınız” derken bile onu fersah fersah aşmış olduğu kapkaranlık yerden konuştuğunun farkında bile değil.
Özgürlükçü teoloji peşinde, ama başkasının eleştirisine tahammülü yok. Tarihselcilik iddiasında ama tarihin hangi çemberinin içinde, hangi ideolojik hamurlarla nasıl yoğrulduğundan haberi yok. Protest bir teoloji geliştirecek ama bunun için ne uygun bir geleneği ne uygun bir toplumu ne de içinde yer aldığı geleneğe dair bir bilinci var. Hali pürmelalini Nietzche’nin nesnel tarih iddiasındakiler için yaptığı benzetmeye emanet ediyorum.